Hafta SonuManşet

Primo Levi’nin ‘Boğulanlar Kurtulanlar’ı üzerine – Özlem Çuhadar

0

“- Karanlık dönemlerde peki,
Şarkı da söylenecek mi?
-Elbette şarkılar da söylenecek
Belgeleyen karanlık dönemleri”

Bertolt Brecht

” Yahudileri, Çingeneleri ve muhalifleri toplama kamplarına bir tek amaçla, yok etmek amacıyla toplayan Naziler kurbanlarına şöyle diyorlardı: “Bu savaş nasıl sona ererse ersin, size karşı savaşı biz kazandık; tanıklık etmek için bir tekiniz bile hayatta kalmayacak;  ama biriniz kaçmayı başarsa bile, dünya onun anlattıklarına inanmayacak. Belki kuşkular, tartışmalar, tarihçilerin araştırmaları olacak ama kesin bilgiler bulunmayacak; çünkü sizinle birlikte kanıtları da yok edeceğiz… 

Primo Levi’nin Boğulanlar Kurtulanlar adlı kitabı, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi toplama kamplarına gönderilen ve ancak Alman hükümetinin, yok edilmesi gereken tutukluların ortalama ömrünü uzatmaya karar vermesinden sonra hayatta kalabilmiş; ölümlerin, işkencenin, dibe vurmanın tanığı olmuş bir kimyagerin, yaşadıklarını yıllar sonra psikolojik çözümlemeler doğrultusunda anlattığı bir tanıklık öyküsü.

Primo Levi

Yazar, eserin önsözünde, Lager olgusunun hâlâ karanlık görünen bazı yönlerinin aydınlatılmasına katkıda bulunmak; ayrıca toplama kampı dünyasının ne kadarlık bölümünün günümüzde yok olabildiğinin sorgulanmasını sağlamak amacıyla kitabı yazdığını vurguluyor. Kampta kurban ve baskıcı arasındaki çatışmayı tüm yönleriyle gözlemleyebilen ayrıcalıklı bir mahkûm durumunda olan Levi, bu eseri 1987’de intihar etmeden kısa bir süre önce yazmış.

” Auschwitz’te ölüm sıradan, bürokratik, günlük bir şeydi. Üzerine yorum yapılmıyor, ‘gözyaşlarıyla teselli’ edilmiyordu. Ölüm karşısında, ölüm alışkanlığı karşısında, kültür ile kültürsüzlük arasındaki sınır yok oluyordu.”  (sayfa 157)

Kitabın bütün sayfalarında ağırlığını hissettiğim, edebiyatın da başat izleklerinden biri olan ölümü sorgularken önce Spinoza, şöyle bir tepeden bakarak, “Özgür bir insanın en az düşüneceği şey ölümdür ve onun bilgeliği ölüm değil yaşam üzerine meditasyondur. diyor. Sonra Eflatun, “Hayatı anlamak için ölümün kavranması gerekir.” diye sesleniyor küçümseyerek.  Ardından Montaigne alıyor sözü ve o ünlü  Ölüm Üstüne”  denemesinden bir tümceyi kayıtsızca fısıldıyor kulağıma, ” Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır; çünkü yaşamayanlar için zamanın  uzunu, kısası yoktur. ”

İyi ama Levi’nin kitabında anlatılan ya da insanlık tarihi boyunca benzer şekilde yaşanan sayısız katliam öyküsünde karşılaştığımız ölüm gerçekliği çok acımasız, çok adaletsiz değil mi? Öldürerek, yok ederek, sömürerek var olmaya çalışan efendilerin dünyasında, ölümü doğal bir süreçmiş gibi nasıl yorumlarız, diye çırpındığımda Yaşar Kemal yetişiyor imdadıma. Ya! diyor,  insanlar yaşadıkları acıları hafifletmek, ölüm karşısında dayanak bulmak için üretmiş mitlerini. Ölümden kurtulabilir miyiz, diye soruyorum.  “Hayır”, diyor Anadolu bilgesi tavrıyla,  “Yaratım olmalı ki ölümden kurtulalım.” Yaşam katilleri, kadeh kaldırırken mazlumların ağıtlarına, yaratım nasıl olur?  Hem mitler yetmiyor artık avunmaya, dediğimde serzenişlerimi dikkatle dinleyen büyük usta, gözlerini boşluğa dikerek anlatıyor uzun uzun:  “Ben, her insanı yaratıcı saydığım gibi, her insanın içinde de bir başkaldırı kurdu olduğuna inanırım.  O başkaldırı “mecbur insanı” da yaratır.  Onun için İnce Memed’ler, her çağda olacaktır…”

Tekrar kitaba döndüğümde,  aynı sayfanın sonunda,  bulunduğu ortamda mutlak olan ölümü bir süre sonra düşünmekten vazgeçen anlatıcının, bir parça ekmek bulma, kıyıcı çalışmalardan kaçınma, ayakkabılarını yamama, bir süpürge çalma, çevresindeki göstergeleri, yüzleri yorumlama derdine düştüğünü okuyorum.  Ekliyor anlatıcı :

“Yaşam derdi ölüme karşı en iyi savunmadır.”

“Rumkovski gibi bizim de özümüzdeki kırılganlığı unutacak kadar iktidardan ve saygınlıktan gözlerimiz kamaşmış durumda.  İsteyerek ya da istemeyerek iktidarla uzlaşma yoluna gidiyoruz. Gettoda olduğumuzu, gettonun duvarlarla çevrili olduğunu, duvarların dışında ölümün efendilerinin durduğunu ve az ötede trenin beklediğini unutarak…”(sayf.73)

Kitabın en etkileyici yönlerinden biri de hiç şüphesiz mağdurların içinde bulunduğu psikolojiyi,  şartların ne kadar korkunç olduğunu anlatma özelliğinin yanı sıra, zulmedeni ve zulme alet olmak zorunda kalanları da anlama ve tahlil etme çabasıdır. Nitekim anlatıcının kapo olarak belirttiği kişilerin lagerdeki mahkûmlara son derece acımasız davranması,  iktidarla uzlaşma durumunu örneklendirir. Çünkü emir altındaki insanların ahlakları ve bellekleri kirletilerek gerçeğe ulaşmaları yasaklanmıştır. Herkes, sadece kendisini yaşatma kaygısındadır, biraz daha nefes almak, hepsi bu…

Eserin bu yönüyle, Arthur Miller’ın yazdığı, Yıldırım Türker tarafından Türkçeye çevrilen Orkestra adlı oyunla benzer özellikler taşıdığını anımsadım. Nihat Alptekin rejisiyle Şehir Tiyatroları Darülbedayi öğrencilerinden izlediğim oyunda Nazi baskısı altındaki Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde direniş hareketlerine katılmış kadınların yakalanması ve bir tren yolculuğunun ardından getirildikleri toplama kampında orkestra oluşturmaya zorlanmaları anlatılıyor.   Yaşayabilmelerinin tek koşulu klasik müzik tutkunu Nazi subaylarını eğlendirirken aynı zamanda gaz odasına gönderilen kurbanlara müzikleriyle eşlik etmek. Katilleri eğlendirmek, sanatlarını onlar için, onların iğrenç gayeleri için icra etmek gerçeği orkestrayı oluşturan kadınlar arasında zamanla büyük bir çatışmaya dönüşüyor ve bireysel anlamda her biri için travma yaratıyor. Oyun bu aşamadan sonra, yaşayabilmek uğruna katlanılan durumların yarattığı psikolojik baskıyı hissettirirken,  insanın nasıl bu kadar kötü olabileceği sorgulamasına da dönüşüyor. Ta ki selamlama sahnesinde,  gençlerin gözlerindeki ışıltıyı yakalayana kadar…

Oyundan sonra ve de kitabı okurken ben de sürekli olarak aynı soruyu sordum kendime; bütün bu kötülükleri yapanlar gerçekten insan mı?

Eserin mektuplar bölümünde yer alan, Bana düşen anlamaktı,  onları anlamak. Büyük suçlular takımını değil, onları, halkı, yakından görmüş olduğum, aralarından SS milislerinin seçildiği kişileri, aynı zamanda da ötekileri, inanmış olanları, inanmamalarına karşın susanları, gözlerimizin içine bakma, bize bir parça ekmek atma, insanca bir söz fısıldama cesaretini gösterememiş olanları.”(sayf.179)  diye devam eden tümceleri okurken,   karamsarlık içerisinde debeleniyorum adeta. Derken bir ses  çıkarıyor beni içine düştüğüm umutsuzluk kuyusundan; bir ses dağıtıyor sis bulutunu, bir ses yırtıyor karanlıkları yanına Anadolu’yu, yanına  tüm dünyayı alarak…

“Bakmayın siz bu bencil

   Bu hayvansal kavgaya

   Değişen dünyanın içinde

   İnsana biz yeni geldik”

Yaşadığı bütün sıkıntılara rağmen susmamış,  türküleriyle halkının acılarını dillendirmeye devam etmiş,  Sabahattin Eyüboğlu’nun ifade ettiği gibi  saza bile başını eğmeden, göğsünü gere gere türkü söylemiş“,  Yaşar Kemal’in karanlık dönemlerin eylem insanlarını değerlendirirken yorumladığı ” mecbur insan”lardan biri,  Ruhi Su vuruyor sazının teline.

Ve sesleniyor yarenine Sansaryan Han’daki tabutluktan:

“Mahsus Mahal derler, kaldım zindanda
  Kalırım kalırım, dostlar yandadır
  İki elleri kızıl kandadır kanda
  Ölürüm ölürüm kardeş, aklım sendedir”

Sonra benim kâbem insandır, tapılacak en kutsal mabet insan yüreğidir diyebilen engin felsefeyi düşünüyorum.  İnsanlaşma süreci elbet bir gün tamamlanacak, diyorum kendi kendime,   “Dünyayı cennete çevirenlerin dünyaya hükmünün başlayacağını“* hayal ederek…

* Ruhi Su Ezgili Yürek, Adam Yayınları

 

Özlem Çuhadar Koşal

 

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.