Yeşeriyorum

Taksim Açık Hava Karakolu

0

Bu yazıyı yazan kadının hayatta var oluş geçmişi 23 yıl ve şehri İstanbul’daki yaşam serüveni de 4 yıldır. İnsanlığın zaman ölçerinde 2007 haziranını gösteren tarihten beri de şehri İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde ikamet etmektedir.Şimdi bu zamana endeksli önbilgiler ışığında kişisel bir tanıklıktan söz etmek derdindeyim esasında.
Evet, 2007 hazirandan itibaren mevsimlere ve hayatın akışına göre değişmekle beraber hayatımın neredeyse %70’i İstiklal Caddesi, Taksim Meydanı civarında geçmekte. Burası benim birincil yaşam alanım ve hayatımın büyük bir kısmı burada şekilleniyor. Kişi yaşadığı yere entegre oldukça gözlemleri derinleşir, istediği hayatı oradan şekillendirme derdine girer. Hayatta şiddetin her türlüsünü reddeden ben için güne cadde boyu ellerinde taramalılarla volta atan polislerle merhaba demek ve günü de onlarla bitirmek durumunda kalmak takdir edersiniz ki travmatik bir durum.  Hayatın kötülükleri korku psikolojisiyle en kolay normalleştirdiği sayılı ülkelerden olduğumuz gerçeğini kimse yadsımıyor tabi ki. Bizim geçmişimiz hatırlanmamak ve hatırlatılmamak üzerine kurulu. Aynı korku psikolojisi nedeniyle darbelerle başrol çalmış ordumuz siyasi bir aktör olarak kendini sürekli yenileyerek var edebiliyor, ne yazık ki! Polisler de bir yerde kanunları yenilenip yetkileri arttırılarak korku psikolojisinin de desteğiyle toplumdaki başrollerini geliştirerek pekiştiriyorlar. İstiklal Caddesi’ndeki varlıklarına dönelim. Bu volta atan ağabeylerimiz ikişer kişilik yaya ekipler olarak ( çevik ve kuvvetli amcalarımızdı bunlar ) vardiyalı olaraktan asayişi sağlamak üzere, silahlarını gözlerimize, beynimize, yüreğimize soka soka görevlerini icra ediyorlardı. Ben de feci korkuyorum haliyle, o kadar tedirginim ki bir gün çok naif bir şekilde sokuldum yanlarına. Araçlarıyla ( araç bu hikayede sadece silahları ), duruşlarıyla aramızda müthiş bir eşitsizlik varken korkmamam mümkün değil tabii ki. Evet, yanlarına sokuldum ve “Ya çok affedersiniz ama size bir şey sormak istiyorum, her an birini öldürebilecek gibi dolaşmak nasıl bir duygu?” diye sordum. İlk tepkileri ne mi oldu? Soruya soruyla yanıt verme adeti burada da kendini gösterdi ve “Sosyalist misiniz?” diye sordular. Ben de “Evet ama bunun sorumla alakası yok. Ben her gün burada yürüyen biri olarak korkuyorum. Ben her şeyden önce anti-militaristim ve her an birini öldürecekmiş gibi dolaşıyor olmanızı anlamıyorum.”dedim. İçlerinden birinin adı “Barış”mış. Bana karşı korunma söylemleri bu oldu. Sonrasıysa bildik söylem; biz sizleri korumak için varız, keşke herkes sizin kadar iyi niyetli olsa…Bu olayın gerçekleştiği zaman zarfı tanıklığımın ikinci ayı. Gel zaman git zaman volta atarak devriye gezen arkadaşlarımıza dört tekerli araçlara sahip olanlar eklendi. Daha öncesinde var mıydılar? Ne yalan söyleyeyim hatırlamıyorum! Burada küçük bir ayrıntıyı hatırlatmakta fayda var sanırım : Bahsi geçen cadde İstanbullu olmayan bana aktarıldığı kadarıyla trafiğe kapalı bir yer! Kuvvetli çevik ağabeylerimize eklenen asayiş berkemal ağabeylerimizle beraber daha da bir şenlendi caddemiz. Zaman bildiğimiz gibi durmayan bir kavram, o her şeye, herkese inat seyrine devam ediyor. Bu seyir sırasında araçlarımız çeşitlilik göstermeye başladılar. Belirli noktalarda park halinde durmaya başlayan araçların bulunduğu noktalar kontrol noktası görevi görmeye başladılar. Kontrol noktalarında ne yapıldığını hepiniz az çok tahmin ediyorsunuzdur; GBT yoklaması. Benim için GBT yoklamaları pek saygı değer polislerimizin varlığının asıl nedenlerinden birini fazlasıyla görünür kılıyor. Bu da karakaşlı kara gözlü olmak durumu. Şöyle ki eğer kıyısından köşesinden eğer birazcık beyaz Türk’ü çağrıştırıyorsanız imkansız durdurulup GBT’lenmiyorsunuz. Polisimizin gayri resmi birim karakollarındaki asli görevlerinden biri de haliyle nereden geldiğini, kim olduğunu ve ait olduğun toplumsal sınıfı hatırlatmak oluyor. Zamanımız durur mu hiç? Durmuyor tabii ki, o akıyor da akıyor… Meydan dediğimiz yerde birer ikişer adet şeklinde park eden araçlarımız bir de bakmışsınız ki kendi barikat araçlarıyla çizmişler sınırlarını ve dizi dizi park halindeler! Zamanın akışını ve bu akış içinde belirli bir ritim tutturulduğunda kimselerin refleks gösteremeyeceğini en iyi bilen devletimizin stratejik harekatı başarıyla sonuçlandı son zamanlarda. Keza bunun son örneği heykellerin bulunduğu çekirdek meydanın “sivil halk”a kapatılmış olmasıdır. Yasamız gereği basın açıklaması için her hangi bir kurum ya da kuruluştan izin almak gerekmemektedir. Bu bir “Hak!” tır keza! Ama gelin görün ki en ufak bir basın açıklaması sırasında bahsi geçen caddede etrafınızda bir anda hemencecik bir birim karakol oluşturuluvermiş. Yazımın başında da belirttiğim gibi bu benim mikro ölçekteki yaşam alanıma, kendi yerelime yönelik ufacık bir tanıklığımdır. Bu tanıklığımın özetinin özetidir, öfkeden, olması gerekenden arındırılmış halidir. Engin Ceber’ in ölümünden sonra, o güne kadar gerçekleşen ölümlere dair TİHV’nın raporuna göz atmaya kalktığımız takdirde dallar budaklar etrafa, gözlerimizin, yüreğimizin, beynimizin, velhasıl bütün hücrelerimizin her bir yanına saplanırlar. Size o zaman son 9,5 ay içerisinde yargısız infaz, ”dur” emrine uymama ve rast gele açılan ateş sonucu 31 kişinin yaşamını yitirmiş olduğunu söylemem gerekir. Ya da tespit edilmiş olunan faili meçhullerin 36 kişi olduğunu. Eeee bunlar yetmez derseniz eğer alın size gözaltında ve cezaevlerinde ölmüş olanların sayısının da 29 olduğu. Eh sizler de takdir edersiniz ki düşüncenin ifadesi kısmında yerini bilen her yurttaş gibi ben bunları sizinle paylaşamam. Maazallah sokak ortasında rast gele bir kurşunla serilirim sokak ortasına, ben serilince bunu kaldıramayan arkadaşlarım gözaltında işkenceye maruz kalırlar, bu da yetmez bir de cezaevinde ölüverirler… Peki ya 301 mi? Kim bilir? Devlet dışında tabii ki… Bir de Hrant…

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.