Geride bıraktığımız 2010 yılının kaydedilmiş en sıcak yıl olacağı hemen hemen kesinleşti. Aralık ayında Kuzey Avrupa’da yaşanan soğukların ortalama sıcaklığa etkisi medyada bulduğu yer kadar çok olmuyor. Üzerinde güneş batmayan Britanya imparatorluğunun şiddetli kar yağışlarında felç olan havaalanlarıyla ünlü küçük adasının yeryüzünün sadece on binde 5’ini kapladığını hatırlamak büyük İngiliz ulusunun hoşuna gitmeyebilir. Ama gerçek bu. Britanya tamamen donup buz kesse, dünyanın ortalama sıcaklığı bundan etkilenmeyebilir. İşte bu yüzden hem bu yılın ilk aylarında, hem de son birkaç haftadır uygar dünya aşırı soğuklardan muzdarip olsa da, 2010 yeni bir sıcaklık rekoru daha kırdı işte. (James Hansen’in “madem küresel ısınma var, bu lanet soğuklar da neyin nesi?” sorusuna standart cevabıdır: “çünkü kış aylarındayız”). Bu arada 2011’in bundan biraz daha serin olabileceği tahmini yapılıyor. Artık 2011 üçüncü mü olur, dördüncü mü göreceğiz.
2010, Pakistan’daki seller ve Rusya’daki orman yangınlarıyla beş yıl önce New Orleans’ı yutan Katrina tayfununu bile unutturan bir sene oldu. Üstelik 2005’den bu yana Atlantik kıyılarında çok yıkıcı tayfunlar olmuyor. 2011’de bu kadar ara yeter diyecek mi, bakalım? Ama tahmin yapacağız diye felaket tahmin etmeye gerek yok. Umarım iklim felaketleri bir sene olsun ara verir 2011’de…
Zaten iklim değişikliği konusunda öngörüde bulunmak hem kolay, hem de zor. 2011’de büyük iklim felaketleri yaşanacak, yazın sıcak dalgaları, muson mevsiminde seller olacak demek artık tahminden sayılmaz. Cancun’dan sonra Durban’da da hayal kırıklığı yaşayacağımızı tahmin etmek de kolaya kaçmak olur. Bu nedenle özelde iklim değişikliği aktivizminde, genelde de ekoloji ve yaşam mücadelesinde nasıl bir yılın bizi beklediğini ancak bizim de aktörü olduğumuz gelişmeleri tartışarak tahmin edebiliriz.
***
İklimle sınırlı kalırsak, Aralık ayında Durban’da yapılacak olan 17. iklim zirvesinde Kopenhag ve Cancun’daki bildik senaryonun tekrar sahneye konması, eğer küresel iklim hareketi 2011’i de 2010 gibi geçirirse, neredeyse garanti… Neden? Yani karar vericiler, ya da politikacılar ve bazı sivil toplum örgütlerinin sevdiği dille söyleyelim, dünya liderleri, kulaklarını ve gözlerini dört açmış bizim ne yapacağımızı mı bekliyorlar? Görüntü pek öyle değil gibi… Ama aktivistler Kopenhag’da toplantı salonundan atılacak kadar rahatsızlık da yaratmışlardı. Yani bir yandan da bizim içeride ve dışarıda ne yaptığımız önemli.
Peki bu yıl da aynı şeyler tekrar mı edilmeli? Bence zirveler ve gösteriler aynı ritmle tekrarlanmaya devam edilmeyip bir yerde farklı bir söz söylenebilir ve farklı bir dil kurulabilirse, zaten hayal kırıklıklarının doruk noktasına ulaştığı bu noktada bir sıçrama yaratabiliriz.
Demeye çalıştığım şey şu: 2011’i iklim değişikliği mücadelesi açısından artık uygun fırtsatlar buldukça “liderlerimize” harekete geçme çağrısı yapmakla, 11 Kasım’da her yere 350 yazmakla ve Aralık ayının ilk Cumartesi günü yürüyüş yapmakla geçiremeyiz. Bunların hiçbirini küçümsemiyorum ve bugün iklim değişikliği inkarcıları marjinalize edilebildiyse ve dünyanın bu en önemli konusu hiç olmazsa belli dönemlerde politik gündemin bir parçası haline gelebiliyorsa, bu Birleşmiş Milletler’in sürdürülebilir kalkınma papağanlarının değil, inatçı bilim insanlarının, bir avuç dürüst gazetecinin ve mücadeleyi sokağa taşıran aktivistlerin başarısıdır.
Ama artık tekrarın yarattığı sorunlarla yüz yüzeyiz. Toplantı, gösteri ve eylem rutinini aşacak, yeni bir söz söyleyecek yollar bulmalıyız. Ne yazık ki bugün bizim de bir parçası olduğumuz bu küresel aktivizmin kısmen içinde, kısmen de alternatif ucunda sadece kırıp dökmenin daha doğru bir aktivizm biçimi olduğunu sanan heyecanlı ve dar gruplar yer alıyor; bir de yerel mücadeleleri ön plana çıkarıp daha sosyalist bir dil kullanmak dışında bir fark yaratamayan ve etkili bir hareket üretmenin yollarını bulamayan çevreler… Dolayısıyla kendileri de bir başka rutin üretmenin ötesine geçemeyen bu alternatifler de çözüm değil.
Biraz daha açık konuşayım: Yıllardır bize Kyoto çerçevesinin dışına çıkma çağrısı yapan arkadaşlarımız eğer biraz daha ciddi bir muhalefetin ipuçlarını yaratabilmiş olsalardı, önce Kopenhag’da, sonra Cancun’da o kadar sinir sahibi olduktan sonra onları daha bir can kulağıyla dinleyebilirdim. Ama diyelim ki biz yenildik. Siz ne yaptınız? Sorun da bu değil mi zaten?
Bu kadar polemiği boşuna tekrarlayıp durmuyorum. Yapılması gereken şeyin ne olduğunu, hepimiz için nasıl bir düşünme biçimi değişikliğinin gerekli olduğunu düşünmeye çalışıyorum: Öncelikle iklim değişikliği mücadelesini ciddiye alan veya tek varlık nedeni iklim değişikliğine karşı mücadele etmek olan aktivist grupları, yaratıcı eylemler üretenleri, yürüyüş ve mitingleri, girişim ve platformları, sivil toplum örgütlerini, siyasi partileri, dergi çevrelerini, web sitelerini, hatta bireyleri birleştirmeye uğraşmak yerine, bunların güçlerini serbet bırakmaya ihtiyacımız var, ama bununla da yetinemeyiz: Bu hareketin yaratacağı etki bütün bu hareketlerin toplamından, hem nicelik, hem de nitelik olarak bambaşka bir şey olabilmeli.
Bütün örgütlerin, çevrelerin ve bireylerin bugüne kadar iklim değişikliği mücadelesine dair bildiği her şeyi aşacağı, verdiği her cevabı sorgulayacağı, yürüttüğü bütün rutinlerin dışına çıkacağı bir düşünme biçimine ihtiyacı var. Bu arayışın nereye varacağını ben de bilmiyorum. Bilsem yazmakla uğraşmaz, çoktan harekete geçerdim. Şu anda tek bildiğim mevcut rutin mücadele anlayışımızın bizi 2011 sonunda bütünüyle dağılmış ve ne yapacağını bilmez bir iklim mücadelesine götüreceğidir.
***
Uluslararası müzakere zemininde de olası en iyimser senaryo şu: Durban’da düşük hedefli, ama bağlayıcı bir anlaşma imzalanabilir, ama bu anlaşma başta ABD, Rusya ve Kanada olmak üzere (hatta belki Japonya ve Avustralya da bunlara dahil olabilir) iklim değişikliğinin en önemli aktörleri tarafından uzun yıllar onaylanmayacaktır. Dolayısıyla bizim açımızdan ülkeleri bu yeni anlaşmaya imza atmaya çağırmak yeni bir mücadele alanı yaratabilir, ama pratikte emisyon indirimleri gönüllü ve ulusal zemine çekilecektir.Yani en korktuğumuz şey başımıza gelebilir.
Tabii bu en muhtemel senaryonun gerçekleşmesi küresel ısınmanın tamamen kontroldan çıkması anlamına gelir. Atmosferdeki karbon dioksit düzeyinin 2015’de 400 ppm’i, 2030’larda da 450 ppm’i aşacak olduğunu unutmayın. Bu hız durdurulamazsa en fazla 20 yıl içinde iklim düzeninin geri dönüşsüz bir biçimde değişmesi garanti edilecektir.
Üstelik bu bir felaket senaryosu değil. Bu basit gerçeğe sadece bir şekilde karşı çıkabilirsiniz: Diyebilirsiniz ki, evet CO2 20 küsur yıl sonra 450 ppm’i aşacak, ama bunun ağır bir su ve gıda krizine yol açacağı ve büyük mülteci akınlarına ve savaşlara neden olacağı doğru değil! Yani iyimserseniz veya benim kafamı obsesif bir şekilde küresel ısınmaya taktığımı düşünüyorsanız, ulaşmakta olduğumuz bu sera gazı düzeyinin zararsız veya tolere edilebilir olduğuna gerçekten inanmanız, bir de tabii mümkünse bazı bilimsel argümanlar da kullanarak hepimizi ikna etmeniz gerekiyor. Eğer bunu yapabiliyorsanız, o zaman Kyoto-Durban sürecinin kaybedilmesinin, küresel iklim hareketinin yerele dönmesinin ve devrim çağrılarıyla yüreğimizi soğutmaya devam etmenin bir seçenek olduğunu kabul edebilirim.
Aksi takdirde deminki senaryolardan yeni sorulara ulaşmak yerinde olabilir: 2011’in ilk aylarında iklim değişikliği mücadelesinin teknik müzakere masalarında kaybolmasını nasıl önleyeceğiz? Aralık ayı yaklaştığında Durban’dan bir şey çıksın diye bağırıp çağırmak (ya da ben demedim mi, zaten bu işler boş diye şişinmek) dışında ne yapacağız? Kendimizi iyi hissedeceğimiz güzel (ama küçük) eylemlerin rutininde kaybolmamayı nasıl başaracağız?
Kürsel ısınma inanılmaz bir hız kazanalı 40 yıl oluyor. Bunun ilk 20 yılı bir şeyin farkında olduğumuz söylenemezdi. İkinci 20 yıl ise debelenmekle geçti. Şimdi üçüncü ve son 20 yıla giriyoruz.
Yeryüzünün %71’ini kaplayan okyanuslar 40 yıl geç ısınır. Şu anda karaların yarısı kadar ısınmış durumda. Bugün küresel ısınmanın zincirinden boşanmış bir hızla arttığı ilk 40 yılın dolması, 1970 sonrası sera gazı emisyonlarının yeryüzü sıcaklığına etkisini giderek arttıracağı bir döneme girdiğimizi gösteriyor. Metafor değil bu, basit fizik kuralı. Yani önümüzdeki dönem küresel ısınmanın beklenenin ötesinde şiddetleneceği bir dönem de olacak. Ve buna diğer geri besleme mekanizmaları dahil değil.
Evet, şimdi üçüncü ve son 20 yıla giriyoruz. Herkes önündeki 20 yılda dünyanın nereye gideceğini ve kendisinin nerede, nasıl bir hayata sahip olmak istediğini, çocukları ve torunları varsa onları da hesaba katarak bir daha düşünsün. Belki böyle bir derin düşünme sonucunda söyleyecek yeni bir söz, atacak yeni bir adım bulabiliriz.
Bence 2011’e böyle girelim.