Bu yazı kulturservisi.com/ dan alınmıştır
Rachid Taha’nın ölüm haberi ne kadar çok insana dokunmuş görünüyor! Ne yalan söyleyeyim, biraz şaşırtıcı geldi. Elbette 59 yaşında aniden göçüp gitmesi durumu daha da trajik kılıyor, ama müziğinin hayatımızda kalıcı bir etkisi olmalı ki, kendimizden bir parça kaybetmiş gibi hissettik. Bu etkinin bizim kuşağın -özellikle de Arapça müzik dinlemeye yatkın bir kesimin- kulak hafızasıyla sınırlı olduğunu düşünüyordum nedense. Gençliğimizin bir parçasıydı, neredeyse bu topraklardan çıkmış gibi yakın hissettiğimiz biriydi evet. Fakat bu duygu dünyanın hemen her köşesi ve birçok kuşak için geçerliymiş meğer.
Yoksul bir ailenin çocuğuydu, daha 10 yaşındayken babası onları alıp Fransa’ya göç etmiş işçi olarak. Baba tekstil fabrikasında köle şartlarında çalışırken, Lyon’da göçmenlerin yaşadığı bir ortamda büyümüş Rachid. Ve daha 17 yaşındayken enerji santralinde çalışmaya başlamış o da. İş çıkışı barlarda DJ’lik yapıyormuş bir yandan, asıl nefes alabildiği yer orasıymış. Bulaşıkçılıktan kapı kapı dolaşıp ansiklopedi satmaya kadar çeşitli işlere girip çıkmış. Hayatını müzikten kazanmaya başlamadan önce, göçmenlik ve işçilik gibi çifte kavrulmuş bir yoksulluğun içinde pişmiş kısacası. İki arkadaşıyla kurduğu ilk gruba isim ararken de çok uzağa gitmemişler: “Carte de Séjour”, yani “İkamet İzni” demişler gruba.
Lyon varoşlarında sayısız konsere çıkmışlar, 1980’ler boyunca kendi adlarını taşıyan bir albümle başlayıp birçok kayıt yapmışlar. Ne var ki şarkıları radyolarda çok sık çalınmakla birlikte albümleri doğru dürüst dağıtılamamış. Nedeni de basitmiş: Müzik mağazalarının çoğu, Arap müşterileri dükkânlarından uzak tutmak için albümlerini raflarına koymak istememiş. Ekonomik olarak hayli zorlu geçen bu dönemde Rachid Taha, Charles Trenet’nin 1940’larda kaydettiği vatanperverlik dozu yüksek “Douce France” adlı meşhur parçasını alıp sözlerini hiç değiştirmeden, ama Fransız ulusalcılığını yerecek şekilde iğneleyici ve tepkisel bir tonda söyleyince, şimşekleri iyice üzerine çekmiş. Şarkı göçmen karşıtlığından bezmiş kesimlerde sempati uyandırırken Fransız sağını çileden çıkarmış ve radyoda yasaklanmış. (Kürt bir rock’çının “Ölürüm Türkiyem”i alıp alaycı bir tonda yorumladığını hayal edin!)
Arapçayı doruğa taşıdı
Taha’nın grubu dağıttıktan ve Paris’e taşındıktan sonra çıkardığı ilk solo albümü, aynı politik yaklaşımla, Paris’te Mağribilerin yoğun olduğu bir mahalleden almış ismini: “Barbès”. Bu albüm de talihsiz bir döneme, 1991’deki Körfez Savaşı’na denk gelince, tozlu raflarda kaybolup gitmiş. Öyle ya, Arapça artık düşmanın diliydi ve Batı diyarına o dilde şarkı dinletmek için en iyi zaman sayılmazdı. (Körfez nere, Cezayir-Fransa nere demeyin, milliyetçi hislerin aklı mantığı yoktur.)
Taha 1990’lar boyunca bir dizi albüm daha çıkaracak, fakat adını dünyaya hakkıyla duyurabilmesi 90’ların sonunu bulacak ve bunun için tek bir şarkı yeterli olacaktı. Kendisi gibi Berberi olan Dahmane El Harrachi’nin 1970’lerde yazdığı, evini barkını terk edip el diyarına gitmeye niyetlenmiş bir mülteci adayına seslenen “Ya Rayah” (Ey Giden), tüm sınırları aşan bir parça oldu. Bir dönem İstanbul’da barlarda bu parçayı çalmayan DJ’yi dövmezlerdi belki ama sevmezlerdi de. Sözleri bu denli hüzünlü ve karamsar olup da insanları o kadar eğlendirebilmiş, şıkıdım şıkıdım dans ettirmiş başka bir şarkı yoktur herhalde.
Yeri gelmişken, bugün İstiklal’de Arapçaya çok sık maruz kalmaktan kulağı tırmalanan zevat da barlara takılıp bu şarkıya dans etmiştir herhalde. Khaled’in “Aicha”sı da aynı dönemin popüler parçalarından biriydi mesela ve o dönemde bu dilin gece hayatına egemen olmasından kimse pek şikâyetçi görünmüyordu.
Taha, Arapçayı dünya müzik evreninin doruğuna taşıyanlardan biri oldu. Aynı zamanda, ününün en doruğundayken bile Arap karşıtlığından ve ırkçılıktan nasibini almaya devam etti. Editöryal dikkatiyle meşhur New York Times gazetesi, 2000’lerin başında birinci sayfasından onu Mısırlı olarak sunmak gibi bir gaf yapabildi. Sonradan bir düzeltme yayımlandı gerçi, ama iç sesleri herhalde şunu demiştir: Ya ne fark eder, esmer bir Ortadoğulu işte!
Rachid Taha, kimilerinin rock-’n-rai diye adlandırdığı müziğiyle yerkürenin her yerinden dinleyiciye ulaşmakla kalmadı, birçok ünlü rock’çının kalbini de kazandı. Kendine örnek aldığı The Clash ile sonradan yakın ilişkileri oldu, Patti Smith 2005’te Meltdown Festivali’nin küratörlüğünü üstlendiğinde davet ettiği ilk isimlerden biriydi. Brian Eno, Led Zeppelin’den Robert Plant gibi isimlerle sahneye çıktı, vs. Müziği Hollywood filmlerinde kullanılınca yeni bir dinleyici kitlesi edindi; bazı şarkıları defalarca cover yapıldı, hele “Ya Rayah” hemen her dile (maalesef Türkçeye de) uyarlandı. O kadar ki, Bollywood filmlerine kadar düştü:
Ebedi göçmen
Uzlaşmaz kimlikler, muhtelif kültürler arasında mekik dokumakla kalmadı, farklı müzik türlerini de kendi sonik evreninde eritmeyi başardı. O yüzden genellikle yapıldığı gibi Rachid Taha’nın müziğini basitçe “rai” diye etiketlemek, onu çok sınırlı bir alana hapsetmek olur. Çıkış noktası Berberilerin geleneksel tınısı olan ‘rai’ idi, ama oradan fersah fersah alanlara açıldı. İlk ilhamını The Crash grubundan aldığını söyler, 80’lerin başında bir konser öncesi onlarla görüşüp demo kaydını vermeyi de başarır. Birkaç ay sonra çıkardıkları albümde “Rock the Casbah” şarkısını dinlediğinde, melodisi kulağına hayli tanıdık gelir. İlham perisi ‘double agent’ misali iki taraflı çalışmış, anlayacağınız. Böylesine erken bir dönemde punk-rock dünyasıyla sağlam bir köprü kurabilmiş birini geleneksel bir müziğin sınırlarına kapatmak kolay değil.
Albümleri hakkında yazılan değerlendirmelerde o kadar çok tür adı geçiyor ki, hepsini bir araya ancak dünya vatandaşı bir göçmen başarabilir diye düşünüyor insan: Chaabi, punk rock, pop punk, funk, electronic, new wave, rock-’n-rai… Aynı anda hem Elvis Presley’den hem de Oum Kalthoum’dan (Ümmü Gülsüm), hem Led Zeppelin’den hem de Kazablankalı efsanevi grup Nass El Ghiwane’dan beslenmeyi kaç müzisyen başarabilir ki? Imran Khan adlı bir yazar, onun için şuna benzer bir şey demiş: Led Zeppelin’den daha sert rock çalabilir, öte yandan bir pazar pikniğinde anneannenize serenat yapabilir.
Müzik uzmanı sayılmam, ama onca konser izlemişliğime dayanarak şunu iddia edebilirim, 2001’de Brüksel’de verdiği canlı konserde kaydedilmiş şu videodaki sahne enerjisini çok az müzisyen yaratabilir:
(Yorumlardan birine göre şarkı şöyle sözler içeriyor: “Tüm dünyaya sevgi ve barış diliyoruz; ne ezen ne de ezilenin olduğu günlerin gelmesini umuyoruz; ne ezen ne de ezilen, ne ezen ne de ezilen…”)
Çarşamba günü uykuda kalbi durmadan evvel yeni konserlere hazırlanıyor, “Believe” adlı yeni albümünü bitirmeye çalışıyormuş. Böylesine aktif olduğu bir dönemde bunca erken gidişi dünya müziği için ne büyük kayıp! Tracy Chahwan adlı Lübnanlı bir çizgi romancı, ölüm haberini aldığında Taha’nın yakında vereceği bir konser için aşağıdaki poster üzerinde çalışıyormuş. Oum Kalthoum ile kâğıt oynarken çizmiş sanatçıyı; bir yanında da, 90’ların sonunda Cezayir’de suikaste kurban giden bir başka müzik efsanesi, Matoub Lounès oturmuş ud çalıyor. Ne garip bir kader, şimdi müzik cennetinde ikisiyle de buluşmuş olmalı…
Yerküreden ebedi bir göçmen gibi geçip gittin. Son göçünü öte dünyaya eyledin. Güle güle dünya kardeşim.
Bu yazı kulturservisi.com/ dan alınmıştır
Necati Sönmez