Köşe YazılarıManşetYazarlar

‘Tarihin sonu’ da bitti, şimdi ne olacak – Erol Ulukutlu

0

Bizim tarih kitaplarımızda 1453 yılında İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethi ile Orta Çağ’ın kapandığı ve Yeni Çağ’ın başladığı söylenir. Yanılmıyorsam, Avrupalılar ise aynı çağ geçişi için uygun tarih olarak 1492 yılını, yani Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfini tercih ediyorlar. Ancak sonuçta tarihsel dönemlerin klasifikasyonunda hangi anı seçersek seçelim, bunun önemli ölçüde soyut ve keyfi bir işlem olacağını biliyoruz. Mutlaka yeni dönemin belirtileri eski dönemin sonlarında çoktan başlamış olacaktır. Aynı şekilde yeni dönemin başlarında, eski dönemin birçok özelliği uzun süre yaşamaya devam edecektir. Zaten kriter olarak aldığımız özellikler de önemli ölçüde bizim kişisel bakış açımızı yansıtacaktır. Yine de ve her şeye rağmen, geçmişi çeşitli tarihsel dönemlere bölerek incelemek ve bu dönemler için geçiş noktaları tanımlamak tümüyle anlamsız bir pratik değil. Beynimiz sınırlı bir organ olduğundan, bu tür tanımlamalar aslında çok karmaşık, çok kaotik yapıda olan olayları kavrama ve anlamlandırma kabiliyetimizi önemli ölçüde kolaylaştırır.

Örneğin Sovyetler’in 1990 başlarındaki çöküşü 20’inci yüzyıl tarihi açısından kuşkusuz dönem açıp dönem kapatan bir nokta olarak görülebilir. Bu tarihsel noktayı iyice kesinleştirmek istersek belki 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışını en güzel ve en sembolik referans noktası olarak almayı da seçebiliriz. Sovyetler ve Doğu Avrupa’da sosyalist rejimlerin bu çok ani ve hatta çok şaşırtıcı çöküşü ile Dünya tarihinde bambaşka bir döneme girdiğimizi söylemek herhalde abartılı bir iddia olmaz.

Liberal demokrasi’nin Pirus zaferi

Benim de uzaktan da olsa gözlemleme fırsatı bulduğum o tarihsel dönemeçte, Demir Perde’nin doğusundaki ülkeler bir anda büyük bir kaosa sürüklenirken, Perde’nin batısında ise coşkulu kutlamalar başlamıştı. Bugünün genç kuşakları bile, hemen her zaman yıkılan duvar görüntülerine eşlik eden Scorpions’un şahane parçası “Wind of Change”i hatırlayacaklardır. Batı dünyası, bir yandan özgürlükçü demokratik politik sistemi ile Demir Perde’nin tek parti totalitarizmine karşı büyük bir zafer kazanmıştı. Diğer yandan da özgür piyasa ekonomisi modeli ile (kapitalizm de diyebilirsiniz) büyük rakibi sosyalist modeli ezip geçmişti. Demir Perde rejimleri insan hakları, refah, teknoloji, askeri güç, bilim, kültür, sanat hemen hiçbir alanda rekabet etmeyi başaramamış ve sonunda kendi içinden çürüyüp bir kurşun bile atmaya gerek kalmadan çöküp gitmişti. Sovyet Bloğunun yıkılması ve Komünist Çin’in de kapitalizm ile kardeşçe beraber yaşama stratejini benimsemesi ile belki tarihte ilk defa tek kutuplu, tek süper güçlü bir dünya düzeni ortaya çıkmıştı. Batı Dünyasının, Özgür Dünyanın, Kapitalist Blokun (uygun terimi siz seçin) zaferi o kadar netti ki, bunun ideolojik ve politik bir coşku gösterisine dönüşmemesi mümkün değildi. Bu hafif sarhoş ideolojik coşku döneminin belki de en ilgi çekici örneklerinden birisi Francis Fukuyama’nın 1992 tarihli “Tarihin Sonu” adlı eseridir dersek herhalde çok yanlış bir şey söylemiş olmayız. Fukuyama, daha sonra, haklı haksız, pek çok kez hiciv konusu olan kitabında liberal demokrasinin bu büyük zaferiyle artık olası tek siyasi sistem olarak tarihteki konumunu tescil ettiğini ve artık hiçbir tırnak içinde “doktriner” sistemin liberal demokrasiyi tehdit edemeyeceğini ilan ediyordu. Önemli bir siyaset bilimci olan Fukuyama’nın bu eserinde gerçekte ne dediği tartışmalı olmakla beraber, eserin içeriğinden ziyade isim seçimi ile tarihe geçeceği muhakkak: “Tarihin Sonu”.

Bu noktada yazımızın başlığına referans yapacak olursam, bu yazıda aslında oldukça basit bir argümanım var: 15 Ağustos 2021’de Kabil’in Taliban’a terk edildiği anda, Sovyetlerin çöküşü ile başlayan bu otuz yıllık özel tarihsel dönemin kapandığını düşünüyorum. Yani bana kalırsa böylece “tarihin sonu” da resmen sona ermiş oldu. Şakayı abartırsak, belki “tarih artık tekrar akıyor” bile diyebiliriz. Elbette, böyle bir dönem değişimi iddiasında bulunmak için fazlasıyla erken olabilir. Sonuçta yanılmak tamamen mümkün. Ben yine de bu yazıda bu fikre sahip çıkmak istiyorum.

Etkileyici de olsa bir tarihsel olayın, örneğin askeri açıdan büyük bir zafer veya yenilgi olması gibi özellikler, kuşkusuz tek başına bir dönem açma veya kapama iddiası için yeterli değil. Kabil’in düşüşünün, birçoklarınca Amerika’nın Saygon’u terk edişi sırasındaki gelişmelere çok benzetilerek, Saygon-2 olarak isimlendirildiğini biliyoruz. Ancak Saygon-1 (yani ABD’nin çekilmesi ile bağımsız birleşik Vietnam’ın ortaya çıkışı) aslında Dünya Tarihi açısından o kadar anlam değiştirici bir dönemeç değildi. Belki sadece soğuk savaş tarihi içindeki önemli bir kırılma anı idi. Öte yandan, Afganistan’ın bugün dünya sistemi açısından o günlerin Vietnam’ı kadar bile önemli olmadığını hatırlarsak, Saygon-2’yi (yani Kabil’in çöküşünü) niye bu kadar kritik bir dönemeç olarak gördüğümüzü biraz izah etmek gerekiyor.

‘Soft Power’in çöküşü

Bu konunun çok boyutlu ve çok karışık bir tartışmaya gebe olduğu, her şeyden önce Berlin Duvarının çöküşü ile Kabil’in çöküşü arasındaki dönemin kapsamlı bir analizini gerektireceği açık. Ancak ben bugün bu yazıda bu tartışmaya daha basit bir perspektiften bakmak ile yetinmek istiyorum. Belki diğer boyutları da zaman içinde tartışmaya devam ederiz. Benim bugün baz almak istediğim bakış açısı “soft power” kavramına dayanıyor. İngilizce bu terimin sağlam bir Türkçe karşılığı var mı emin değilim. Doğrudan çeviri yani “yumuşak güç” Türkçe’de fazla bir şey ifade etmiyor muhtemelen. Soft power sonuçta bir ülkenin askeri veya ekonomik maddi baskı araçlarından bağımsız olarak ideolojik, sistemsel, kültürel inandırıcılığından gelen gücü olarak özetlenebilir. Soft power dünya tarihinde belki binlerce yıldır kısmen önemi olan bir stratejik güç unsuru. Ancak 19’uncu yüzyılın başlarından itibaren bu unsurun görece önemi hızlanarak arttı ve artmaya devam ediyor. Öyle ki, 20’inci yüzyılın ortalarından itibaren belki en belirleyici stratejik güç unsuru haline geldi. Bu noktada nükleer bombalara bile sahip eski süper devletlerin 2. Dünya Savaşı sonrasında en fakir sömürgelerini bile elde tutamaz hale geldiğini hatırlamalıyız. Ve yine Batı, çılgın bir nükleer silah envanterine sahip Sovyet Rejimini işte sadece bu yumuşak gücünü kullanarak tek bir kurşun bile atmadan yıkıp geçti seksenlerin sonunda.

Eğer doksanların ilk yılları, Batı’nın (veya basitçe ABD de diyebiliriz) yumuşak gücünün arşa değdiği altın yıllarsa, 2021 Afganistan yenilgisi de buharlaşmakta olan bu yumuşak gücün artık dibe vurduğu ana tekabül ediyor kanımca. Yukarıda da belirttiğim gibi soft power özünde “inandırıcılık” üzerine kurulu. Yani sistemlerinizin, söylemlerinizin ve davranışlarınızın hem bir tutarlılık, hem de bir ahlaki kabul edilirliği yansıtması gerekiyor. Bunu yapabiliyorsanız müthiş bir güce sahip oluyorsunuz. Çünkü uzun süredir bu dünyada sadece kaba kuvvet uygulayarak kimseyi dize getirmek mümkün değil. (Yani en azından kendi bahçenizdeki tüm dengeleri de altüst etmeden.) Doksanların o hülyalı yıllarında dünyanın en gariban mahallelerinde bile çocukların ABD Başkanı Clinton’un kucağına atlayıp, boynuna sarıldığını hatırlıyorum. Bugün bir ABD Başkanı’nın aynı mahallelere girmesi için bile ordu desteği alması gerekiyor.

Yani büyü fena halde bozuldu. ABD (ve/veya Batı) kurduğu bu peri masalını devam ettirmeyi başaramadı. Bunun gerekçeleri herhalde aslında çok karışık olmalı. Ancak, sadece birkaç cümle ile ifade etmek gerekirse, bence masalın iflas etmesinin arkasında şöyle bir mekanizma yatıyor gibi: Amerikan’ın soft power’ını yaratan değerler sisteminin dünyaya yayılması, küresel yönetişim düzeninin de (yani uluslararası ilişkiler evreninin de) hukukileşmesini gerektiriyordu. Halbuki, mahallenin büyük kabadayısı ABD, kendisini de kontrol altına alacak böyle bir gelişmeye hiçbir zaman sıcak bakmadı. (ABD’nin Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesini tanımadığını, Başkan Trump’ın imzalanmış Paris Sözleşmesi ve İran Anlaşması’nı ne kadar kolay yırtıp attığını hatırlayınız.) Kendisi zaten açık ara en büyük kabadayı olduğuna göre, dünya yönetişiminde Teksas kurallarının (büyük balık küçük balığı yutar) işlemeye devam etmesi gayet uygun bir durumdu. Evet, bir tarafta ticaret, finans, ekonomik yapılar hızla küreselleşmeli ve batı sermayesinin kolay erişimine açılmalıydı. Ancak bu siyasi/hukuki yönetişimin de küreselleşmesi ile birlikte olamazdı. O alanda ABD elinde kamçısı ile dolaşarak sinir olduğu herkesi kendi özel çıkarları doğrultusunda sopalamaya devam edecekti. Dünyanın özgürlüğü kurtaran ABD değil miydi zaten, şimdi her şeye hakkı vardı. Kimseye bir şey sorması veya izin alması gerekmiyordu. Bu basit ikilem, bu yaman çelişki, bu samimi olmama hali pazarlanan peri masalının inandırıcılığını hızla aşındırdı ve sonunda bir gün inanılacak hiçbir yönü kalmadı. Bazılarınız haklı olarak bunun çok fazla soyut bir anlatım olduğunu söyleyerek itiraz edeceklerdir. Haklısınız aslında. Ancak ben en soyut düzeyde olayların arka planındaki büyük dinamikte belirleyici gerilimin böyle açıklanabileceğini sanıyorum. Özgürlüklere büyük değer atfeden bir demokrat olarak da ABD’nin (Batı’nın) bu kandırmacasını liberal demokrasi değerlerine karşı ciddi bir ihanet olarak görüyorum.

Büyük yalanlar dönemi

Belki basit birkaç örnek ile bu soyut hikayemize biraz renk katabiliriz. Doksanların başında (Sovyet çöküşünden hemen beş dakika sonra) ABD’nin birinci Saddam savaşını nasıl bir ideolojik çerçeve içinde pazarladığını hatırlamaya çalışalım. Dünyanın bütün aklı başında güçlerinin oluşturduğu bir koalisyon, kötü niyetli, saldırgan ve dünya hukuki düzenini tanımayan psikopat bir totaliter rejime karşı beraberce müdahalede bulunuyor. Amaç Birleşmiş Milletler hukukuna karşı yapılmış bu büyük saldırıyı (Kuveyt’in işgali) bertaraf etmek ve sonuçta dünyayı daha yaşanası, daha güzel, daha barışçıl, daha adil bir yer haline getirmek. Paket gayet başarılıydı ve dünya kamuoyunun büyük kısmı tarafından sempati ile karşılandı. Ancak bu peri masalı havası çok kısa sürdü. Ardından gelen 20 yılda Irak, Afganistan, Suriye, Libya, Filistin gibi örneklere baktığımızda ABD’nin (Batı’nın) kendi iç demokratik değerlerini küreselleştirmek gibi bir kaygısının pek olmadığı, tamamen kendi basit özel stratejik amaçları uğruna, hedef rejimlerin ülkelerini baştan aşağı yerle bir edilmiş enkaz ülkeler haline getirmekten çekinmeyen, bu sırada sivil vatandaşların ne yaşayacağını da pek umursamayan bir strateji içinde hareket etmekte olduğu görüldü. (Bu süreçte maalesef sadece birkaç bin Amerikan askeri değil, milyonlarca insan öldü, on milyonlarca insan hemen hemen her şeylerini kaybetti, on milyonlarca çocuk kayıp nesil olarak savruldu gitti.)

Sonuçta büyük masal her yerde çöktü. Yalanlar onu yedi bitirdi. Referans alınabilecek bir küresel akıl, inandırıcılığı, birleştiriciliği olacak bir küresel hukuk ortaya çıkmadı. Masal bir insanlık masalına dönüşemedi. Onun sadece bir insanlık masalı gibi paketlenmiş kötü bir yalan olduğu kısa sürede anlaşıldı. Bu atmosferde tek kutuplu dünya durumu da kısa sürdü. İki, üç derken, sonunda kaotik denebilecek bir çokkutupluluk hakim oldu dünyaya. Hatta 75 yıllık NATO müttefikleri bile oldukça farklı kutuplara bölündüler. Büyük masalın bu trajik çöküş filminde, Başkan Trump ve Trump Amerikası çok ilginç bir sahneyi teşkil ediyor. Trump söylemi, artık kendi masalına kendisi bile inanmayan ve gayet samimi bir şekilde “Ben tabi ki, hepinizin ırzına geçmek istiyorum. Bunda ne gariplik var ki?” diye konuşan bir ABD’ye tekabül ediyor gibi. Bu karanlık Amerika imajı herkesi çok korkuttu doğal olarak. Korkutmalı da gerçekten. Biden ve Demokratlar, bütün aklı başında insanlar tarafından bir kurtarıcı gibi karşılandı bu ortamda. Ancak işin özü çok değişmemiş gözüküyor. Bu hafta Afganistan’da yaşanan trajik gelişmeler masalın tabutuna son çiviyi de çakmış bulunuyor kanımca. Bu olayın Biden’ın bireysel siyasi kariyeri için ne anlama geldiğinin bizim açımızdan hiçbir önemi yok. Sonuçta Biden Amerikası, retoriğinin kibar veya kaba olmasından bağımsız olarak, pratikte belki Trump Amerikası’nın bile yapamayacağı bir rahatlık ve pervasızlık içinde, Afganistan’ı sadece Amerikan’ın düşmanı değil, çok daha önemlisi özgür dünyanın ve insanlık değerlerinin düşmanı olarak tanımlayageldikleri bir tırnak içinde “evrensel” düşmana tek kurşun atmadan hediye etti. Bunda hiçbir sakınca görmedi ve görmüyor. Ve masalın inandırıcılığı burada tamamen bitti.

Bana soracak olursanız, bu olayın örneğin Fransız Yahudilerini Nazilere teslim etmekte bir sakınca görmeyen Vichy rejiminin yaklaşımından pek bir farkı yok özünde. Amerika bu davranış biçimiyle pratikte kendi sorumluluğu altında yaşayan insanların özgür ve onurlu bir yaşam hakkına pek bir saygısı olmadığını bir kez daha açığa vurdu. Sözde Afgan Devleti liderlerinin veya Afgan askerlerinin ne yapıp yapmadığının konuyla hiçbir ilgisi yok. Bunlar bahane. Zaten ABD’nin yirmi yıldır bu karanlık ve kimseyi temsil etmeyen sözde rejim ile nasıl baştan aşağı yalan bir oyun içinde olduğunu bize göstermesi bakımından da ayrıca ilginç. Biden, bu noktada ancak Trump’ın ağzına yakışacak bir dil ile de konuşmaya başladı. Bu dil giderek daha da çirkin ve ırkçı bir şekle bürünürse de fazla şaşırmam. Büyük yalanlar bir kez başladı bir kere.

Şimdi yeni bir döneme giriyoruz. Artık galiba dünyada bir müddet bir büyük masal olmayacak. Birleştirici insanlık idealleri olmayacak. Bir büyük “Hukuk”, “Adalet” söylemi olmayacak. Ve maalesef bu yeni dünya ilk anda çok keyifli bir dünya da olmayacak sanki. Büyük insanlık ideallerinin gölgeye itildiği bu dünyada boşluğu muhtemelen garip yerel ve yabancı düşmanı ideolojiler dolduracak ve zaten çoktan doldurdular. Totaliter, otoriter, faşizan veya kriminal karanlık rejimler için çok uygun şahane bir atmosfer ortaya çıkacak. Bu rejimler muhtemelen çoğalacak ve daha da kararacak. Büyük kutuplar arası gerilimler artacak ve bu durum karanlık rejimlerin elini daha da rahatlatacak.

Ama belki de öyle olmayacak. Gerçek şu ki, geleceği öngörmeyi amaçlayan “cek, caklar” çoğu zaman pek de anlamlı olmuyor. Geleceği mekanik bazı trendler değil, insanların kırılma anlarındaki çabası ve mücadelesi belirliyor. Bugün dünyada hem ekmeği peşinde koşan, hem de onurlu ve özgür bir yaşam hayali hiç azalmayan 8 milyar yaşıyor. Bu insanları ancak bir yere kadar oyalayabilir ve kandırabilirsiniz. Sonuçta ne derseniz deyin, tarihin sonu bile bitti gitti ve tarih hala gümbür gümbür akmaya devam ediyor.

You may also like

Comments

Comments are closed.