Sahillerin laikleriyle bir özerklik sohbeti – Veysi Sarısözen

Cumhurbaşkanlığı seçimi eşiğinde toplumun yarıya yakını ve bu arada sahillerin laikleri, büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduklarını düşünüyorlar. Seçim sonucunda bir Erdoğan diktasının kurulması ihtimali onları haklı olarak kaygılandırıyor, ürkütüyor hatta korkutuyor.

Çünkü bu ihtimal gerçekleşirse, gerçekten de “bürokratik merkeziyetçi devletin” başındaki şahıs, parlamenter rejimde yapamadığı kadar Türkiye’yi keyfi bir rejime sürükleyebilir. Biliyorsunuz, faşist cunta anayasası cumhurbaşkanına çok geniş yetkiler vermiş; ancak o Cumhurbaşkanı parlamento tarafından seçildiği için, partiler bu yetkileri “kullanamayacak” siliklikte ya da”zayıflıkta” kişileri Köşke çıkarmış, o nedenle rejim parlamenter rejim olmaktan çıkıp, “başkanlık rejimine” dönüşmemişti.

Ama şimdi durum değişti. Meclistekiler nasıl halk oyuyla seçildi ise, şimdi Cumhurbaşkanı da halk oyuyla seçilecek. Buradan aldığı güçle anayasanın kendisine verdiği yetkileri, üstelik bunları fiilen adım adım genişleterek kullanma imkanına ve gücüne sahip olacak. Hele bu kişi bir de Erdoğan olursa…

Ama asıl tehlike kaynağı cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi mi? Ya da asıl tehlike cumhurbaşkanının yetkilerinin genişliği mi?

Bu ikisi elbette büyük tehlike kaynaklarıdır. Ama tehlikenin büyüklüğü buradan kaynaklanmıyor. Tehlikenin büyüklüğü, halk oyuyla seçilmiş, geniş yetkilere sahip, üstelik aktüel olarak da Erdoğan gibi bir kişiliğin, “aşırı merkeziyetçi, tepeden tırnağa bürokratik bir devlet aygıtının” başına geçecek olması…

Çok değerli “sahillerin laikleri”… Siz vaktiyle bu “merkeziyetçi, bürokratik devlete” güveniyordunuz. Onun seçilmişler üstündeki “vesayeti” sayesinde “gerici” dediğiniz siyasilerin “laikliği” ortadan kaldıramadığını düşünüyordunuz. Hatta, onlara karşı azınlıkta kaldığınız halde, örneğin orduyu yaşam tarzınızın ve özgürlüğünüzün sigortası olarak görüyordunuz. Hatta bir zamanlar, yargıyı da böyle bir sigorta sayıyor, “Ankara’da hakimler var” diyerek Türk yargısına güvenip, onunla övünüyordunuz. Daha da beteri, pek çoğunuz mevcut MİT’i değilse de, başında Kuşçubaşı Eşref’in bulunduğu ve birbirlerine “Eski Tüfek” diyen Millicilerin kurduğu”Teşkilat-ı Mahsusa”yı hasretle hatırlıyordunuz

Ya şimdi? Devletin “ideolojisi, doktrini, içindeki kuvvet dengeleri” değişti. Türkiye şu anda bir polis devletine dönüştü. Ordu ABD tarafından hizaya getirildi. Yargı artık AKP’nin elinde. MİT hakkında konuşmaya bile gerek yok. Devletin “manzara-i umumisi” böyleden böyle. Yani artık bu “devletten” size medet yok.

Ve bu devletin partisi olduğu için CHP’nin de kolu kanadı kırıldı. Eski “derin devletin” yerine “yenisi” geldiği için MHP de artık istese bile “sokak başlarını” tutamaz. Ve her iki partinin de, “seçimleri kazanıp” bu “devleti” ele geçirme şansı artık yok. O halde ne yapacaksınız?

Ama düşünün… Şimdi yaşadığınız şu İzmir, en geniş yetkilere ve özerkliğe sahip yerel yönetimlerin toplamından meydana gelen bir “demokratik özerk bölge” olsa… Vali’yi Ankara değil, siz seçseniz… Polis müdürünü de, baş savcıyı da, hakimi de oylarınızla seçseniz… Polis Ankara’da Erdoğan’a değil de, sizlerin yerel yönetimlerine bağlı olsa… Kendi yerel işlerinizle ilgili “yasama organınız, yani Meclisiniz” bulunsa… Vergiyi Ankara toplayıp da “size uygun gördüğü kadarıyla” vermesine karşı, tüm vergiyi siz toplayıp, Ankara’nın payını siz ona verseniz… Ankara’nın Diyanet İşleri sizin camilerinize, kiliselerinize, dergahlarınıza cemevlerinize karışamasa. Nasıl olur?

İstanbul’un da, Diyarbakır’ın da, Edirne’nin de, Mersin’in de böyle bir yönetim biçimine sahip olduğunu düşünün bir kere… Bu durumda, Ankara’daki Meclis çoğunluğu da, Köşk’teki Erdoğan da bu demokratik özerk bölgeler karşısında çaresiz kalır. İstese de sizin üzerinizde tahakküm kuramaz, diktatörlüğünü ilan edemez…

Selahattin Demirtaş’ın sizin için hayata geçirmek istediği program ve dikta rejimlerine karşı öne sürdüğü çare böyledir.

Veysi Sarısözen – Özgür Gündem

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR