Nükleer enerji meselesi ile nükleer silahlanma İkinci Dünya Savaşı’ndan beri dünya kamuoyunu barış ve savaş, çevre ve enerji arasında yaşanan dinamikler ile meşgul ediyor.
Hiroşima ve Nagazaki, Çernobil ve Fukushima felaketleri, uzatmayalım bugün İran ile yaşanan savaşın eşiğindeki gerilim nükleer enerji ve nükleer silahlanma ilişkisinin tipik örnekleridir. Enerji ve silah kaynağı bu teknoloji üzerine süren ikiyüzlü tartışma, adresler değişse de, yetmiş yıldır sürüyor. Nükleer enerji, “teknoloji” macerası dün olduğu gibi bugün de nükleer silahlanmadan kopuk düşünülmedi ve planlanmadı. Almanya veya Japonya 1950’li yıllarda bu teknolojiye nasıl sadece enerji kaynağı olarak bakmadılar ise bugün Hindistan, Brezilya veya enerji kaynaklarından pek yoksun olmayan İran da sadece enerji kaynağı olarak bakmıyor, hepsi “masum” olduklarını söylese de. Bu kervana son yıllarda Türkiye de katıldı. Metin Münir, Şahin Alpay gibi saygın köşe yazarlarının, Türkiye’nin nükleer enerji macerasının niçin negatif anlamda “çılgınlık” olduğunu kamuoyuna anlatan yazıları bir şey değiştirmediği gibi, nükleer meselesi siyasi partiler arasında da ses getiren bir çelişki konusu olmuyor. Zira Türkiye’de nükleer enerji konusunda kafalar iyice karışık olduğu gibi, herkes biliyor ki, meselenin “teknoloji boyutu” enerji boyutundan daha etkin ve belirleyici. Tüm hesaplar İran atom bombası yaparsa sorusu etrafında şekilleniyor. Konu etraflıca tartışılmadan, kararlar dar bir “kadro” tarafından İran eksenli veriliyor. Temel tez Türkiye’nin nükleer teknolojide İran’ın gerisinde kalamayacağı inancına dayanıyor. Başbakan’ın “adil” olmadığı tartışılmaz, “ikiyüzlü” dünya nükleer “düzenini” sorgulayan dili veya Türkiye’nin teknoloji transferinde Batılı dostların değil, “Doğu’nun” kapılarını çalması kafalarda soru işaretleri üretiyor. Sapla saman karışıyor, nükleer meselesinde mazlumla şeytan seçilemiyor. İsterseniz Türkiye’de nükleer meselesinin niçin enerji sorunu olmadığına kısaca değindikten sonra, dünya nükleer “düzeni” ve bu “düzenin” ürettiği çelişkilerin tarihçesine ve nihayet bu süreçte Türkiye’nin niçin nükleer teknolojiden uzak durmasının çıkarına olduğuna eğilelim.
Nükleer enerji ekonomik değil
Nükleer enerjinin, tehlikeli, kirli ve pahalı olduğunu savunan anti nükleer hareketin tezleri artık Batı demokrasilerinde genel kanı haline geldi. Bu enerji tipinin Avrupa’da en büyük kalesi Fransa bile yeni santralleri değil, hangi santralleri kapatacağını tartışıyor. Çernobil bu teknoloji için dönüm noktası ise Fukushima karar noktası oldu. Muhafazakâr ve Liberal koalisyon (Yeşil değil demek istiyoruz) hükümeti Almanya’da sekiz santrali devre dışı bırakıp, 2023 yılına kadar yüz milyarlarca kaybı göze alarak tüm santralleri kapatma kararı aldı. Belçika, İsviçre ve Japonya gibi ülkeler de önümüzdeki yıllarda bu teknolojiden vazgeçiyor. Aslında bu süreç çok daha önceden başlamış, nükleer enerji 90’lı yılların sonundan itibaren duraklama devrine girmişti. ABD hükümetlerinin tüm desteklerine rağmen Amerika’da enerji şirketleri 1973 yılından bu yana yeni bir nükleer santral yapımına girmediği gibi, tüm yatırımlarını klasik enerji kaynakları yanında, güneş ve rüzgâr gibi yeni teknolojilere kaydırmıştı. Bu şirketler çevreye verdikleri önemden ötürü değil, bu sektörün riskli ve pahalı olmasından, sigortalar uzak durduğu için nükleer enerjiye yatım yapmıyorlar artık. Yapımı sürmekte olan nükleer santraller ise Rusya, Çin, Kore, Hindistan gibi bölgelerde yoğunlaşıyor. Bu ülkelerdeki yatırımların arkasında ise kararların enerji ekseninde değil, “stratejik” eksenli verildiğini düşünmek pek yanlış olmaz. Ayrıca demokrasinin pek derin olmadığı bu ülkelerde politikacılar “riskli” oynayabiliyor. Tüm veriler “Doğu’da” izlediğimiz yatırımlara rağmen artık nükleer enerji sektörünün gerileme devrinde olduğu ve en geç bir nesil sonra devre dışı kalacağını gösteriyor. Başka bir deyimle nükleer enerji açısından Türkiye, bir çıkmaza yatırım yapıyor.
Tüm bu gerçeklere rağmen, “nükleer enerjide artık insan hayatını tehdit eden unsurların yok edildiğini, sıfırlanma noktasına geldiğini (Star gazetesi 30 Mayıs 2012)” savunan Erdoğan; nükleer enerjinin en ileri teknolojisine sahip olan Almanya, Japonya gibi ülkelerin milyarlarca zararı göze alarak işlemekte olan nükleer santralleri kendisinin “sıfırlama noktasına geldiğini” savunduğu risklerden ötürü kapadığını mutlaka görüyordur. Bu ülkelerin terk etme kararının, girdikleri mali yük göz önüne alınırsa, iyi düşünülmüş ve derinlemesine yapılmış bir risk analizine dayanan bir karar olduğunu varsayarsak, Türkiye’nin nükleer politikasında risk algısının neden farklı olduğunu sorgulamak zorundayız. Tüm yorumlar bu risk algısının teknoloji transferi ekseninde şekillendiğini ve riski almanın nükleer teknoloji transferi için zorunlu olduğu inancına dayandığını göstermektedir. Toparlarsak, mesele enerji meselesinden ziyade, şartlar zorlarsa nükleer teknoloji ve nükleer silahlanma altyapısına sahip olmayı hedeflemektedir. Bu tespite eğilmeden, sadece Türkiye’ye özgü bir yaklaşım olmayan, birçok “bölgesel gücün” 50’li yıllardan beri izlediği bu politikanın tarihçesine kısaca bir göz atalım.
“Nükleer silahlılar kulübü”
İkinci Dünya Savaşı’nı bitiren atom bombası ABD için önemli bir “güç” kaynağı olduğu gibi, bu silahın yaygınlaşmasını önemli bir tehdit kaynağı olduğu hemen anlaşılmıştı. Bu teknolojinin yaygınlaşması ve engelleme girişimleri bir polisiye romanı gibidir. Rusya, ABD’li “vatan hainleri” sayesinde ilk atom bombasını denediği gibi soğuk savaşın ilerleyen yıllarında Fransa, İngiltere ve Çin nükleer silaha sahip oldular. Savaştan yenik çıkan, Almanya ve Japonya ile Hindistan, Pakistan, Brezilya, Güney Afrika, İran (mollaların “devriminden” yıllar önce) gibi “büyük” ülkeler de boş durmadılar. Nükleer teknolojinin öncülerinden Almanya, ABD’den gelen bu teknolojinin enerji kaynağı olmasına yeşil ışık yakan ilk sinyallerle bugün adı Eğitim ve Kalkınma Bakanlığı olan “Atom Bakanlığı’nı” kurdu. Savaş sonrası valizlerindeki planlarla ülkelerine dönen Alman araştırmacılar, sadece nükleer enerji projelerinin değil, uranyum zenginleştirme teknolojisinin de temellerini attılar. Hollanda’nın Almelo kentinde İngilizlerin de katıldığı merkezde (Pakistanlı fizikçi Kahn’ın planları bu merkezden aldığı, her neyse “çaldığı” rivayet ediliyor) bugün Pakistan ve İran’da da kullanılan teknoloji geliştirildi. Nükleer teknolojinin enerji ve silah hedefinin aynı madalyonun iki yüzü olduğunu bilen Amerikalılar, 1950’li yıllardan itibaren bu teknolojiyi anlaşmalarla kontrol etme girişimlerini başlattı ve “Treaty on the Non-proliferation of Nuclear Weapons” Anlaşması ile bugünkü “nükleer kulübün” temellerini attı.
Bu anlaşma Birleşmiş Milletler Güvenlik Kon-seyi’ndeki beş “veto ülkesinin” kurduğu, uluslararası ilişkilerde adaletten oldukça uzak sistemin nükleer silahlanmaya yansımasından başka bir şey değil. Güvenlik Konseyi daimi üyeliğinde, Afrika, Latin Amerika kıtaları olmadığı gibi, Asya kıtasının Hindistan ve Güneydoğu yarımadaları iki milyara yakın nüfusa rağmen temsil edilmiyor. Asya kıtasının en batı yarım adası Avrupa ise bu kurumda üç üye (nüfuslarının toplamı Hindistan nüfusunun dörtte biri değil) ile temsil edilmektedir. Bu “beşli kulübün” nükleer silahı sadece kendilerine özgü bir “güç kaynağı” olarak empoze etmeye çalışması, daha başından itibaren direnişle karşılaştı. Hindistan gibi ülkeler anlaşmayı imzalamazken, Almanya müzakerelere katılarak anlaşmayı sulandırma yolunu seçti. Bugün bu anlaşmanın yoruma açık ve İran’la müzakerelerde etkin olamaması da özünde bu sulandırılmış yapısından kaynaklanıyor. Nükleer teknolojide her yönde araştırma mümkün olduğu gibi (Artike IV), öngörülen denetim mekanizması da pek etkin değil. Zira denetimi üye ülkeler, zaman, kapsam ve mekân olarak sınırlayabiliyor. Bu yüzden “Nükleer Kulübü” bu teknolojide ilerleyen ülkeleri “iyi” ve “kötü” diye sınıflandırarak anlaşmaları özel bir yorumla uygulamaya çalışıyor. Kulübün yalısına henüz girmemiş olsalar da, “iyi” Hindistan ile yine “iyi” İsrail kulübün bahçesinde dolaşıyor. Pejmürde kıyafeti ile yine kulübün bahçesinde dolaşan Pakistan rahatsız etse de, Hindistan da bahçede dolaştığı için kimse ses çıkarmıyor. Bir de nükleer teknolojiyi “enerji” amaçlı geliştiren Japonya, Güney Kore, Almanya, Kanada vs. gibi “iyi” ülkeler yanında, kulübün şüphe ile baktığı, bahçenin çitini arada bir zedeleyen Kuzey Kore veya İran gibi “kötü” ülkeler var. Türkiye’nin bu listede nerede olacağını bugün için pek kestiremiyoruz. Akkuyu ihalesine “Batı’dan” hiçbir firmanın katılmaması sadece ekonomik gerekçelere mi dayanıyor, bilmiyoruz. Fakat Rusya’nın ihale fiyatını geri çekme pahasına Akkuyu projesine girmesinin ise ticari bir yatırım değil, tamamen politik olduğundan ise şüphemiz yok. Türkiye’nin enerji sektöründe zaten oldukça bağımlı olduğu Rusya ile bu projeye girmesi dikkat çekici. Nükleer enerjiyi savunanların önemli gerekçelerinden biri bu bağımlılığı azaltmak değil miydi?
Türkiye nerede duruyor?
Her neyse, Türkiye dış, özellikle Ortadoğu politikasında nükleer teknoloji meselesinde iyi veya kötü iki seçenek arasında bulunuyor. Yani nükleer silahlardan arınmış bir Ortadoğu ve dünya için mücadele eden veya nükleer teknolojiye sahip ve bu teknolojinin “barışçıl” kullanımını savunan bir ülke olmak. İran ve İsrail’in nükleer silaha sahip olması bu iki alternatif arasında seçimi kolay kılmasa da, nükleer teknoloji yatırımları ile Türkiye’nin “sıfır sorun” politikasının inandırıcılığını tümden yitireceğini düşünüyoruz. Türkiye Fukushima’dan sonra sadece enerji amaçlı yatırımlar için nükleer teknoloji transferi istediğine artık kimseyi inandıramaz. Bu yüzden Türkiye’nin bu girişimi sadece inandırıcı olmadığı için değil, İran ve diğer Ortadoğu ülkelerinin benzer politikalarını meşru kıldığı ve Ortadoğu’da nükleer tırmanışı desteklediği için sıcak bakılmayacağını düşünmek yanlış olmaz. Depoları nükleer silahlarla dolu “Batı’nın” nükleer silahların yaygınlaşmasını engelleme girişiminin, ikiyüzlü ve her türlü meşrutiyetten yoksun olduğunu düşünenlerin bu eleştirilerini anlasak da, Türkiye’nin nükleer politikası ve nükleer silahlanmaya karşı verilecek mücadele farklı bir meseledir. Türkiye nükleer silahlar konusunda İran çizgisine kaymamalıdır. Zira İran “adil” bir dünya düzeni arayışı içerisinde değil, nükleer silah ve bölgesel güç olma arayışı içerisindedir. Türkiye, Kuzey Kore, Güney Afrika Apartheid rejimlerinin “iktidar” veya İsrail gibi barış yapmakta zorlanan ve “varlık” dürtüsü ile hareket eden ülkelerin politikalarının etkisinde de kalmamalıdır. İran’da nükleer sorun bu ülkede halkın demokrasi ve hürriyete kavuşmasıyla, İsrail’de ise Filistin’de barışın ihyası ile çözülecektir. Nükleer silahlanma tırmanışı, çözüm değil, sorun üreten bir süreçtir.
İsrail veya İran örnekleri yakından bakıldığında silahsızlanma için iki önemli gerekçe oluşturuyor. Yine Almanya’dan aldığı teknoloji sayesinde Güney Afrika altı nükleer başlık geliştirmiş, Apartheid rejiminin çökmesi ile bu altı bomba başlığını imha etmişti. Bu İran için iyi bir örnek olabilecek gelişme, Almanya ve Japonya’nın bu teknolojiyi terk etmekte olmaları Ortadoğu için de umut vericidir. Filistin’de barış ve nükleer silahlardan arınmış Ortadoğu her bakımdan bölgenin ve Türkiye’nin çıkarınadır. Türkiye’de bazı kesimler nükleer teknoloji ile kendini “güçlü” hissedecektir, fakat bu “güç” sadece “kötü” ülke statüsü pahasına kazanılacağı gibi, nükleer teknoloji pratikte enerji olarak çıkmaz sokak olduğu gibi, “silah” olarak da “etkinliği” şüphelidir. Türkiye bu yüzden politikasını nükleer silahlardan arınmış bir Ortadoğu ve dünya için mobilize etmeli; riskli, kirli ve pahalı projelere para harcamamalıdır. Savunma politikası açısından Anadolu’ya girmenin cehenneme girme gibi bir şey olduğunun bilinmesi yanında, NATO ve AB üyesi ekonomik olarak kalkınmış bir Türkiye uluslararası ilişkilerde daha etkin ve güçlüdür.
Uluslararası politikada, algı, imaj ve inandırıcılık artık ihmal edilemeyecek bir sermayedir. Nükleer meselesini bilimsel araştırma kapsamında sürdürmek birkaç yüz milyona mal olacak teknoloji transferi açısından daha verimli bir meseledir. Türkiye, Avrupa’da sürmekte olan ekonomik krizin etkisinde kalan ve kaynak sıkıntısı çeken Gronoble (Fransa) de “The European Synchrotron Radiation Facility (ESRF)” veya Heidelberg’de (Almanya) “Max-Planck-Institut für Kernphysik (MPIK)” gibi kurumlarla araştırma işbirliğine girerek, sadece teknolojinin ana kaynaklarına ulaşmakla kalmaz, nükleer fiziğin tıp gibi sektörlerdeki altyapısına da ulaşabilir. Kapılarını Rusya’ya açan bu kurumların Türkiye’den gelecek proje veya eğitim programlarına kapayacağını sanmıyoruz. Bunun için eskimiş teknolojilere milyarlarca mali ve binlerce insan kaynağı yatırmaya gerek olmadığı gibi, deprem bölgesi ülkemizde dünyanın en güzel sahillerinden Sinop ve Akkuyu bölgesini risk altına almaya de gerek yoktur. Umarız bu konu dar bir bürokrat kadrosu tarafından değil, derinlemesine bir tartışma sonucu halka sorularak karara bağlanır.
Ali Yurttagül – Zaman