Dış Köşe

‘Sans-cravates’ ya da kurallara karşı çıkmayı nerden öğrendi bu Yunan gençler? – Vangelis Kechriotis

0

Tsipras kravat takmıyor. Ancak ülkenin borcu silindiği zaman takacağını söylüyor. Finans Bakanı Varoufakis Londra’da mevkidaşı George Osborn’la görüşmeye açık yakalı parlak mavi bir gömlek, siyah kot pantolon, botlar ve deri ceketle çıktı. Peki SYRIZA liderlerinin bu kıyafet başkaldırısı neyi gösteriyor?

Yunan seçimlerinden önce bile yeni başbakan Tsipras ancak ülkenin borcu silinirse kravat takacağını söylemişti. Sonra hükümet kurulurken yemin ettiği zaman, üyelerin çoğunun törene kravatsız katılmaları dikkat çekti. O günden itibaren, yeni hükümetin radikal çıkışları ve ütopik taleplerini vurgulayan medya söylemi bir yana, özelikle Tsipras ve Varoufakis’in antikomformist giyiniş tarzı üzerine hükümeti itibarsızlaştırmaya çalışan neredeyse dedikodu seviyesinde bir tartışma yürütülüyor. Halbuki tarz ve moda yaşadığımız çağda o kadar kolay fark yaratabilecekken medyanın bu çabası en azından kısa vadede geri tepti. Tsipras’ı ziyaretinde İtalyan Başbakanı Metteo Renci kendisine bir kravat hediye etti. Fakat İtalyan Başbakan, ülkesi Avrupa Birliği’nin dönem başkanlığını üstlenmiş olduğu zaman hazırlanmış olan ve İtalyan logosu taşıyan kravatı Yunan Başbakanının hayatta takmayacağını bile bile vermiş gibi gözüküyor.

Sonra Finans Bakanı Varoufakis Londra’ya gitti, mevkidaşı George Osborn’la görüştü. Ama ne cüret, Downing Street protokolünü çiğneyerek çok şık takım elbiseli Britanyalı Bakana karşı Yunan Bakan açık yakalı parlak mavi bir gömlek, siyah kot pantolon, botlar ve deri ceketle çıktı. The Guardian gazetesinin iki ayrı yazarı onun ceketini 90’lı yıllarda uyuşturucu satıcısı ceketine ve ava çıkan Putin’in ceketine benzettiler. Yine de, her iki yazar sıkıcı siyasetçilerden farklı olarak ne kadar orijinal bir tarzı olduğunu da vurguladılar . İngilizlerin tersine, Alman hükümeti sözcüsü, Varoufakis’in Berlin ziyareti sırasında Almanlar için kim olursa olsun ciddi tekliflerle gelmelerinin önemli olduğunu, kıyafetlerin hiç önemli olmadığını vurguladı . Almanlar ve İngilizlerin zevkleriyle ilgili bir tartışmanın manasız olduğunu düşünüyorum. Fakat Varoufakis’in yıllarca Britanya’da yaşadığını göz önüne alırsak, İngiliz hassasiyetlerini bildiğini, ona göre hareket ettiğini varsayabiliriz. Onun tercihinin arkasında bir tecrübesizlik ya da densizlik olduğunu zannetmiyorum. Sonuçta kıyafetleri hiç de ucuz değildi, bu iyi düşünülmüş bir tavır olarak görülebilir.

Bu mesaj da hedefine ulaştı. Varoufakis’in ziyaretinden önce bile, Yunan bakanın ekonomi doktora derecesini, Attiki Valisi ve SYRIZA üst düzey üyelerinden Rena Dourou’nun siyaset bilimi lisansüstü derecesini Essex’ten almış olmaları İngiliz basınının dikkatini çekmişti. Ne kadar ilginç, benim de Karşılaştırmalı Tarih alanındaki lisansüstü derecem 1994-95 yıllarında Essex’te olmasına rağmen, ancak bu haberleri görünce, bazı şeylerin daha iyi anlaşabileceğini düşündüm. Hafızamı tazeledim. Yirmi sene öncesine döndüm. Hiç yurtdışı tecrübesi olmayan, ilk defa evinden çıkmış ve hocası Antonis Liakos’un tavsiyesi üzerine kendisini depresif bir East Anglia kasabası, Colchester’da bulan genç adamın yeni ortamına adapte olma mücadelesini hatırladım. Çünkü orası Cambridge ya da Oxford değildi. Avrupa vatandaşı olmamıza rağmen, o üniversitelerin aşırı pahalı ücretlerini ödememiz mümkün değildi. Günlük masrafları karşılamanın hemen hemen imkansız olduğu Londra da değildi. Trenle Liverpool Street istasyonundan 50 dakikalık yol ama bambaşka bir dünyada yaşadık biz. Bir tane multiplex sinemasi vardı (Hala o zamanda multiplex sinema yoktu Atina’da). En sevimli yanı, yakınında bulunan ufak bir nehir kıyısında kurulmuş Wivenhoe köyüydü. İlk iki ay, neredeyse sadece Yunanlarla takıldım. Hiç zor değildi. Öğrenci nüfusunun %25’i Yunandı. Yıllar sonra, 2000’de tekrar gittiğim zaman bu rakamın %40’a yükseldiğini öğrendim. Top Bar diye bir bar vardı, hep Yunanlarla doluydu. İngilizler Union Bar’a giderlerdi. Sonra, alışınca Yunanlardan kopmaya karar verdim. Toplam 104 farklı milletten insan olduğunu öğrendim. Bugün internette baktığımda 132 değişik milletten bahsediliyor. Tabii bu arada milletler de çoğaldı. Birçok yeni arkadaşım oldu, daha çok Avrupalı ama Latin Amerikalı, Japon da vardı, hatta ilk Türk arkadaşlarımı orada edindim. Sadece Çinlilerle pek anlaşamıyorduk; partilerimiz çok gürültülüydü, onlar bizden hep şikayetçi olurdu. Bu çok beynelmilel ortamda kampus ve yurtlarda fazla zaman geçirdiğimiz için, birbirimize benzemeye başlamıştık. Dersler, okumalar, kulüpler, birçok yeni tecrübe.

Okulun tarihiyle ilgili pek bilgim yoktu gittiğimde. Meğerse 1963’te kurulduğunda hem hocalar hem öğrenciler arasında o döneme damgasını vuran sol geleneğinden etkilenmiş bir ideoloji hakimmiş. 1968’de o kampusta Vietnam savaşına karşı Britanya’nın en şiddetli eylemleri yer almış, öğrenciler polisi kampustan kovalamış. Bizim dönemde Sosyoloji Bölümünde Sözlü Tarihin kurucularından Paul Thompson, Tarih Bölümünde Cinsiyet Çalışmaları alanının büyük isimlerinden Leonore Davidoff, Milliyetçilik Çalışmaları alanında en bilinen uzmanlardan Stuart Woolf ve Siyaset Bilimi bölümünde efsanevi siyaset felsefecisi Ernesto Laclau ders veriyordu. Ben Thompson ve Woolf’tan ders aldım, her ikisi de danışmanım oldu. Bu bir yıllık serüvenin ne kadar önemli olduğunu, konuştuğum, çalıştığım insanların bizde ne derin izler bıraktığını çok sonra fark ettim. Bununla beraber, bir hayat tarzı, ders ve konuşma sırasında aşırı eleştiri yapmak, sonra öğrenci hoca karışık bir kitle olarak publara gitmek, yazın kampusta çıplak ayak yürümek, istediğin şekilde giyinmek çok doğal gözükmeye başlamıştı. Hemen sonradan askerliğimi yaparken bambaşka bir dünyaya alışmakta oldukça zorlandım. Yine de akademik hayatıma devam ettiğim için, bazı şeyler dikkatimi çekmiyordu artık, normal karşılıyordum. Fakat bir gün, korkunç bir kriz döneminde benim memlekette iktidara sol bir partinin geleceğini ve hükümetin bazı üyelerinin diplomalarını benim gibi Essex’ten aldıklarını öğreneceğimi hiç tahmin etmiyordum.

Niye şaşırıyorum ki? Olay çok basit. Bugüne kadar Yunanistan’da geleneksel siyasi ve ekonomik elit Ivy League’de okuyordu (mesela George Papandreou ve Antonis Samaras Harvard’da okumuştu). Avrupa Birliği’ne girdikten sonra, Yunan orta sınıfın imkanları değişti, artık onlar da kendi çocuklarını eğitim için yurtdışına gönderebiliyordu. Burslar da çoğaldı. İngiltere’deki üniversitelerde artık bugün üçe katlanmış ücretler o zaman çok daha ucuzdu, bir önceki nesil Fransa’da eğitim görmüş olmasına rağmen birçok genç insan artık İngiltere’ye gidiyordu ve sadece iktisat ya da mühendislik değil her türlü beşeri bilimler alanında da diploma alıyordu. Bugün o nesilden ve bir sonraki nesilden Britanya üniversitelerinde kariyer yapan yüzlerce Yunan var. Aldığımız eğitim biraz farklıydı ama, sadece Essex değil, Sussex, Birmingham gibi başka okullarda da. Fakat akademi’nin dilini ve literatürünü takip ederek, bir elite entegre olmaktan değil de, elitin hegemonyasına meydan okumayı öğrenmiş bir ya da iki nesilden bahsediyoruz.

Bu tespit kaba görünse de, önümüzdeki yıllarda onu doğrulayan daha çok bilgi ortaya çıkacak, eminim. Sadece bir örnekten bahsedeyim burada. Geçen gün Kadir Has’ta bir panelde kemer sıkma politikalarına karşı söylemi eleştiren partilerin (sağ ya da sol fark etmeksizin) siyaset bilimciler tarafından çok ilkel bir şekilde popülist olarak yaftalandığını söylediğimde panele katılanlardan biri bana Ernesto Laclau’yu hatırlattı. Sonra The Guardian gazetesinde bir makale okudum ve yukarıda anlattığım hikaye, kendi tecrübem dahi çok daha anlam kazandı. Laclau anti-popülist hegemonyaya meydan okuyan sol partiler dışında gelişen halk örgütleri ve eylemlerden bahsediyordu. Yeni Sol, partiler içinde gelişmiş ve kemikleşmiş soldan farklı olarak sokakta gelişecekti. Aynen son 5 yıl içerisinde gördüğümüz biçimde. Laclau maalesef geçen sene vefat etti ve bu hareketlerin iktidara gelişini görmedi. Laclau’nun etkisi sadece SYRIZA içinde değil. İspanyol radikal sol partisi Podemos’un teorisyenlerinden biri olan Inigo Errejon, Laclau’nun öğrencisidir. Tsipras’ın ve Yunan hükümetindeki başka birçok ‘sans-cravates’ üyenin hikayesi çok farklı. Tsipras’ın babası bir müteahhitti. Fakat 70’li 80’li yıllarda Yunan işçi sınıfından birçok kişi orta sınıfa geçtiğinde, unutmayalım ki, hala Andreas Papandreou ve arkadaşlarının giydikleri balıkçı yaka modası vardı. Sonra hepsi kravat taktı. Acaba, SYRIZA’dakiler de yakında kravat takar mı bilemem. Ama ‘sans-culottes’ geleneği olan bir Avrupa’da bazılarının ‘sans-cravates’ olanları niye bu kadar dehşetle karşıladığını anlamak pek zor olmamalı.

 

Vangelis Kechriotis – Radikal

1- http://www.theguardian.com/fashion/fashion-blog/2015/feb/02/greek-finance-minister-yanis-varoufakis-on-how-not-to-dress-for-a-meeting
2- http://www.theguardian.com/commentisfree/2015/feb/03/greece-finance-minister-yanis-varoufakis-normal-person
3- http://www.reuters.com/article/2015/02/04/us-eurozone-greece-germany-clothes-idUSKBN0L81K120150204
4- http://www.theguardian.com/commentisfree/2015/jan/27/guardian-view-syriza-essex-connection
5- http://www.theguardian.com/commentisfree/2015/feb/09/ernesto-laclau-intellectual-figurehead-syriza-podemos?CMP=share_btn_fb
6- Bu terim ilk defa tarihçi Nikos Theotokas tarafından kullanıldı: http://www.avgi.gr/article/5294866/oi-agrabatotoi-oi-sans-cravates

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.