Seçimlerimiz üzerine bir giriş – Sennur Baybuğa

Evet, tozun dumanın içinde, siyasetin tüm silahlarının çekildiği ama bu şiddet dünyasında, sürekli barıştan bahsedilen, barışı hayalleyen insanlara bir an için bile hayal kurmasına izin verilmeyen gürültülerin ortasında. Kendimi bildim bileli her seçim önemli bu ülkede, ayakkabı seçimi, okul seçimi, arkadaş seçimi, meslek seçimi, eş seçimi, restoranda yiyeceğin yemek seçimi. Belediye başkanı seçimi, muhtar seçimi, vekil seçimi. Tümü de birbirinden önemli tümü de birbirine aslında bağlı. Zira tümü de bizim bizzat kimliğimize, kişiliğimize olmak ve olmamak istediklerimizle ilgili.

Bir anaokulu çocuğunun, resim boyamayı öğrenirken mavi boyası bitti diye ağladığı ve gökyüzünü maviden başka renge boyamaktan korktuğu ülkeye Türkiye denir. Ne annesinin ve yazık ki ne de öğretmeninin gökyüzünü istediği renge boyayabileceğini söylemediği bu ülkede, ömrü boyunca mavi dışındaki renklerden korkarak büyüyen o çocuğun gözlerinden aldığımız hayal ışığını bir gün onlara tekrar vermeyi vaat ediyoruz verebilecek miyiz. Bilmiyorum.

Barış istiyoruz, biz bu ülkede yüzyıllardır aslında dönem dönem artarak dönem dönem evimizin içine kadar giren sinsice devam eden öfkelerimizden, yok etme duygumuzdan ve son kırk yıldır iyiden belirginleşen ve son kırk yılını bu ülkede öle öle bitirmeden devam eden savaştan kurtulmak istiyoruz. Gerçekten mi?

Savaşmama hali ile barış aynı şey mi bunu düşünüyorum. Silahların, tüm canlıları yok eden o makinaların ortadan kaldırıldığını düşünmek ve tahayyül etmek benim ve kızım için özlediğim iklimin tesisi için yeterli olacak mı. Siyasetin temini önünde harcadığımız kavga enerjisi ve edindiğimiz kişilik ve üzerimize oturan yeni kimlikten kurtulmayı gerçekten başarabilecek miyiz. Barışı isteyen savaşan kadınlar, barışı isteyen dilin git gide keskinleşen şiddeti ve barışın aslında kendi başına ne kadar da liberal ve küçümsenecek bir talep olduğunu gözümüze soka sokak yürüyen yüksek siyaset. Gerçekten bir sabahın meltem sükunetinde bu ülkede çocuklarımıza sakince az pişmiş yumurta yedirebilecek miyiz, bilmiyorum.

Özür dilesek öldürdüğümüz, ülkeden kovduğumuz, derinden yaraladığımız tüm insanlarla birlikte oturup ağlasak, elimizdeki ekmeğin yarısı evet sizin payınızdır desek, bunu bağırmadan desek, yavaş sesle desek, gerçekten ve karşılıklı olarak birbirimizle vicdan aynalarımızla barışabilecek miyiz mesela.

Siyasetle, sokakla ve gürültüler içinde kendimizi anlatmakla uğraşırken, düşündüğüm ve hissettiğim insanla, sözü söyleyen insanın aynı olup olmadığını düşünürüm. Beni en çok korkutan şey ikisinin farklı insanlar olabileceği ihtimalidir.

Seçim dönemindeyiz ve yine çok önemli bir dönemeçteyiz, ben insanlara, bana soranlara ve kimi de sormayanlara içinde bulunduğum siyaseti anlatmaya çalışıyorum. İki türlü anlatma biçimim var birincisi iktidarın git gide otoriterleşmeyi de aşan, şirazesinden çıkan ve meclis çoğunluğunu eline geçirirse başımıza açacağı şimdiden ipuçlarını çokça başarı ile vermiş uygulamalarının bizi ne hale getireceği. Bunu anlatmakta çok mahir olduğumu söyleyebilirim.

Ama esas ve ikincisi, benim dünyamı da anlatan ve bana da ait olan şey şu ki; bu seçimi diğerlerinden benim için de ayıran bir şey hala var baktığım yerden, hissettiğim kadarı ile biz bu seçimlerde belki de hayallerimize kavuşmanın yolunu açacağız. Seçimlerle değil sonrasında, oy kullanarak yapacağımız büyük itiraz belki de bize bu şansı verecek, belki yıllar süren bu suskunluğumuzun susturulmuşluğumuzun iktidarımızın ve muhalefetin beni de içine çeken bu siyasetin tüm kitaplarını yakacağız ve belki de baştan yazabilme şansına sahip olacağız. Beni siyasette, burada tutan ve hazirana kadar tutmaya devam edecek olan tek dürtü bu. Belki de ve gerçekten yeni bir kapının önündeyiz ve her şeye rağmen o kapının arkasında bizim için güzel hayaller kurabileceğimiz yumuşak bir minder var. Sonra önümüze bakacağız. Ama o kapıyı açamazsak hiç hayalimiz bile olmayacak. Birbirimizi abartmadan ve yüceltmeden o kapıdan sonraki hayallerimize doğru birlikte yürüyeceğimizi bilerek. Ve tahammül ederek.

 

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR