Kepez’in burnundaki kartal yuvasında bir yıldan fazla yaşamıştık. Fikret Bey başka bir yere atanınca, Rabia Hanım’ın da gitmesiyle annem çok yalnız kalmıştı. Ne dinleyecek radyosu ne de okuyacak kitabı vardı. Birkaç kez Nevşehir’den teyzemler gelmiş, onlar da fazla kalmamışlardı.
Hiçbirimiz de böyle bir evde yaşamaktan mutlu değildik. Babam bir akşam “Hadi gözünüz aydın, kaymakamlarla komşu oluyoruz” diye girivermişti evden içeri. Şaşırmıştık. Cumhuriyet Mahallesi’nde kaymakamlık konağının yanında iki katlı bir ev bulmuştu. Ertesi gün evi görmeye gittik. İki katlı taş bir evdi. Alt katta ‘İbicekler’ diye bilinen Osman Ağa, karısı Zekiye Hanım ve benim yaşımdaki kızları Güner yaşıyordu. Bizim tuttuğumuz üst katta ise iki oda, bir mutfak, beş altı basamakla çıkılan bir helâ, önünde de geniş bir dam vardı. Evi çok sevdik ve hemen taşındık. Evimizin önünde, Bezirhâne denilen, tarihi bir kalıntı, solda ilerde taş bir çeşme, karşımızda ise meyve ağaçlarıyla örtülmüş yemyeşil sebze bahçeleri vardı. Çeşmenin yanındaki binada ise zengin bir ressamın yaşadığı söyleniyordu. Yeni evimiz okulumuza, kaymakamlığa ve çarşıya düz bir toprak yoldan gidiliyordu. O yolun paraleli ise Kızılırmak köprüsüne ve Kırşehir yoluna çıkıyordu.
Yaşamımız kısa sürede değişmişti. Osman Ağa ve Zekiye Hanım çok candan insanlardı, kaynaşıverdik. Modern bir memur ailesi olarak mahallenin odak noktalarından biri hâline gelmemiz de hiç gecikmedi. Önceki evimize misafir gelmesini hiç istemediğimiz için annemle babam da başkalarına gitmiyorlardı. Şimdi durum değişmiş, babamın arkadaşları yeni eve taşındığımızı öğrenmişlerdi. Bir hafta sonu annemle babam Nevşehir’in ünlü Binbir Çeşit Mağazası’ndan yüklüce bir alışveriş yapmış, evimizi güzelleştirmişlerdi. Zaten o mahallede bir kaymakam konağının, bir ressamın taş binasının bir de bizim pencerelerimizden geceleri bembeyaz lüks lambası ışığı yayılıyordu ve bu bir statü sembolüydü. Artık hem misafirlerimiz oluyor hem de annemle babam misafirliğe gidiyorlardı. Jandarma Bölge Komutanı, Nüfus Müdürü, İlkokul Müdürü eşleriyle birlikte ilk misafirlerimizdendi. Onlardan biri de müftü Tevfik Bey, karısı Haviş Hanım ve oğlu Mehmet’ti. Müftü ince uzun boylu, simsiyah sakallı, bastonlu ve fötr şapkalı biriydi. Her şeyi bilen birisi gibi konuşurdu. Karısı Haviş Hanım’sa tombul bir kadındı ve söylenen her söze göbeğini hoplata hoplata gülerdi. Mehmet de daha okula yeni başlamış sevimli bir çocuktu.
Yeni eve taşınmamız sadece benim değil, annemin ve babamın da havasını değiştirmiş, babam çocuklar gibi şen ve şakacı biri oluvermişti.
Bir akşam müftüler bizdeyken babam beni öbür odaya çağırdı. Göbeğime kaş göz ve dudak çizerek bir güzel göbek kuklası yaptı. Bunları yaparken bir yandan da kıs kıs gülüyordu. Önüme tuttuğu tıraş aynasında kendimi görünce ben de gülmekten kendimi alamadım. Kısacık bacaklı, kocaman kafalı ve kocaman kavuklu bir cüceye dönüşmüştüm. Göbeğimi oynattığımda yüzüm şekilden şekle giriyor, bazen komik, bazen de korkunç görüntüler alıyordu. “Şimdi ben odaya girince kapıyı aralık bırakacağım biraz sonra da sen gireceksin ve müftülerin önünde şimdi yaptığın gibi göbeğini oynatacaksın, yânî göbek atacaksın ama dikkatli ol ve sakın gülme” dedi. Aralık kapıdan odaya girmemle bir kıyamet kopmuş, bir yandan Haviş Hanım, bir yandan da oğlu Mehmet çığlık çığlığa cinler bastı diye birbirlerine sarılmışlar, Müftü Tevfik Bey ise bastonunu kapıp dualar okuyarak üstüme yürümüştü. Babam çevik davranıp önüne geçmese bastonu yemiştim. Küçük Mehmet’inse korkudan dili tutulmuştu garip sesler çıkarıyordu. Herkes ayaktaydı. Annemin, babamın ve teyzemin bunun bir şaka olduğunu anlatma çabaları sonuç vermemiş, çocuklarının elinden tutup, arkalarına bakmadan gitmişlerdi. Bu olay kasabaya yayılmış, kimileri şakayı anlayabilmiş, kimileri de ‘eşek şakası’ diye tanımlamış, Müftülerle dostluğumuz da böylece sona ermişti.
Ressam mı oluyorum?
Okul dışında sulu boyalarım, çini mürekkebim ve resim defterlerimle vakit geçiriyordum. 50 Türk Büyüğü kitabındaki ünlülerin çini mürekkeple resimlerini yapıp ‘Okul-Sınıf’ adındaki dergiye gönderiyordum. Mithat Paşa’nın resmiyle ‘dört mevsim’ adlı manzumem o dergide ‘Şahin Tekgöz’ adıyla yayımlanmış kahrolmuştum. Babam arkadaşlarına gösterirken o resim, ressam olarak tanınan İnhisarlar (Tekel) Müdürü Sermet Bey’in dikkatini çekmiş ve babama “Oğlunuz büyük bir kabiliyet, okul saatleri dışında bana gönderin resim tekniğinin gelişmesine yardımcı olayım” demiş, bu davet babamın çok hoşuna gitmişti. Bir gün kendimi Sermet Bey’in evinde buldum. Çok sempatik ve sıcakkanlı biriydi. Benim resim yeteneğimin ve fotoğraf merakımın çok önemli olduğunu, geliştirirsem ilerde ünlü bir sanatçı olabileceğimi anlattı. Evi, bizimkinden çok farklıydı ve lüks döşenmişti. Koltuklar, ahşap masalar, camlı dolaplarla doluydu. Ortada büyük bir masa ve sonradan adının ‘şövale’ olduğunu öğrendiğim ahşap resim sehpaları, her birinin üzerinde de kimi yarım kimi tamamlanmış kara kalem kadın ve erkek resimleri vardı. Sonra bunların ünlü artistler olduğunu öğrenmiştim. Öğrenmiştim de daha sinemanın ne olduğunu anlamadan karton kutulardaki kartpostallarından Elizabeth Taylor, Tyron Power, Charles Boyar, Errol Flyn, Jean Russel, Clark Cable ve Vivien Leigh gibi pek çok ünlüyle daha çocuk yaşlarımda tanışma mutluluğuna ermiştim.
Sermet Bey, şövalenin birini boyuma göre ayarlamış ve benim de resim yapmamı istemişti. Ama ben utancımdan elime kalem bile alamıyor, onu izlemeyi tercih ediyordum. Masadaki karton kutu içinde Hollywood yıldızının kartpostalları vardı. Onlara ve şövaledeki büyük beyaz kartona, incecik bir kalemle belli belirsiz kareler çiziyor, sonra da kartpostallardaki resimleri o karelere göre büyüterek, resim kâğıdı denilen kartona aktarıyordu. Kalemlerinin kimine füzen, kimine yağlı siyah kalem, kimine kömür kalem diyordu. Bir de mürekkepli yazıları kurutmakta kullanılan kurutma kağıdının sıkı sıkı sarılarak kalem gibi rulo yapılmışı vardı ‘stop’ denilen. Resimdeki gölgeleri dağıtmak ve yumuşatmakta kullanılıyordu. Ondan öğrendiğim kara kalem resim tekniği daha sonraki yıllarda çok işime yaramış, Niğde Lisesi’nde okurken sınıflara asılmak üzere Türk büyüklerinin ve edebiyatçıların büyük portrelerinin yanı sıra arkadaşlarımın ya da yakınlarının fotoğraflarını büyütüp para kazandığım bile olmuştu.
Bana kalemleri nasıl kullanacağımı, gölgeleri nasıl vereceğimi anlatıyor ve “Sen bunları öğren ama benimki gibi kopya resimler yapma sakın, ben sana kara kalem resmin tekniğini öğretmeye çalışıyorum, sen aklına esenin resmini yap” diyordu. O bazen dairesindeki işten geç geliyordu. Öyle bir gün kutudaki kartpostalları karıştırırken onun bir fotoğrafını buldum. Tıpkı artistlerinkine benziyordu. Ona sürpriz yapmak istedim. Fotoğrafı şövalede büyütmeye başladım. O gelmeden üzerini kapatıp, başka bir resmi çalışıyor, yokluğunda ise devam ediyordum.
Babamın parmağı tabancasının tetiğinde imiş
Gel zaman git zaman, bir gün babam beni bir kenara çekerek, onunla ilgili bazı sorular sordu. Benimle neler konuştuğunu, benim ona neler söylediğimi, annemle ilgili konuşmalar yapıp yapmadığımızı… Bu sorgulamalardan hiçbir şey anlamıyordum. Sonuçta da oraya gitmem yasaklanmıştı. Nedenini bilemediğim için bu yasağa bir anlam veremiyor, babama için için kızıyordum. Nihayet bir gece annemle babamın kısık sesle konuşmalarına kulak misafiri oldum. Babam anneme ısrarla sorular soruyor, annem de hem ağlıyor hem de hıçkırıklar arasında yanıt vermeye çalışıyordu. Babam “Hanım, bir cahillik yapmış olabilirsin; yolunu kesip konuşmak istemiştir belki de. Pencereden de buraya ayna tutuyormuş hep, hiç görmedin mi? Gördünse bana niye haber vermedin?” diyor, annem ağlayarak kekeliyor, konuşmakta zorlanıyordu. Yalnız başına evden dışarı çıkmadığını, dama bile çıkmaktan korktuğunu, o adamın ayna tuttuğu zaman korkudan perdeleri sıkı sıkı kapattığını anlatmıştı. Bir gün de teyzemle annem ve Zekiye Hanım toprak damda konuşuyorlardı. Zekiye Hanım annemi ve babamı suçluyor, o adamın tekin biri olmadığını, benim o eve gönderilmemem gerektiğini anlatıyor, “Resim yapan adam şeytandır, yaptığı da şeytan işidir, oğlunu da kendine benzetiyor” diyordu.
Babam günlerdir burnundan soluyor, sigara üstüne sigara içiyor, ağır bir iftiraya uğrayan annemse sürekli ağlıyor… Evde konuşulan konulardan biri de İnhisarlar Müdürü’nün Ankara’da yaşayan ve zaman zaman Gülşehir’e gelen karısıydı. Babam Ankara’da Ulus Meydanı’ndaki Atatürk Anıtı’nın önünde halam ve kuzenimle birlikte çektirdiği fotoğrafı gösterip, tekrar Ankara’ya gideceğini, Sermet Bey’in hanımı aynı anıtın önünden geçerken yanına yaklaşıp konuşuyormuş gibi yapacağı sırada şipşakçıya işaret ederek fotoğraf çektireceğini, bunu da cümle aleme göstererek İnhisarlar Müdürü’nden öç alacağını anlatıyor, biz de bu fanteziye inanarak mutlu oluyorduk. O yılları anımsayanlar söz konusu anıtın Ankara’nın turistik noktalarından biri olduğunu ve özellikle gezmeye gelen yabancıların ve şipşakçı fotoğrafçılara hatıra fotoğrafı çektirdiklerini bilirler.
O günlerde bir pazar kasabanın Koruluk mesiresine pikniğe gitmiştik. Babam bir ara, bir deneme yapacağını söyleyerek bizi kalın gövdeli söğüt ağaçlarının arkasına yerleştirdikten sonra, kulaklarımızı tıkamamızı tembih etti. Sonra da cebinden çocuk oyuncağına benzeyen, sıfır altmış beşlik küçücük tabancasını çıkardı, çevresini kolaçan etti, büyük gövdeli bir söğüt ağacını nişan aldı ve tabancayı iki kez ateşledi. Tabancanın, ağaçlar arasında kaybolan cılız sesi hepimizi heyecanlandırmıştı. Sonra birlikte nişan alınan ağaca yaklaşarak gövdesindeki belli belirsiz delikleri büyük bir merak ve hayranlıkla inceledik. Babam denemenin başarılı geçmesinden mutlu görünüyordu. Bu denemenin nedenini bir gün sonra anlayacaktık.
Babamın heyecanını ve gerginliğini, çocuk olmama rağmen benden bile saklayamadığı birkaç gün geçti. O akşam işten döndüğünde pek keyifliydi. Günlerdir üzerine yapışmış olan suskun, gergin ve huysuz tavır gitmiş, yerine neşeli, güler yüzlü ve konuşkan Mustâbey gelmişti. Nedenini ertesi gün annem teyzeme anlatırken öğrendim. Babam o sabah kapıda Sermet Bey’i beklemiş, hükümet konağı yolunda yanına yaklaşarak annemi taciz etmesinin neden olduğu dedikodunun hesabını sormuş. Annemin sesi titreyerek anlattığına göre de bu konuşmayı yaparken bir eli cebinde, parmağı da tabancasının tetiğinde imiş. Sermet Bey ileri geri konuşur ya da anneme iftira atmaya kalkarsa o anda tabancayı beynine dayayıp tetiği çekecekmiş. Oysa Sermet Bey büyük bir terbiye ve saygı içinde söylentilerin dedikodudan ibaret olduğunu, böyle küçük yerlerde herkesin dedikodu çıkarmaktan zevk aldığını, kendisininse babama ve ailemize derin bir saygı duyduğunu, özellikle benim resim yeteneğimi de takdirle karşıladığını anlatmış, derslere devam etmemi istemiş ama babam bunu şiddetle reddetmiş…
Radyoyu yeniden keşfediyoruz
Resim derslerinin sona ermesi üzerine babam iyiden iyiye sakinleşmişti. Bir gün anneannemin ve teyzemin bir sorunu nedeniyle gittiği Nevşehir’den elinde bir çift kulaklık ve küçük bir karton kutuyla döndü. Kutunun içinden, iki ucunda tel bağlantıları bulunan küçük cam bir kutucuk çıkmıştı. Bir yanında ucu kutucuğun içindeki kısa bir iğneye bağlı oynak bir tutamak vardı. İğnenin ucu, karşısındaki nohut ya da fındık büyüklüğünde siyah ve parlak bir taşa dokunuyor, tutamak oynatıldığında iğnenin ucu taşın üzerinde geziniyordu. Babam “İşte bu yeni radyomuz, ama bu kulaklıkla yalnız bir kişi dinleyebiliyor” dedi. Geç saatlere kadar uğraşmasına rağmen cılız birkaç ses dışında hiçbir istasyon bulamamıştı. Ertesi gün pazardı, sabah erkenden kepeze çıktık babamla. Orada da aramayı sürdürdük. Yabancı dillerde bazı konuşma ve müzik sesleri geliyordu kulaklığa. Sonunda Ankara radyosunu yakalayabildik. Çocuklar gibi şendik. Akşama kadar sırayla dinledik Ankara radyosunu.
O radyoya ‘galenli radyo’ deniliyordu. İçindeki taş gümüş sülfürdü ve Gülşehir’in taşı toprağı bu mineralle doluydu. Babam usanınca o oyuncak radyoyu bana bırakıverdi, okula götürdüğümde de öğretmenler ve arkadaşlarım arasında büyük sükse yapmıştım. Okul başarım bütün aileyi, özellikle babamı çok mutlu ediyor, bana daha arkadaş gibi yaklaşmasına neden oluyordu. Hele 23 Nisan töreninde okul bayrağını benim taşımam ve bir de kürsüde şiir okumam babamı havalara uçurmuştu.
Baharla birlikte Kızılırmak kenarında piknikler, Kepez’de uçurtma şenlikleri birbirini izlemeye başlamıştı. Ben de uçurtma yapmıştım ama çok büyük değildi ve başkaları arasında kayboluyordu. Bir öğleden sonra babam kaymakamlığın odacısı Necmi’yle birlikte geldi. Ellerinde yaklaşık bir buçuk metre boyunda ince çıtalar ve mulaj dediğimiz renkli, parlak ve büyük kâğıtlar vardı. Nevşehir’den de büyük bir kangal İngiliz sicimi getirtmişti. Dama bir savan (Genellikle bağ bahçe işlerinde kullanılan kalın kilim) serildi ve uçurtmanın yapımına başlandı. Çıtalar çatılınca benim boyumda bir iskelet çıktı ortaya. Babamla Necmettin kenar iplerini gerip kâğıt kaplamalarını yaparken bana da kuyrukta kullanılacak şeritleri kesmek kalmıştı. Uçurtma heyecan verici bir boyuttaydı. Ertesi gün uçuracaktık uçurtmayı, o gece babamı bilmem ama ben hiç uyuyamadım.
Uçurtma katilleri ve acı bir veda
Hava hafif rüzgârlı, Kepez kalabalıktı ve uçurtmalar havalanmıştı. Bir anda herkesin gözü üzerimize dikildi. Necmi uçurtmayı ben de arkasından uzun ve rengârenk kuyruğu taşıyordum. Birbirinden büyük iki sicim kangalı ise babamdaydı. Bu kadar büyük bir uçurtmanın yükselemeyeceğinden endişe ediyordum. Bir an babamın benden daha heyecanlı olduğunu fark ettim; o da benim gibi bir çocuktu. Biraz sonra rüzgâra doğru koştu, elindeki sicim gerildi ve o dev uçurtma gürültüye benzer sesler çıkararak yükselmeye başladı. Herkes hayranlıkla izliyordu. Uçurtma o kadar yükselmişti ki, ötekilerin hepsi küçük kâğıt parçaları gibi aşağılarda kalmıştı. Necmi belli ki deneyimliydi bu konuda, “Aman Mustafa Bey, sicimi deve boynunda tutun, fazla germeyin” diye uyarıyordu. Zevkten dört köşeydik. Babam, sıkı tutmamı tembih ederek sicimin ucunu bana bıraktı. Bir anda ayaklarım yerden kesilir gibi oldu, korktum. O sırada tanımadığım biri Necmi’nin yanına yaklaşıp kulağına bir şeyler söyledi. Necmi telaşlanmıştı. “Mustafa Bey sicimi toplayın isterseniz, jilet atacaklar…” dedi. Duymuştum, kıskananlar uçurtmalarına jilet bağlayıp, rakip uçurtmaların sicimini havada kesiyorlarmış. Babam aldırmadı, sicimi elimden alıp Kepez’in ucuna doğru koşmaya başladı. Öteki uçurtmalardan uzaklaşmaya çalışıyordu. Tam o sırada mor kâğıtla kaplanmış bir uçurtma bizimkine yaklaştı, Necmi’nin “Mustafa Bey dikkat!..” diye bağırmasına kalmadı, sicim kesildi. Uçurtma önce sağa sola yalpaladı, sonra taklalar atarak alçaldı. Kepez’in burnundan aşağılardaki Çalışanlar Mahallesi’ne doğru inmeye başladı. Kahrolmuştuk. Necmi jilet atan uçurtmanın sahibini bulmaya çalıştı ama kalabalıkta imkânsızdı. Gerisin geri koşup Kepez’den indi. Galiba uçurtmayı bulmaya gidiyordu. Bütün emekler boşa gitmişti, büyük bir üzüntü ve düş kırıklığıyla döndük eve. Bir saat kadar sonra Necmi uçurtma ölüsünü getirdi eve. Babam da ben de berbat durumdaydık. Binde bir içtiği halde Necmi’ye para verip bir küçük rakı aldırdı…
Okullar tatil olmak üzereydi. Hademe sınıfa girip müdürün beni istediğini söyledi. Müdürün odasında Sermet Bey ve karısını görünce yeni bir sorunla karşılaşacağımı sandım, yüreğim ağzıma geldi. Sermet Bey bana yaklaşarak saçlarımı okşadı ve “Resim arkadaşım seni özlemiştim; biz buradan temelli gidiyoruz, sana veda etmek istedik” dedi. Sonra elindeki dosya gibi kartonu açarak içinden benim yaptığım portresini çıkardı. “Bu resmini çok sevdim, benim için imzalamanı istiyorum, seni hiç unutmayacağım” dedi. Boğazım düğümlendi, ağlamamak için zor tuttum kendimi. İmzam yoktu o yaşta. Cebinden çıkardığı dolma kalemle adımı soyadımı yazdım. O da adımın altına o günün tarihini yazdı. Sonra yanaklarımdan öptü ve müdürün de elini sıkarak veda etti. Hakkındaki dedikodular yüzünden istifa etmiş, Ankara’ya yerleşecekmiş. Hatırladıkça hâlâ boğazım düğümlenir, gözlerim yaşarır…
Şahin Tekgündüz