Yeşeriyorum

Ulus Devlet ve Kürt Açılımı

0

Hüseyin Güngör

Hükümetin ortaya attığı içi doldurulamayan Kürt acılımı üzerinden yürüyenkur tartışma çeşitli çevrelerde farklı içeriklerle sürüyor. Başbakanın danışmanı Adana milletvekili Ömer Çelik’in gecen haftalardaki açıklamaları açılımın mahiyeti konusunda bazı ipuçlarını ortaya serdi. Çelik, ABD’nin bölgeden çekilmesinin yaratacağı fırsatın iyi değerlendirmesini,  bölge güvenliği için PKK’ nın tasfiyesi, Musul ve Kerkük’ün Türkiye’nin hayat sahası içinde olduğunu, defansif pozisyondan ofansif pozisyona geçişten söz etmesi, açılımla kastedilenin çözüm odaklı değil, mevcut durumun bugüne kadar sürdürülmesinde aktif rol oynayan güç odaklarınca üzerinde uzlaşı sağladığı bir güvenlik projesi olduğu şüphelerini doğurdu. Öte yandan ülke bazında kangrene dönüşen ve taşınması giderek olanaksızlaşan sorunla ilgili AKP’nin samimi olduğunu düşünsek dahi ne derece açılımın arkasında duracağı tam bir muamma. Eğer bu açılım gerçekten bir demokrasi projesi ise ordu, muhalefet ve büyük sermayeden gelen tepkiler karsısında çözüm mercii olarak hükümetin içine girdiği ürkeklik hali beklenti ve umutları giderek suya düşürüyor. Her ne kadar fiyasko emareleri baş gösterse de tartışmaların eskiye oranla daha empatik zemin üzerinde yürüyor olması ülke tarihinde pek alışık olmadığımız asırlık tabuların, yönetim yanlışlarının, çarpıtılarak benimsetilmiş kavramları sorgulayarak yeniden düşünmemizi gerekli kılıyor. Gerçek barışa giden çözüm yolu ancak yerleşik paradigmaları sorgulamakla mümkün olabilir.

Gerçekte Sorun Kürtler Mi, Devlet Mi?

Sorun kavramı özünde olumsuzluk ifade eden bir kavram. Kürt isyanları keyfiyetten çıkmadığı ve bir nedene dayandığı için ilkin ”Kürt sorunu” yerine aslında yakın tarihimiz boyunca tanık olduğumuz çatışmalara neden olan asıl öze 18. Yüzyıl Avrupa koşullarında şekillenmiş modern devlet modelinin kötü bir kopyası olan ulus devlet mantığına odaklanmak gerek. Bu tanımlama Kürtlerin sorun yarattığı, sorunun kaynağıymış gibi algılanmasına neden oluyor ki gerçekte Kürtlerin Kürt olmakla taşıdığı aidiyetler için talep ettiklerinin çatışma ve soruna dönüşmesinde devletin kuruluş ve örgütleniş biçimini, ideolojik dayanaklarını kısaca “devlet olma” vasfını tartışmak çözümde daha doğru ve gerçekçi çıkısı sağlayabilir.

TSK Bir Siyasi Parti Mi?

Sorunun özü siyasi olduğundan TSK’nin siyasal alana müdahale ederek bir nevi siyasi parti misyonu üstlenmesi, mevcut siyasi partiler üzerinde baskı kurması demokrasinin asgari normlarıyla bile çelişen bir durum. Genelkurmay başkanının muhtelif zamanlardaki açıklamalarında üzerine basarak çizdiği sınırlar ve buna dayanak olarak anayasanın tekliğe vurgu yapan maddelerini ve TSK iç hizmet yönetmeliğini göndermede bulunması, en güçlü odak olarak mevcut statükonun aynen devam edilmesinin istendiğini açıkça ortaya koyuyor. Gerçekte üniter devlet anlayışı milliyetçilik ideolojisinin temel dayanağı olan ulus-devletle aynı anlama geliyor ki bizatihi Kürt isyanlarına neden olan şeyin ta kendisi. Yüzyılın başlarında belli bir bölgeyle sınırlı feodal, dini nedenlerle harmanlanmış ama özünde etnik temelli kürt isyanlarından farklı gelişen son 30 yıllık çatışma süreci, ağır insani, ekonomik, sosyal sonuçlar doğurdu. Geldiğimiz nokta da PKK silahlı mücadele yönteminin anlamını yitirdiğini, kazanacak bir şeyi olmadığını fark etmekte, devletin de savaşarak PKK’ya mutlak yenilgi ve yok oluşu dayatmasının mümkün olamayacağı saptaması her defasında taraflarca vurgulanmaktadır. Çözüm yolunda barış ortamı sağlanmasının ön koşulu, nefret ve ayrılığı körükleyen çatışma ortamının ivedilikle bertaraf edilmesini gerektiriyor.

Ulus – Devletin Ortaya Çıkışı

Afşar Timuçin’in derlemiş olduğu felsefe sözlüğünde ulus kavramı söyle tanımlanır:  ”Aralarında kültür birliği bulunan bireylerin kurduğu toplum; bir devleti oluşturan toplum; bir ülkede birlikte yasayan yurttaşlar topluluğu. Ulus bir kültür birliği ortaya koyuşuyla bir yönetim aygıtı olan devletten ayrılır(…)”

Modern devlet ya da ulusu-devlet merkezileşmiş, toprak egemenliğini ve bu topraklardaki baskıcı güç tekelini elinde tutan ya da talep eden, hüküm sürdüğü toprak alanlarında ki her bireyi vatandaşlık bağıyla kendine bağlayan yönetim mekanizmasını ifade ediyor. Her bir devletin kendi kurallarına göre tanıdığı ya da reddettiği milliyet kavramı da bu vatandaşlık iliksisinden doğar. Yapay bir kavram olarak etnik üstü anlam yüklenmeye çalışılan ulus-devlet gerçekte hakim etnik grubun iktidarını ifade eder. Ulus-devlet aslında birbirine mesafeli iki kavramın bir araya getirilmesiyle oluşmuş mayhoş bir karışımı ifade ediyor. Güven verici sıcak bir duygusal düşünce olan ulusla devletin soğuk gerçekliğini belirten bu kavram 18. yüzyıl Avrupa mutfağında türetilip pişirilmiştir Batılı ulus-devlet görünürde uzlaşamaz iki felsefenin alışılmadık birleşiminden güç alır: Akılcılık, yani amaç ve verimliliğe başvurma (devlet) ile romantizm yani duygulara, soya, kana, ortak kadere başvurma (ulus). (Çokültürlülük Bilmecesi, Baumann, dost yayınları)

Modern ya da batılı ulus devletlerin çıkısı temelde modern Avrupa’nın erken dönemlerindeki ekonomik ve jeopolitik zorunluluklarından doğmuştur. 1400’lu yıllardan itibaren doğudan gelen baskıların etkisiyle de olsa gerek Avrupalılar basta tarım ürünleri olmak üzere gelişmeyen üretim teknolojilerine rağmen, doyurmakta zorlandıkları artan bir nüfus baskısı ile karşı karşıya kalmışlardır. Avrupa tarihinde kitlesel insan kaybına neden olan çok sayıda yaygın kıtlık vakasının olduğu gerçektir. Birbirleriyle yapmış oldukları toprak savaşları da yıkımdan başka bir şey getirmediği gibi eldeki kaynakların tüketilmesine neden olmuştur. Sonrasında basta Amerika’nın keşfi olmak üzere sınırların aşılması, deniz aşırı ülkelerin sömürgeleştirilmesiyle faturalar başkalarına ödettirilmiş,  kıtaya akan kaynaklarla oluşan zenginlik geleneksel devletlerde ve toplumlarda bazı niteliksel değişikliklerin altyapısını oluşturmuştur. Batı Avrupa’nın geleneksel devletleri 16.yüzyılda sınırlarını asarak dünyanın gerisinin sömürülmesiyle elde ettikleri ekonomik güçleriyle kökleşmiş bürokrasi yarattılar. Etnik bir grubun sınırlarını aşaraktan hüküm sürdükleri topraklarda, sömürgelerdeki diğer halkların ödediği bedelleri pahasına elde ettikleri kaynakları kendi toplumlarına tahvil ederek kendilerini ve sınırlarını korumaya çalışmışlardır. En tepeden başlayarak tüm devlet bürokrasinin kendini koruma kaygısından doğan toplumdakilerle bu yeni ilişkilenme biçimi sefalet, yokluk ve açlıkla pençelesen Avrupa insanı nezdinde devletin akılcı yönüyle uyuşma, süreç içerisinde ulus-devlet kavramıyla vücut bulduğu şekilde yeni bir karakter kazanmıştır. Ulus-devlet sınırları içerisindeki birçok farklı unsur ekonomik, dinsel nedenlerle ya da şiddet gibi araçların yanı sıra; kan, soy bağı, ortak kültür, kader birliği gibi romantik kavramlarla uluslaşma sürecine bir şekilde dahil olmuşlardır. Aynı zamanda ekonomik güç kazanan ulus-devletler hüküm sürdükleri topraklar üzerindeki farklı kültürlerden gelen insanları eğitim sistemiyle tıpkı sigara fabrikasında üretilen her bir sigara gibi standartlaştırmaya tabi tutmakta son derece başarılı olmuşlardır. Refah toplumunun getirdiği olanaklar ölçüsünde bu süreç dünyanın diğer bölgelerinde gelişen sonraki uluslaşma süreçleri kadar ağır bedeller ödemeyi gerektirmemiştir. 18.yüzyılda Fransa başta olmak üzere hanedanlıktan halkın yönetimine geçişte de bu karakter daha belirgin hal almaya başlıyor. Bu yüzyılda sanayileşme sonucu burjuvalaşma ve proleterleşmeyle başlayan sınıf mücadelesi, daha fazla talep edilen demokrasi ve özgürlükler 20. yüzyılda yaşanan dünya savaşlarına kadar ulus-devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan bireylerin devleti soy, kan ya da kader birliği olarak gören romantik yönünden ziyade akılcı yönü,  yani daha iyi hizmet gören, daha fazla sosyal hak tanıyan yönüyle değerlendirilmesini sağlamıştır. Her ne kadar kana soya ya da kader birliğine dayalı milliyetçi akımların varlığı daima söz konusu olmuşsa da gerçek anlamda akılcı yön hep ağır basmıştır, ancak dünyanın gerisi için yapılan paylaşım savaşlarında milliyetçilik hortlayarak tekrar Avrupa’nın karsısına dikilmiştir, hem de hiç olmadığı kadar ağır bedellerle birlikte. Bu nedenledir ki AB biraz da geçmişten kaynaklanan yıkıcı etkileri bertaraf etmek amacıyla bir nevi denge unsuru olması acısından çok kültürlü bir proje olarak tasarlanmıştır.

Öz itibarıyla batı kaynaklı ulus-devlet kavramı Avrupa coğrafyasında bazı kırıntılar bırakmanın dışında yeni bir tahakküm biçimi olarak devlet toplum ilişkisine sömürüden sağladığı refahla sekil verirken, dünyanın gerisine acılarla yoğrulmuş kötü bir miras olarak kalmıştır. Devletlerin kendi tahakkümünü koruması adına Milliyetçilik gibi yapay türetmelerle halklar manipüle edilmiş adeta birbirlerini boğazlamaya başlamışlardır. Sadece Anadolu’nun yakın tarihine, Arap devletlerine Afrika ve Amerika’ya bakmak konunun vardığı boyutlar hakkında bir fikir verebilir.

Türkiye’de de geldiğimiz nokta itibarıyla ulus-devlet anlayışı içerisinde demokratik çözüm ya da çok kültürlülük üzerine yeni bir devlet-toplum ya da etnik farklılıkları bir arada tutma perspektifini hayat geçirmek mümkün müdür? Çok kültürlü bir ulus-devlet bir anlamda terimler zıtlığıdır. Bu temelde Amerika örneği verilebilir ancak onun kuruluş felsefesi, ekonomik rekabet koşulları, herkesin dışarıdan geldiği melez bir kültür olusunda vatandaşların hemfikir olması superetnik bir toplum olarak farklı bir noktada değerlendirilmesini gerektiriyor.

derHepimiz Kardeşiz, Kaderimiz Bir Ama Nasıl?

Simdi ulusun tanımında gecen kültür, duygu ya da kader birliği kavramlarının ülkemizdeki yansımalarına bazı örnekler üzerinden bir göz atalım. Türk-Kürt kardeştir ama sen dilini kullanma çünkü ulus devlet esasına aykırı. Van’ın Özalp ilçesinde 33 köylunun katliam emrini veren Mustafa Muğlalı heykelinin askeri birlikçe ilçe meydanına dikilmesi karsısında bölge halkında nasıl bir duygu ya da kader birliği içinde olması beklenebilir. Ya da yer adlarında yapılan değişiklikler. Mesela Dersim adı yörede yasayan insanlar için manevi anlam içeren kadim bir adlandırmayken halk tarafından pek de benimsenmeyen Tunceli olarak değiştirildiğinde nasıl bir kader birliğinden söz ediliyor.

yavSadece Kürtler üzerinden değil mesela Yavuz Sultan Selim’in Aleviler de nasıl bir algı yarattığı konusunda fikir sahibi olanlar bunun hiç de kader birliğini refere etmediğini biliyorlardır herhalde. Örnekler çoğaltılabilir, çünkü tarihimiz bunlarla dolu. Olaylar herkes için farklı anlamlar barındırıyor. Burada ayrılıkları somutlaştırmaktan ziyade çok kültürlü birlikteliğin nasıl olması gerektiğinden ve bunu sağlayabilmek için nelerin yapılmamasının uygun düşeceğini vurgulamak istedim.

Sonuç olarak kötü bir kurgunun çok kötü kopyası olan ulus-devletin duygulara hitaba eden romantik yönü sınıfta kalmıştır. Şiddete başvuran yön çürümeye yüz tutsa da hala geçerliliğini koruyor. Bununla mücadele etmek için öncelikle topluma benimsetilmiş olan bu kavramları ve karşılıklarını yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Zira Kürt acılımı gibi netameli bir konuda toplum desteği olmadan ilerlemek mümkün değil. Bu temelde Kürtlerle yapılacak barışta ilk adım öncelikle bir özürle başlamalı hem de tüm Türkler ve Kürtlerden, özelliklede savaşın ağır bedellerini hayatlarıyla ödeyenlerden işe başlamalı. Şiddetin bitirilmesi sonrasında acil olarak aşağıdan yukarıya talepleri dikkate alan yeni bir anayasayla ise girişmeli. Farklılıkları zenginlik olarak gören, yetkileri merkezden yerele devreden, hoşgörü safsatası ve tekliğe değil, eşit yurttaşlık temelinde karşılıklı anlayış ve empatiye referans olabilecek, kimliği, inancı, dili ne olursa olsun bütün vatandaşları karsısında tamamen kör olan sivil demokratik bir anayasa… Bu coğrafyanın tarihsel birikim, beceri ve yaratıcılığı çok kültürlü toplum kurma doğrultusunda yepyeni ufuklar açabilir, yeter ki sokulduğu cendereden çıkmasına yardımcı olacak demokratik zeminin oluşmasına şans verilsin.

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.