Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] Küçük Ali şehit oluyor ama geziye gidemiyor – Şahin Tekgündüz

0

Okulun en parlak öğrencileri arasında değilim, ama en bilinenleri ve en çok arananları arasındayım. Özellikle Türkçe, resim-elişi ve müzik derslerinde öğretmenlerin gözdesiyim. Çok kitap okuduğum ve iyi kompozisyon yazdığım için Türkçe öğretmenim Ahmet Özdemir çok seviyor beni ve bütün öğrencileri numaralarıyla çağırdığı halde bana adımla hitap ediyor. Hemen hemen haftada bir tahtaya kaldırıyor, o hafta okuduğum kitabı özetlememi istiyor. Bazen de kendisi bana ve arkadaşlara kitap öneriyor hattâ getiriyor. Mark Twain’in ‘Tom Sawyer’in Maceraları ve Peyâmi Safa’nın ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ kitaplarını ve daha pek çoğunu sınıfça okuyoruz ve bunlarla ilgili kompozisyonlar yazıyoruz. Benim yazdıklarım hep 5 alıyor. (O dönemde en yüksek not 5)

Bugün ‘tükenmez kalem’ dediğimiz ve kurşun kalemin yerini alarak hayatımızın bir parçası hâline gelen kalemlerle daha yeni tanışıyoruz. O  zaman da adı tükenmez kalem… Kurşun kalemlerimiz çabuk bittiği ve sık sık ucu kırıldığı için mi yoksa yeniye merakımızdan mı bilemem, o kalemi pek seviyoruz. Bir de adı ‘tükenmez’ ya… Ama iki sakıncası var kalemin, birincisi yanlışlarımızı silip düzeltemiyoruz; ikincisi içindeki morumsu boya sürekli ucundan sızıyor, defterimizi kâğıdımızı, hattâ elimizi yüzümüzü, üstümüzü başımızı berbat ediyor. Öğretmenimiz bu kalemi kullanmamıza çok kızıyor ve “Çocuklar bu tükenmez kalem değil, ‘soysuz kalem’ yüzyılların güzelim kurşun kaleminin yerini almaya çalışıyor ama soysuz soysuz” diyor. Ve kalemin adı o yıllarda ‘soysuz kalem’ oluyor…

Resim-elişi ve müzik derslerimize Îsâ Coşkuner geliyor. Natürmort resimler yaptırıyor, bazen de Sabahattin adındaki son sınıf öğrencisini derse alıyor, getirdiği özel çamurla küçük heykelcikler yapmamızı sağlıyor. Resimlerde de heykelciklerde de yüksek not alıyorum. Îsâ Bey ikinci sınıfta bir müsâmere düzenliyor ve kendi yazdığı ‘Küçük Ali’ adlı oyunu sahneye koyuyor. Küçük Ali’yi ben oynuyorum.

Küçük Ali

Oyun Yunanlıların işgalindeki Ege Bölgesi’nde geçer. Ali, milis çatışmalarının silah seslerinin çınladığı bir köyde yaşayan on iki yaşındaki bir çocuktur. Dedesinin koruyup emanet ettiği cephane dolu bir sandığı yaşlı annesiyle birlikte babasının ve amcasının savaştığı cepheye götürürken yoluna çıkan Yunanlı milislerin pusuya düşürülmesini sağlar. Milislerin şefi ağır yaralı Pandeli Ali’yi göğsünden vurarak şehit eder. Fakat savaş Küçük Ali sayesinde kazanılmıştır. Oyun, Türk güçlerinin sahneye gelmesi ve sembolik Sevr Antlaşması’nı parçalayarak marşlar söylemesiyle sona erer. Öğretmenler, öğrenciler ve velilerle dolu salon göz yaşları içindeki alkışlarla inler.

Ertesi gün okulda adım Küçük Ali’ye çıkıyor. Ünüm daha da büyüyor. Piyesi seyreden öğretmenlerim yanaklarımdan öpüp kutluyorlar. Tarih öğretmenin Hâle Çelikel de “Sen benim küçük generalimsin zâten, seninle övünüyoruz” diyerek öpüyor yanaklarımdan. Okulda hepimizin şapkası var. En güzellerinden biri de benimki. Yolda öğretmenlerimizle karşılaşınca askerler gibi selam veriyoruz. Hâle öğretmen de benim selam verişimi çok beğendiği için Küçük General adı takıyor bana.

Başlamadan biten hazin gezi

Bir gün müzik ve resim-elişi dersi öğretmenimiz İsa Bey, önümüzdeki hafta sonu Kayseri’deki Talas Koleji’nin davetlisi olarak bir gezi düzenlendiğini, cumartesi gecesini orada geçirip pazar akşamı Nevşehir’e döneceğimizi duyuruyor. İsteyenler sınıf öğretmenine 6 lira vererek adını yazdıracak. İngilizce öğretim veren ve bütün öğrencileri yatılı olan Talas Koleji o yıllarda efsanevi bir üne sahip. Hafta boyunca okul Talas gezisiyle çalkalanıyor. Ama ben anneme de babama hiç söylemiyorum.  Babamın, parası olmadığı için, otobüsle bir başka şehre üstelik de yatılı olan bu geziye kesinlikle evet demeyeceğini biliyorum. Anneme çekinerek söylediğimde her şey tam da düşündüğüm gibi gelişiyor. Babam “Oğlum n’olur n’olmaz, kaç saatlik yol, kaza maza olur, hem orda nerde kalacaksınız, varsın gitsin herkes…” diye kestirip atıyor. Aynı akşam yatak odalarında annemle konuşmaları kulağıma çalınıyor. Belli ki annem gitmemi istiyor. Babam “Nadide, daha kirayı veremedik, az para mı altı lira” diyor. Evet evimizin kirası on iki buçuk lira ve bu para da onun yarısı kadar…

Gezi konusunda ben zaten ümitsizdim de okulda arkadaşlarıma ve öğretmenlerime nasıl izah edebileceğim bu durumu? Arkadaşlarım “Fotoğraf makineni almayı unutma ha…” diye uyarıyor beni. Okulda konu her açıldığında ya susuyor ya da oradan sessizce uzaklaşıyorum. Annem sürekli ağzımı arıyor, aile dostumuz olan İsa Bey’le konuşup parayı sonra vermeyi önereceğini söylüyor, ben içim giderek karşı çıkıyorum. Sanırım bu durumu babama da açmış ve sert bir tepkiyle karşılanıyor, çünkü Îsâ Bey’le konuşma fikri bir daha hiç açılmıyor.

Cuma günü okuldan geldiğimde annemin ocaktaki kazanda su ısıttığını görüyorum. Bana “Sen güzelce bi’ yıkan, ben de sırtını keseleyim, babanla konuştum gitmene izin verdi” diyor. Şaşırmakla sevinmek arasında bocalıyorum. Annem konunun devamını getirince sevincim bir kez daha düş kırıklığına dönüşüyor. Babam parayı ayarlayamamış ama annem bir başka formül bulmuş. Bana bir azık paketi hazırlayacak, ben onunla otobüsün başına gideceğim, geziye katılmamı çok isteyen öğretmenlerim beni de otobüse alacaklar. Ağlamaya başlıyorum. Annem ağladığım için kızıyor ama onun da boğazı düğümleniyor, konuşmakta zorlanıyor. Beni yıkadıktan sonra annem ayda yılda bir kullandığı kömür ütüsünü yakıp benim giysilerimi ütülüyor. Artık itiraz etmem mümkün değildi. O akşam su böreği kuru köfte, haşlanmış yumurta, salatalık, domates, kuru üzüm ve dut kurusundan oluşan azık paketim özenle hazırlanıyor. Babam hiç konuşmuyor…

Gece hiç uyuyamıyorum. Hep hasta olsam, ateşim çıksa da sabahleyin beni göndermeseler diye dua ediyorum. Annem benden önce uyanmış tepeme dikiliyor ve “Hadi kalk, geç kalıyorsun” diyor, karşı çıkamıyorum. Beni, Cumhuriyet Bayramı’nda sancak taşıyacak ya da kürsüden şiir okuyacakmışım gibi hazırlıyor. Azık paketimi ve fotoğraf makinamı elime tutuşturuyor. Evden çıkarken sıkılmamam gerektiğini, sorarlarsa yiyeceklerimi yanımda getirdiğimi, orada fotoğraf çekeceğimi  söylememi tembihliyor. Ağlamamak için kendimi zor tutarak çıkıyorum sokağa.

Bahar sabahının çiğ serinliğinde titreye titreye ortaokulun önüne kadar gidiyorum. Otobüs gelmiş, öğretmenlerim ve arkadaşlarım çevresinde toplanmaya başlamış. Olabildiğince uzakta duruyor ve elimdeki azık paketini özenle arkamda saklıyorum. Saat sekize doğru hemen herkes gelmiş oluyor. Biraz sonra Îsâ Bey de geliyor. Ona görünmemeye, hele göz göze gelmemeye özel özen gösteriyorum. O, elindeki listeyle otobüsün kapısında yerini alıyor. Listede para yatıran arkadaşlarımın adlarını okuyor. Adı geçenler kalabalıktan sıyrılıp otobüse giriyor ve yerini alıyorlar. Ben bahçe duvarının köşesine sinmiş görünmemek için yavaş yavaş yan tarafa doğru kayıyorum. Son öğrenci de bindikten sonra Îsâ Bey kimse kalmasın diye çevresine dikkatle bakınıyor. İyice saklandığım için beni görmesi mümkün değil. Oysa benim yokluğumu fark etmesi ve nerede olduğumu, niçin ortalıkta görünmediğimi merak etmesi “Şahin nerede?” diye sorması gerekiyor. Hiç öyle olmuyor, o da otobüse binip kapıyı kapatınca kendimi zavallı, yalnız, terkedilmiş, unutulmuş hissediyorum. gözlerim dolu dolu oluyor.

Otobüs uzaklaştıkça kendimi ezilmiş, bir köşeye atılıvermiş böcek gibi görüyorum. Hırsımdan ağlıyor, ağladıkça daha da hırslanıyorum. Bir yandan da ağladığım belli olmasın diye kendimi sıkarken, elimdeki azık paketi eziliyor, domateslerin suyu parmaklarımın arasından süzülüyor. Paketi yolun kenarına fırlatıp elimi cebime soktuğumda parmaklarıma bir para dokunuyor. Çıkarıp bakıyorum. Bir lira… Eve giremiyorum. Dış merdivenlerde oturup ağlıyorum. O sırada babam çıkıyor evden. Beni o durumda görünce durumu anlıyor ve yanıma çöküp saçlarımı okşuyor, “Görüyor musun oğlum parasızlık ne kadar zor. Derslerini çok çalış da böyle memur olma, doktor ol, mühendis ol…” Sonra uzun bir “Ooof!” çekip uzaklaşıyor. Annem her şeyi ona anlatmış. Beni bağrına basıyor, benimle birlikte ağlıyor.

O gün hasta gibi akşama kadar yataktan çıkmıyorum. Gece uyandıkça sabah olanları hatırlıyor, sessiz sessiz ağlamaya devam ediyorum. Okula gitmemek ve hiç kimseyle karşılaşmamak için Küçük Ali gibi şehit olmak istiyorum.

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.