Evren Balta’nın bu yazısı birikim.com’dan alındı
dergisiSiyasetin bizi temsil etmediği, çıkarlarımızı/arzularımızı dışarıda bıraktığı bir durumda ne yapmalıyız? Siyasetin doğrudan kendi iyi yaşam ideallerimizle tezat oluşturduğu bir ülkede kalıp o ülkenin siyasetini değiştirmeye mi çalışmalı yoksa kendimize başka yerlerde yeni yaşamlar mı kurmalıyız?
Siyasi tercihlerimiz çoğunluğun tercihleri ile uyuşmadığında o siyasi sistemi terk etme olasılığımızın güçlenmesi ne anlama gelir? Eğer vatandaşı olduğumuz ülkenin siyasetine katılmak yerine yaşadığımız ülkeyi değiştirmek yaşam tercihlerimizi belirleyen daha kolay (ve daha risksiz /maliyetsiz) bir seçenek haline gelirse bundan siyaset nasıl etkilenir? Tamamen bireysel gibi algılanabilecek bu tercihler aslında siyasetin ve toplumun dönüşümüne dair ipuçları verebilir mi?
Kuramsal gibi görünen bu sorular aslında yaşadığı ülkede gelecekten umudunu kesenlerin başka bir yaşam arayışını doğup büyüdükleri yerlerde değil başka ülkelerde sürdürme arzusu etrafında sordukları sorular. Bu sorular, Türkiye’de kentli kozmopolit grupların özellikle Gezi sonrası dönemde Türkiye’de yükselen dışlayıcı popülist siyasi hat karşısında giderek daha fazla hesaplaştıkları sorular.
Ama bunlar sadece Türkiyeli kozmopolit orta/üst sınıfların kendilerine sordukları sorular değil. Örneğin Donald Trump’ın ABD seçimlerini kazanması ihtimali Trump karşıtı kamptaki ABD’li seçmenlerin de aynı soruları sormalarına yol açmıştı. Miley Cyrus’tan Whoopie Goldberg’e kadar pek çok ünlü isim eğer Trump kazanırsa ülkeyi terk edeceklerini açıkladılar. ABD’li internet kullanıcıları arasında “Kanada’ya nasıl taşınabilirim” sorusu Google’da en çok arama yapılan başlıklardan biri haline geldi.
Benzer bir eğilimin Avrupa’da da yürürlükte olduğunu söylemek mümkün. Avrupa radikal sağı bugün 1930’dan beri ulaştığı en yüksek destek oranlarına sahip. Avrupa’nın her tarafında sınırların gayri-milli fikirlere ve her türden yabancıya kapatılmasına vurgu yapan, (kendi) milletinin büyüklüğünü ve geçmiş zaferlerini söylemlerinin köşe taşı haline getiren radikal sağ partiler büyük bir destek topluyorlar.
Örneğin daha geçtiğimiz ay Avusturya başkanlık seçimlerini Yeşiller radikal sağcı Norbert Hofer’a karşı ancak ülke dışında yaşayanlardan gelen oylarla kıl payı farkla kazandılar. Bir kez daha kazanabilecekleri garanti değil. İngiltere’de parti sistemi merkezde toplanan iki partili yapısını koruyor ama, bu ay içinde, kampanyaların göçmen karşıtlığı ve ulusal egemenlik üzerinden yürütüldüğü Avrupa Birliği’nden çıkış referandumu oylanacak. Avrupa’da otoriter popülist partilerce yönetilmeyen ülkelerde dahi anaakım partilerin siyasi hattını popülist söylem belirliyor. Macaristan, Polonya gibi pek çok Avrupa ülkesinde ise otoriter popülist hat doğrudan iktidarda. Amerika ve Avrupa’daki bu eğilime Rusya ve Hindistan gibi ülkelerde yükselen otoriter popülist hat eşlik ediyor.
Dolayısıyla söylem olarak millici, kültürel olarak dışlayıcı ve içe kapanmacı, rejim tipi olarak otoriter bir siyasi hat halihazırda dünya nüfusunun çok önemli bir bölümünün yaşamını belirliyor. Elbette bu siyasi hattın etkinliği siyasi kültür, demokratik kurumların gücü, ülkedeki bölünmelerin yapısı, siyasal ve ekonomik krizlerin doğası, iktisadi eşitsizliğin boyutları ve uluslararası ekonomiye eklemlenme biçimi gibi faktörler üzerinden ülkeden ülkeye değişiklik gösteriyor. Dolayısıyla bu hattın siyaset üzerinden yarattığı tahribat dünyanın her yerinde aynı değil. Ama yine de benzer söylemleri ve stratejileri kullanan bir siyasi hattan söz etmek mümkün.
Dünyanın her yerinde pek çok kişi bu yükselen siyasi hat karşısında temel strateji olarak yaşadıkları, doğup büyüdükleri ülkeyi terk etmeyi düşünüyorlar. Bu terk arzusu kişisel tercih ve olanaklara işaret ettiği kadar, kolektifin yeniden kurgulanışı konusunda da pek çok ipucu sunuyor.
Gitmek mi zor, kalmak mı?
Her şeyden önce yukarda kısaca özetlemeye çalıştığım otoriter popülist siyasetin bir sınıfsal karşılığı var. Bu sınıfsal karşılık kişilerin (ulusal) ekonomideki pozisyonları kadar, bireylerin ulusötesi alana eklemlenme biçimleriyle de örtüşüyor.
Otoriter popülist siyasal hat, ulusötesi alanın genişlemesi üzerinden kendini tehdit altında hissedenlere hitap ediyor. Sözkonusu tehdit İŞİD gibi örgütlerin yarattığı fiziksel tehdit olduğu gibi fikirlerin hareketinin kimliklere yönelttiği kültürel tehditler ya da insan hareketlerinin yarattığı ve kaynak bölüşümünü değiştiren iktisadi tehditler de olabiliyor. Yeni otoriter popülizm tehdidin ancak sınırların (kişilere ve/veya fikirlere) kapanması ile bertaraf edilebileceğini iddia ediyor. Trump Meksikalılara, Avrupa Suriyeli göçmenlere, Türkiye fikirlere kapısını kapatıyor. Hareket etme imkânından mahrum olan toplumsal gruplar bu kapanma odaklı çözüm stratejisinin başat mağdurları.
Kapanma sadece dışarıdan gelen etkilere değil, aynı zamanda içeride var olan gayri-milli unsurlara da odaklı. Başka deyişle yabancılar, sadece başka bir ülkenin pasaportuna sahip olanlar değiller. Kapanma, popülizmin vaat ettiği dünyadan farklı olarak evrensel bir dünya fikrine inanları da hedef alıyor. Otoriter popülizmin evrensel ve yerel arasında yarattığı yeni toplumsal yarılma, en fazla, küresel dünyayla eklemlenmiş, transfer edilebilir yetenekler ve sermayeye sahip olan grupları ve hareket etmediğinde dahi evrensel fikirlerin taşıyıcısı olabilen kolektifleri/bireyleri dışlıyor. Popülist siyasi hattın anti-elit söylemi tam da bu gayri-milli grupları ana düşman olarak belirliyor.
Bir diğer deyişle kendi ülkesinden başka ülkelerle (bir biçimde) ilişkisi olan, o ülkelerde yaşayan başka milletlerden insanlarla ortak değerleri paylaşan pek çok insan yaşadığı ülkeyi terk etmek istiyor. Çünkü siyasetin hegemonik formunun kendilerine yöneldiğini ve varlıklarının değilse bile değerlerinin dışlandığının farkındalar. Bu dışlama geçmişteki milliyetçilik formlarında olduğu gibi sadece ülke içinde yaşayan farklı etnik/dinî gruplara ya da azınlıklara yönelik değil. Bizzat kendini ülkenin “hâkim unsuru” olarak gören, hâkim unsur olmanın yarattığı avantajlarla dünyaya eklemlenen ayrıcalıklı gruplara yönelik.
Bu gruplar kendi pozisyonlarının hızla eridiğinin farkındalar. Dolayısıyla “ülkeyi terk mi etmeli” sorusunun temel nedenlerinden biri tam da bu son derece gerçek tehdit ve onun yol açtığı dışarda bırakılma hissi.
“Ülkeyi terk mi etmeli?” sorusunun soruluyor olmasının bir diğer nedeni de erişilebilir bir ufka işaret etmesi. Bir diğer deyişle sözkonusu gruplar diğer ülkelerle kurumsal, kültürel ya da sosyal bağlara ve küresel mekânlara kolaylıkla transfer edilebilecek kültürel ya da iktisadi sermayeye sahipler. Bir kısmının bu ülkelerle ek bir vatandaşlık bağı da var.
Dünya sınırlarını çeşitli kaynaklardan mahrum olan, yoksul göçmen gruplarına kapatırken, bir yandan da entelektüel ya da iktisadi sermaye getiren gruplara açıyor. Konut edinme ya da yatırım yoluyla vatandaşlık satma, sınırlarını yoksul göçmenlere kapatan dünya devletlerinin kültürel ve iktisadi sermaye sahibi kozmopolit üst/orta sınıfları kendi etki alanlarına çekmek için uyguladıkları yaygın kurumsal politikalar arasında.
Bir başka ülkeden vatandaşlık edinmek isteyenlere yardım eden hukuk firmaları, vatandaşlıkların tanıtıldığı fuarlar, çeşitli ülkelerin vatandaşlıklarını sorumluluklar ve imkânlar açısından kıyaslayan istatistikler var. “İkinci bir vatandaşlık alabileceğiniz ve vergi de ödemeyeceğiniz ilk 20 ülke” benzeri yazılar internetin göz bebeği haline gelmiş durumda.
Dolayısıyla ulusal siyasetin artık tam anlamıyla onları temsil etmediğini düşünen kozmopolit orta/üst sınıfların kendilerini (kültürel ve iktisadi olarak) rahat hissedecekleri mekânlara göç etmeleri için hem gerçekçi nedenleri, hem bunu yapacak kişisel imkânları var.
Kısacası “ülkeyi terk etmek” ayrıcalıklı gruplar için gerçekçi ve gerçekleştirilebilir bir seçenek. Hayatınızı idame ettirdiğiniz kolektiviteyi terk etme imkânınız o kolektiviteyi değiştirme ihtimalinizden daha gerçekçi ve daha az maliyetli ise gidersiniz.
Öte yandan bu “rasyonel” bireysel kararların toplamının kolektif bir maliyeti var. Bu maliyet popülist siyasetlerin dışladığı temel değerlerin daha da aşınması, anti-elit siyasal retoriğin güçlenmesi, bu değerleri savunacak aktörlerin sayısının ve güçlerinin azalması olacak. Bu durum demokrasinin (varsaydığımız) orta/üst sınıf temellerinin de aşınması anlamına geliyor. Üstelik popülizmin sıkça başvurduğu ve zafer hikâyesinin önemli bir parçası olan “sadece kendi yaşamını düşünen ve kendini kurtarmak isteyen” elitler söyleminin de güçlü bir örneğini teşkil ediyor.
Yeniden aynı soruya dönerek bitireyim. Ülkeyi terk mi etmeli? Bu sorunun tek bir cevabı yok. Cevabı neye öncelik verdiğiniz ve sahip olduğunuz (sosyal, kültürel ve iktisadi) sermaye ile doğrudan bağlantılı çünkü.