Dış Köşe

Taner, şöhretinin sahibi mi? – Orhan Tekelioğlu

0

‘‘Hayatta kalabilmek” değil miydi “survivor”ın anlamı? Toplumu vahşi bir orman gibi tahayyül eden, insanları ormanın içinde, yapayalnız “mücadeleciler” olarak tanımlayan, rekabet olmadıkça “kazanmanın” mümkün olmayacağını varsayan modern kapitalist aklın ekranlara bir hediyesi bu reality şov. Akıl modern de olsa, yarışmacılar “dayanışmacı” bir kültürden gelince işler karışıyor. Dayanışmacı deyince akla ahlaki değerlerle şekil bulan bir destek sistemi gelmesin, aksine daha sonra alınacak yardımlar için bir tür “ödünç” verme burada söz konusu olan. Tipik bir Türkiye simülasyonu anlayacağınız: Ben sana bu yardımı yaptım, sen de bana zamanı gelince şu yardımı yaparsın ve böylece hep biz kazanırız! Gruplar oluşturmalı, gruplar halinde kalmalıyız, “bireysel” olarak mücadeleye kalkışmak düzeni bozmaktır, asla ve kat’a yasaktır. Türk tipi ‘Survivor’daki bu aklı Taner farkında olmadan bozdu, darmaduman etti. İşin bozulduğu o kadar açık ki, yarışmaya başlarken bir “ünsüz” olan Taner’in ekrandaki şöhreti, her kimse, kendisini bile çoktan aştı. Yazılı kültürün şöhretleri halen ayak direseler de bu devrin şöhretleri ekranda can buluyor ve zamanı geldiğinde ekranda sönüyorlar! Ekranın inanılmaz bir çekiciliği (“şehveti”) var izleyici için, ekrandaki insan her şeyini ifşa (“teşhir”) edebiliyorsa, izleyici-izlenen ilişkisi kolayca bir “sosyal pornografiye” dönüşüyor.

Ekran şöhreti ve Şans
ABD’de yıllardır “başarıyla” kotarılan ucube (freak) şovların sırrı burada. Aslında, size en benzemeyene bakarak kendinizi buluyor, “normalinizi” oluşturuyorsunuz. Demek ki, Acun Ilıcalı’nın bir TV yapımcısı olarak şapka çıkartılan başarısını, toplumsal normların dışında davranabilen insanları usturuplu bir biçimde ekrana taşıyabilmesinde aramalıyız. Zaten Taner de, bir arkadaşının teşvikiyle ‘Yetenek Sizsiniz’e katılıyor ve asıl arzusunun ‘Survivor’a katılmak olduğunu ilk olarak orada belirtiyor. Ondaki “sıradışı” ekran potansiyelini fark eden Ilıcalı sayesinde de önce bir “gösteri öznesine” ve neticede bir “ekran şöhretine” dönüşüyor. Ama ne şöhret? Hakkında onlarca yazı yazılan, arkadaşları TV programlarına davet edilen bu ekran kahramanı, uzunca bir cümleyi bile baştan sona kadar kuramıyor. Sık sık çizgi filmlerden öğrendiği anlaşılan tuhaf nidalarla kendini ifade etmeyi tercih ediyor ya da daha da tuhafı etrafta gördüğü her şeye atlamayı, hoplamayı marifet biliyor. Jerzy Kozinski’nin dilimize ‘Bir Yerde’ (Being There) diye çevrilen ve sonra filmi de çekilen (Merhaba Dünya) ve Peter Sellers’ın oynadığı ana kahramanı ‘Şans’a (Chance) benziyor biraz Taner’in ekran kişiliği. Sıradışı bir kişiliğe sahip olan Şans, evlat edinildiği evde dış dünyadan kopuk bir şekilde bir bahçıvan olarak yaşar. Dünyaya dair tüm bilgisinin kaynağı televizyonda gördüklerinden başka bir şey değildir. Vasisi öldükten sonra dışardaki dünyaya çıkmak durumunda kalan Şans’ın ekrandan devşirdiği bilgiler dış dünyadaki “şansını” azaltmaz, aksine arttırır, sonunda ABD Başkanı’nın danışmanı olur.

Linç hakkı!
Benzer bir durum Taner için de geçerli, çocuklara yönelik çizgi filmlerden oluşan bir dünyanın, bir dilin dışavurumu gibi. Söylediklerinden anladığımıza göre, iç dünyasının kahramanları ekranda gördüğü karakterlerden oluşuyor, çocuklar için tasarlandığından, bu ekran anlatılarında olabildiğince basit ve detaysız bir olay örgüsü kullanılıyor. Taner için detaya gerek yok zaten. Bu nedenle, bir gözünü kapatınca kendini korsan zannediyor, başına yapraklardan bir taç takınca Sezar, zaten eski aşkı da Kleopatra oluyor, ruhu ise her daim Tazmanya canavarı. Bu arada, ne Brütüs’ten haberdar ne de Roma tarihinden. TV tarihinin en sığ tipinden müthiş bir şöhret yaratma yolundayız. Öyleyse, soru şu: Taner, neden izleyiciyi sıkmıyor? Ya da tersinden soralım: Ağaçlara kedi gibi tırmanıp inememe, gördüğü her şeyin üstünden atlama hevesi gibi birkaç “sıradışı” özelliği dışında, bu gencin nasıl bir albenisi var izleyici için? Birçok cevabı içinde barındıran bu sorunun mümkün cevapları arasında, yukarıda sözü edilen, normal ile normal dışı arasındaki mesafe var, belli ki. Taner’e bakarak hayatlarını “normalleştiriyor”, kendi sıradanlıklarını kutsayabiliyor geniş kitleler. Ama bir de işin “eğlence” yanı var ki, “postmodern zalimliğin” yalansız dolansız bir halini tarif ediyor. Ekrandakine saldırmak meşrudur! TV ekranının yeni medya araçları yardımıyla eklediği diğer ekranlarda (YouTube’dan bloglara, gazetelerin sitelerindeki okur yorumlarından, şova ilişkin forum alanlarına kadar) en savunmasız, en saldırıya açık kişilik Taner. İstediğini, istediğin kabalıkta yazabiliyorsun. Ekranda kazanılan şöhretin ardında böyle bir “linç hakkı” da var. Lince ne kadar imkan veriyorsan o kadar taraftarın olabiliyor ve böylece “ekranda kalma” hakkın da.

Asıl sahip
En baştaki tanım anlam kazanıyor artık. ‘Survivor’da başarılı olmanın oyun kazanmayla falan alakası yok belli ki, mühim olan ekranda eğlendirme potansiyelini gösterebilmek ve “eğlence bitmesin” SMS oylarıyla, ekranda varolma hakkını kazanmak. Bu hakkı Taner, ekran başında onunla “eğlenilmesine” takmayarak kazanıyor. Nihat Doğan’ın usta bir siyasetçi gibi konuşarak, her şeyi dev aynasındaki dünyasına oturtarak, uzun cümlelerle kurduğu şöhretin tersi bir şöhret bu. Yine de, ikisi de aynı dünyanın iki ayrı dinamiğini ele veriyor. Birisi, yıllar içinde kazandığı şöhreti, ekranda daha da pekiştirmek için elinden geleni yapıyor, hırslanıyor, manevi değerlere sesleniyor, coşuyor, ağlıyor. Diğeri tek hayali olan şöhreti yakalamanın mutluluğuyla, ekranda daha da tuhaf ne yapabilirim diye çırpınıp duruyor, sürekli espri yapmaya çalışıyor, hopluyor, zıplıyor. Her ikisi de, kendilerinden bir başkası gibi söz ettiklerine göre, “şöhret” olduklarını sanıyorlar. Ne yazık ki, şöhretin esas sahipleri ekranda asla görünmeyen, mesaj atarak, yorum yazarak odalarından bir ekrana (TV ya da bilgisayar) bakan, ekrandakilerin “eğlendirme değerini” ölçüp biçen, ona göre “şöhret sahibini” izleyip izlememeye karar verenler.

Radikal

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.