Dış Köşe

Sizin bedeniniz değil, karar verebilme yetiniz de yok!- Dilaver Demirağ

0

Peygamber dedi ki, kadınlar akıl adamları ve kalp sahiplerine hükmederler.

Ama cahil insanlar kadına hükmederler, çünkü onlar hayvanî bir vahşilikle zincirlidirler.

Şefkatsiz, nezaketsiz ve sevgisiz olduklarından, hayvanîlik tabiatlarına hükmeder.

Sevgi ve şefkat insanî vasıflardır, öfke ve şehvet ise hayvanlara aittir.

Kadın Allah’ın aydınlığıdır, o senin sevgilin değildir. O bir yaratıcıdır—onun yaratılmış olmadığını söyleyebilirsin.

(Hz. Mevlânâ)

Sevimsiz olduğumu, muhtemelen olası entelektüel  kariyerlerimi daha başlamadan sonlandırdığımı biliyorum, ama neylersiniz ki inandığı doğruyu her zaman her koşulda söylemeye alışmış, klişe olarak adlandırılan kavramlardan hazzetmeyen biri olarak, içinde bulunulan duruma sivri ve sevimsiz dilimi uzatma noktasında vicdanım müdahil oluverdi. Edward Said’in entelektüel tanımını benimsemiş biri olarak yalnızca ve yalnızca vicdanımın benimsediği hakikati söylemeye –elbette söyleme imkan ve fırsatım olduğu sürece-niyetliyim.

İmdi sinir merkezci Başbakan kürtaj meselesini ortaya atıp “yassak lan” deyip kestirdiğinden beri, kürtajla yatıp kürtajla kalkmaya başladık. Hepimiz bu konuda bir iki kelam etme çabasına giriştik. Muhafazakar ya da sağda konuşlanmamış, laik bir yaşam biçimini, kentte yalnız kalabalıkta yaşamanın verdiği bireysel özerklik duygusu ile yaşayan biz modernler, ayaklanmış bir ruh hali içinde Başbakana haddini bildirme yarışına girdik. İki sözümüzden biri de kadınsak “bedenimiz bizim, bedenimiz hakkında da biz karar veririz” erkeksek de “bu kadınların bedeni, bu konuda da sadece onlar karar verebilir” oldu. İşte ben burada sevimsizleşmeye, çirkinleşmeye, kaybeden olmaya başlıyorum. Emin misiniz?

Evet bu kadar kolay mı bu kararı vermek, üstelik kadınların safında yer almak adına hayat boyunca bir canlıyı besleyen bir rahim olmak duygusunu hiç bilmeyen biz erkekler, seküler bir ortamda yaşamın mucize olma halini kaybetmesini ve hayatın artık teknik ve bilimsel bir süreç olarak algılanmasının verdiği rahatlıkla bol keseden sıkıyoruz.

Anne olma duygusunu bilmiyoruz, bir annenin rahminde büyüyen hayat karşısında yaşadığı çelişkileri hiç anlama olanağına sahip değiliz, buna rağmen sırf feminist bir erkek olduğumuzu gösterme adına ahkam kesip duruyoruz.

BİR DAKİKA BEYLER BİRAZ SUSUN!

Bir daha soruyorum emin misiniz? Ya da moda deyimle son kararırınız mı? Öyle ya bir canlı ile simbiyosis halinde olmak duygusunu bu kadar kolay yok sayan eril feminizme yaranmak adına hayatın karşısında dikilme hakkını size kim verd?

Ya da şöyle diyeyim siz Tanrı mısınız? Hayat hakkında karar verme iktidarını size kim verdi ki?

Aslında bu soruya benim cevabım evet. Yani erkek denen varlık bir zamandan bu yana kendini Tanrı sanıyor. Ölüm ya da hayat hakkında karar verme hakkını kendinde görme cürretini kendinde görüyor. Biz erkekler sabanlarımız ile toprağı sürmeye başladığımız günden itibaren hayata düşman kesildik ve onun kontrolünü kendi egemenlik modelimizin bir parçası kıldık. Bu nedenle de hayat karşısında Tanrı rolü oynamaya kalkıştık ve sonuç bugün yeryüzünün insan denen varlığı kusmasına neden olacak ekolojik ayaklanmaya neden olduk. Hayatı aşağılarken kadınları da aşağıladık, çünkü kıskançtık.

Hayat Sıvısı

İlkel Mitoloji üzerine yazan Joseph Campbell, avcı bir kabiledeki erkeklerin kurduğu gizli erkek tarikatının yaptığı erginleme yani yetişkinliğe geçiş törenlerinden birisinde, erkeklerin ayin esnasında penislerini boydan boya yardıklarını ve kan akışı sağladıklarını anlatır. Bu yarıkla kendilerinin de bir rahme sahip olduklarını ve hayat üretme kapasitesini kazandıklarına inandıklarını belirtir.

Freud ünlü elektra kompleksi ile ilgili teorisinde kadınlardaki penis kıskançlığından söz eder. Bence yanlış, gerçek olan erkekteki rahim kıskançlığıdır. Bu tören aslında hayat üretme kapasitesini barındıran insan dişisine dönük kıskançlıktır.

Erkek hiç bir zaman kanamaz, kanamadığı gibi hayat da üretemez. Erkeğin hayat noktasındaki tek rolü spermini kadına vermektir ki bu da ayrı bir erkek korkusu yaratmıştır.

Dişil vajina korkusundan, çin simyası ve bu eksende oluşturlan taocu boşalmama tekniklerine dek pek çok sorunun ardında erkeğin yaşam suyu olan menisini kadına kaptırma, güçten düşme korkusu yatar. Bu satırları yazan bir erkek olarak kadınlara dönük kıskançlığımızın bizi maçolaştırdığını düşünmekteyim.

Çünkü kadın ölmez, ama erkek ölür. Bu nedenle bu korkuyla çok eşlilik düzeni adı altında döl garantisi tesis etmeye çabalar. Spermini olabildiğince çok rahme boşaltmalıdır ki dölü yaşasın.

Haa bu satırları okuyup ta beni feminst yalakası erkeklerden de bellemeyin, çünkü benim sempati beslediğim yegane feminizm derin ekolojik feminizm. Yukarda saydığım tezler de onlara dayanmakta.

Evet şu anda olan şey iki erillik biçiminin kadınların hayat üretme kapasitesi üzerinden  yürüttüğü bir pazarlık aslında. Dişi rahmin hakimi erkekler mi olacak, yoksa kadıncılık adını kendine haksız yere vermiş olan feminizm mi?

Yani bu bir iktidar kavgası aslında ve iktidarın konusu da feminist olmayan kadınlar.

Bir yanda hayli eril, aydınlanmacı feminist dil, diğer yanda ise gelenek adına berbat bir otoriterliği  kutsayan muhafazakar erkeklik biçimi.

Arada sıkışan ise yaşamla ilgili karar verilemezlik hali yaşayan kadınlar.

Karar Verilemezlik ya da Anlamı Kapatmak

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış… Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..

-“Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep.

Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış:
-“Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler…

İhtiyar:
-“Karar vermek için acele etmeyin” demiş.

-“Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı?  Bunu henüz bilmiyoruz.  Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş…Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler.

-“Babalık” demişler,
-“Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.”-“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar.

-“Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”

Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler…Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.

-“Bir kez daha haklı çıktın” demişler.

-“Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş.

-“O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler…

-“Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler.

-“Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…”

-“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar.

-“Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde… Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece gök biliyor.”


Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:

“Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”

Bu dil tanıdık geliyor değil mi. Müminler de böyle konuşurlar ve her sözlerini sonunda doğrusunu Allah bilir diye bağlarlar. Hakikaten de alim sıfatına inanan bir mümin kendini gerçeğin sahibi olarak görmek gibi modernist bir kibre sahip olmaz olamaz.

Ne ilginçtir Batı düşüncesinden süzülüp gelen Jacques Derrida’da karar verilemezlik üzerine benzer şeyler ortaya koyar.

Derridaya  göre dil, yapısalcıların sandığı ve gösterdiklerinden çok daha fazla oynak ve belirsiz bir şeydir. Anlam, karşıtlık içinde başka bir anlama gönderme yapmaksızın doğamaz, ve anlamın sınırları Dil’in tarihselliği içerisinde sürekli yer değiştirir; çünkü göstergeler her zaman başka anlam bağlamlarından geçerler, başka anlamlara gelirler, asla kapatılamazlar. Bağlamdan bağlama değişen göstergeler zincirinde anlam, dolayısıyla durmadan değişen bir nitelik arz eder.

Yorum, karar vermek değil yeni anlam olasılıklarına kapı aralamaktır. Nitekim Tasavvuftaki tevil ile İslam’daki İctihat da böyle bir şeydir. Yeni olaslıklara kapı aralamak. Sadece aydınlanmacı yada geleneksel farketmez, kibir sahibi olan katı bir akıl biçimi yeni olasılıklar yerine kesinlikler ve evrensel doğrular peşine düşer. Ve elbette fena halde çuvallar. Çünkü müphemlik, yani bir şeyin birden çok anlam taşıması yahut birden çok olasılık taşıması hiç bir zaman sonlandırılamaz.

Ancak aydınlanmacı akıl buna katlanamaz, o karar vermek, kesinlikler saptamak ve belirsizlik denen çok anlamlılığı, çok fazla olasılığın aynı anda oluşması durumuna asla tahammül edemez. Bu yüzden de anlamı kontrol etmek için doğruluk ve kesinlik biçimini  devreye sokar.

Akıl doğaya hükmetmek için techiz edilmiştir, bu yüzden akıl kendini beden karşısında özne olarak kurgular ve nesne olarak kurguladığı bedene hükmeder.

Dişi Zihni Çağırmak

Tam da bu yüzden “bedenim benimdir” diyerek Roma Latufindilarının köle sahipleri gibi bir malikiyet ilişkisini bedene dayatan akıl küpü feminist dil, bedenin kozmosla birlikte akan bir ritim olmasını anlayamaz.

Oysaki hiçbirimizin bedeni hiç kimseye ait değildir, beden inanan için yaratıcıya, inanmayan içinse doğaya aittir.

O yüzden ben safımı ne sol, ne de radikal feminizmin fena halde aydınlanmacı zihin yapısından değil, ekololjizmin biyo ritimlerinden yana kuruyorum ve dişiliği geri çağıran femimizm sonrası dilin müphemliğini selamlıyorum.

Ne ben, ne siz, ne de bir başkası hayat hakkında bu hükümran ve mülkiyetçi dil ile konuşma hakkına sahip değil.

Hiç birimiz hayatın sahibi değiliz.

O yüzden doğumun, yaşamın düşmanı bu eril tahakküm diline karşı doğanın yanında yerimizi almamız gerekli. Hayatın sahibi değilsek onun hakkında karar verme hakkına da sahip değiliz.

Son sözüm şu, biz erkekler ve eril zihniyetli erkek kadınlar aradan çekilsin . Hayata konukluk eden ve bir süreden sonra ev sahibi konuk ilişkisinin son bulduğu bir simbiyosis yaşayan dişiler hayat hakkında aralarında müzakere etsinler. Hayatı ne yapacağına hayatı üreten ve taşıyanlar bilir.

Hasılı çok bilmiş solcu kardeşlerim ve feminist ablalarım sizin bedeniniz de değil, sizin kararınız da değil.

Ben hayat düşmanı, hayatı hor gören bu doğa karşıtı dilden fena halde rahatsız olduğum için ekoloji adına konuşma gereği duydum. Yoksa dişinin rahmi hakında olumlu ya da olumsuz bir kararın öznesi olmak benim haddim değil. Ben hayat denen mucize karşısında ancak ketum bir huşu içinde olabilirim ve hayatı üreten dişi bedene de kutsal bir gözle bakabilirim.

Haa bu arada, kürtajın alternatifinin ne olursa olsun doğur deyip kadını kuluçka makinesi gibi gören,  ona annelik dışında hiç bir insani varoluş hakkı tanımayan özerkliğine saygı göstermeyip ona daima ikincil bir rol biçen Mevlana’nın hayvanlık sıfatı yakıştırdığı-ki bu sıfattan kasıt iradeyi dışlayarak güdülerinin emri altında olmak olsa gerek, yoksa bu bilgenin hayvanları aşağılamak gibi bir tutum içinde olduğunu düşünmüyorum-egemen erkek mantığı olduğunu düşünmüyorum. İnsanı kimi zaman zor seçimlere yönelten haller olabilir ve o zaman içiniz de ezilse hayatla uzlaşmayan seçimler yapmak zorunda kalınabilir.  Halden anlamak denen şey de budur. Ancak dişinin en yüce işlevlerinden birisi olan hayata konukluk etmek, onu besleyip büyütmek karşısında zaman zaman karşı karşıya kalınan bu zor seçimleri istismar eden tıp endüstrisini ve kapitalizmin bedenlere dönük tasallutunu, tekno kapitalist pan kapitalizmin hayatı sömrgeleştirmesini hiçe sayan sözde insancıl solculuk da , Cihan Aktaşın harika benzetmesi ile rahmi kazıtmaya bu denli açık olmak, bunu şehvetle savunmakda hayata karşı en büyük saygsızlıktır. Tam da bu yüzden Bianetin kürtajperver tutumundan hiç ama hiç ama hiç hazzetmedim, hazzetmeyeceğim de.

Kürtaj hayat denen mucizenin kim zaman karşı karşıya kaldığı ölüm denen keskin dönemeçke karşılaşma hallerinden biridir. Hayat ne denli kutsalsa ölüm de aynı ölçüde kutsaldır, yaşamı üretmek kadar yaşamı sonlandırmak da hayatın zor seçimlerinden biridir. Böyle bir dönemeçle karşılaşan bir kadına ancak üzüntü duyabiliriz. Ve onun yasına eşlik ederek saygı göstermiş oluruz. Bu yüzden kürtaj ne tamamı ile yasaklanacak ne de şehvetle savunulacak bir şey değildir. Kürtajı zorunlu kılan şeyleri olasılık dışı kılabilmek için çaba göstermek ve bu anlamda ebeliğin bilgeliğini yeniden hayata sokmak, yani cadılığın bilge şifacılığını, kadınların doğa bilgisini yeniden kazanacak bir kadınsı akla çok ama çok ihtiyacımız var.

Siz dişiler lütfen dünyayı bizim hayattan kopuk aklımızdan geri alın. Sizlere ve sizin doğayla birlikte akan sıvılaşmış bedensel zihinlerinize öyle çok ihtiyacımız var ki lütfen bize sezgiyi ve bilgeliği yeniden armağan edin.

**

Not: Bu yazıyı bu yıl kışın genç yaşta hamile kalan kedimiz Tütü’nün doğumuna eşlik eden, doğum anında tükendiğinde rahmini harekete geçiren masajlar ile onu doğurtan, yaşam denen mucizeye eşlik eden eşime ve bütün ebelere ithaf ediyorum.

Not. 2: Kadınların sahip olduğu ve bu benim bir erkek olarak mucizesine asla erişemeyeceğim bir konuda dişi yanlısı bir dille bile olsa ukalalık ettiğim için dişilerden özür diliyorum.

Not. 3: Bu arada Adil Medya giderek daha fazla solcu uslupların varolduğu yazılarlarle moderniteye bir alternatif oluşturacak medeniyet tsavvurundan uzaklaşıp modernizim dümen suyunda giden bir dille varolmaya başladı. İlk fırsatta güçlü bir modernite eleştirisi yapmayı, islamla modernliğin neden hiç bir biçimde yan yana gelemeceyeceğini dolaysıyla sol dili ödünç alan bir dilin neden müslümanların yabancılaşmasına hizmet edeceğini yazmayı boyun borcu görmekteyim. Yazacağım.

Dilaver Demirağ – www.adilmedya.com

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.