Dış Köşe

PKK için ‘terör’ örgütü denir mi denmez mi? – Mustafa Alp Dağıstanlı

0

Şüphesiz, gazetecilik için hiçbir kelime yasak değildir, olmamalıdır. Fakat haber söz konusu olduğunda kelimeler üzerinde iki kere daha düşünmeniz gerekir. Birçok tarafı ve veçhesi olan, üstelik sıcak bir olayı aktarmaktasınızdır ve çeşitli sebeplerle etkisine çok açık olduğunuz iktidar odağının yargılarını, farkında olarak veya olmayarak nakletmeniz işten değildir. Dolayısıyla, o yargıları aktarmak, olayı aktarmanın, bilginin önüne geçebilir rahatlıkla.

Türkiye medyasına benzer tutum alan gazeteler ve tv kanalları dünyada da var tabii, ama 200 yıllık uluslararası gazetecilik geleneğinden süzülmüş kimi ilkeler ve bazı bakımlardan eleştirsek de bu ilkelere göre gazetecilik yapmayı anayasalarına yazmış medya kuruluşları da var. Uluslararası ajanslar, bütün hatalarına rağmen, bu ilkeler ışığında hareket etmek zorundadır, kimseye hitap edemez bir noktaya gelirler yoksa. (1980’lerde, IRA eylemleri sırasında BBC (iç yayınlarda) bal gibi ‘IRA terrorists’ derken, World Service yayınlarında gazetecilik ilkelerine uyuyor ve klişe, etiket, damga kullanımına karşı çıkıyordu. Türkçe Servisi’nde PKK’ye ‘terrorist’ denmiyor, ‘rebels’ (asiler), ‘guerillas’ (gerillalar) gibi kelimeler tercih ediliyordu. ‘Terörist’ nasıl devletin diliyse ‘gerilla’ da PKK’nin dilidir ve gazetecinin ondan da kaçınması gerekir. BBC bir ara ‘silahlı Kürt militanlar’ terimini kullanıyordu ve sadece ‘PKK’ deyip geçmenin meseleyi bilmeyenler için bir açıklama olmadığı durumda doğrusu da buydu).

Yorumlarınızda istediğiniz kelimeyi istediğiniz gibi kullanın, ama haber, sizin değer yargılarınızdan örülmüş bir şey değildir, olmamalıdır.

Direniş hattı olarak kelime

Buradaki sorun sadece bir kelime değildir. Çünkü kelime, kelimeden daha fazla bir şeydir gazetecilikte. Kelimeler, deyimler, ifade kalıpları ve tanımlar, hükümetin, askerin, başka güç odaklarının, örgütlerin cümlesini, hatta nutkunu iletir okura. Klişe haline gelip kolayca herkese bulaşırlar.

Türkiye’de hakim gazetecilik zihniyeti, bakmayın şimdi birçoklarının AKP hükümetine diş bilemesine, o güç odaklarının cümlesini taşır esas olarak. Gazetecinin cümlesi bir çırpıda hükümetin, askerin, polisin cümlesi oluverir; onların ağzıyla yazar gazeteci. ‘Ahmet, Ayşe’yi dövdü’ sadeliğindeki bir cümleye artık neden rastlamıyoruz da ‘Ahmet, Ayşe’yi darp etti’ diyerek polis ağzına düşüyoruz mesela? Nereden çıktıysa, hızla yayıldı ve eleştirel olmalarıyla temayüz eden kimi yazarların bile dilini kuşattı. Polisin davranışının karşısına dikilirken polisin dilini benimsedik yani!

Dolayısıyla, kelime sorunu, baskı karşısındaki tutumdur. İlkesizliktir. Anlatım olanaklarından, açıklayıcılıktan vazgeçmektir. Klişelere sığınmaktır. ‘Terörist’ kelimesiyle Kürt sorunu örtülmek isteniyor, insan haklarını çiğneme, insanlara zulmetme meşrulaştırılıyor, hak aramak suçmuş gibi gösteriliyor…

Şeytanlaştırma çabası

Bu son dediğimle bağlantılı bir şey daha var: Savaşan taraflar, tarihin derinliklerinden bu yana, düşmanlarını insanlıkdışı varlıklar olarak sunar kendi taraftarlarına, onları şeytanlaştırır. Savaşı sürdürmek için gerekli nefretin, içselleştirmenin ve savaşa sürekli olarak yeni neferler kazandırmanın ilk koşuludur bu. Medya işte bu işe de yarar. Böylelikle o şiddet sarmalının sürdürülmesi için olmazsa olmaz bir rol oynar.

Türkiye’de de medya işte bu işi gördü yıllar yılı ve hâlâ görüyor. Bu o kadar zarar verici ve yanlış bir tutumdur ki, yarınki barışın önündeki en büyük engellerden biri haline gelir o şeytanlaştırma. Savaşan taraflar araziye mayın döşerken, medya da insanların zihinlerine mayınlar döşer. Yarın öbürgün kağıt üstünde barış yapıldığında, hatta arazideki mayınlar toplandığında bile zihinlerdeki bu mayınları temizlemek mümkün olmaz; en azından çok zor olur. Einstein’ın dediği gibi yani: “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur.”

Entelektüel namustan kaçış

Bu yüzden kelime kelime direnmek önemlidir, kimi durumda hayatîdir. Evet, her zaman bir baskı vardı(r), ama göğüslenemeyecek bir şey de değildi(r) bu. Bunun gibi kolay direniş noktalarında hemen ricat edince geriye hiçbir ilke kalmaz ve kalmadı.

Medya etiği, yani gazetecilik, gerçeği arama inadı, klişelerin insanlara yaptığı fenalıklar, devletin ideolojik aygıtları gibi konularda ettikleri veya edecekleri ‘teorik’ laflarda, yazdıkları yazılarda anlaşabileceğimiz insanlar, işlerini yaparken bu direnç noktalarını gönüllüce, kolayca ve direnenleri istihzayla karşılayarak gazetecilikten ve entelektüel namustan derhal uzaklaşmayı seçti.

Klişeler tuzaktır

Klişeler -bu arada ‘terörist’ kelimesi de- açıklayıcı değildir. Gazeteciliğin en önemli prensiplerinden biri sıfat kullanmamak, klişelerden uzak durmak, foyasını ortaya çıkarmak ve okura açıklayıcı bilgi vermektir. ‘Terörist’ demekle bunları yapmış olmazsınız. İlgilendiğiniz konuyla aranıza bir mesafe koymazsınız. Şöyle düşünün: dünya üzerinde ‘terörist’ denen birçok örgüt var ve bunların çoğu birbirine hiç benzemez. Amaçları farklıdır, yöntemleri farklıdır, bu örgütlerin doğup geliştikleri şartlar farklıdır, ideolojileri farklıdır… ‘Terörist’ diyerek birbirine hiç benzemez örgütleri özdeşlemiş olursunuz. El Kaide ile PKK arasında ne gibi benzerlikler olduğunu bir düşünün…

İktidara göre şerbet

Üstelik, şu son birkaç yılda daha net bir şekilde gördük ki, Türkiye medyası, hükümetlerin değişen meşrebine göre yaklaşıyor Kürt sorununa ve PKK’ye. Mesela, ‘Şu kadar PKK’li imha edilmiştir’ gibi dehşetengiz ifadeler kullanan Habertürk televizyonu, haber merkezindeki birkaç arkadaşın anlattığına göre, hükümet Kürt meselesinde bir ‘çözüm’ söylemi tutturunca ‘terörist’, ‘terörist başı’ gibi sıfatları yasakladı. Sonra hükümetten Kürt meselesiyle ilgili sert sözler çıkınca bu sıfatları tekrar tedavüle soktu. Sırf bu tutum ve durum bile bu sıfatların açıklayıcılıktan, gazetecilikten, haber vermekten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor.

Tayyip Erdoğan’ın diline pelesenk ettiği, “Benim teröristim kötü, senin teröristin iyi mantığı terk edilmelidir” sözünün de hiçbir mantığı ve değeri yok, özellikle gazetecilik için… Çünkü biri için ‘terörist’ olan, başka biri için pekala ‘kahraman’ olabilir. Bu üstelik ille de devlet–örgüt karşıt bakışı için böyle değildir. Örneğin Hamas, AB ve ABD’nin ‘terör örgütleri’ listesindedir ama Türkiye için, AKP hükümeti için Hamas asla terörist bir örgüt değildir. Yine de bunlar devletlerin, siyasetin ‘kriter’leriyle yapıştırılmış etiketler. Gazetecilerin kriterleri zaten bu odaklarınkinden değişik olmalıdır ki, Hamas örneğindeki gibi ‘çelişkili’ durumlarda yalpalamasın ve herkese hitap edebilecek bir kürsüden konuşabilsin.

‘Terörist’ten ‘Sayın’a…

Bir başka mesele… Bir zaman ‘terörist’ sayılan ve öyle anılan kişilerin daha sonra muteber insanlar haline gelmesi hiç de nadir bir olay değildir. Nelson Mandela, ırkçı Güney Afrika rejimi için ve onu destekleyen kimi ülkeler ve onların kimi medya kuruluşları için ‘terörist’ti; şimdi neredeyse herkes için bir ‘devrimci’, bir ‘kahraman’. Batı medyasının bazı büyük kuruluşları, ‘terörist’ diye aşağıladıkları insanlara sonra ‘Mr. President’ demek zorunda kaldıklarından bazı dersler çıkardılar.

Ama belki daha önemlisi, Türkiye’deki bir gazete veya tv kanalı, BBC veya uluslararası haber ajansları gibi bütün dünyaya olmasa da, bütün çeşitliliğiyle Türkiye’ye seslenir. Siz kendi sınıflandırmanıza göre, haberlerinizde, diyelim PKK’ye ‘terör örgütü’ derseniz, büyük bir kitleyi, Kürtleri elinizin tersiyle itmiş, onların sizi dinlemesinin, size güvenmesinin, (peki sizin açınızdan bakalım) onlara bir şey anlatmanızın önüne geçmiş olursunuz.

Haber verirken bir örgüte ‘terörist’ demek, bir spor haberi verirken sırf Galatasaraylısınız diye ‘Alçak Beşiktaş’ demeniz kadar saçmadır. Bu örnek size saçma gelebilir, fakat Türkiye medyasının kendine has kamplaşması içinde vardığı yer zaten somut olarak da bu saçmalık durağıdır. Yoksa mesela Star gazetesi, Gezi protestosuna katılanları kastederek, bir habere ‘Çapulcu lobisi itiraf etti’ gibi bir başlık atamazdı. Bu, artık, gazetecilik bile diyemeyeceğimiz bir yere geldiğimizin göstergesi.

Financial Times yorumcusu Philip Stephens’in dediği gibi, ‘savaş sözcüklerinin sahte rahatlığı’na sığındınız mı gazetecilikten vazgeçiyorsunuz demektir (‘5Ne? 1Kim?’ kitabından alınmıştır)

Terörizm’ terimi siyasi söyleme nasıl girdi?

‘Terörizm’ en genel anlamıyla, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın da kayda geçtiği gibi, ‘siyasi kazanç sağlamak için korku salmak amacıyla sivillere yönelik kasti ve sistematik öldürme, yaralama ve tehdit’ diye tanımlanabilir. Ne var ki, bu kavramın temel sorunlarından biri, aslında ortak kabul görmüş uluslararası bir tanımının olmaması. Tanımlamak için ilk kez 1937’de bugünkü Birleşmiş Milletler’in ilk hali olan Milletler Cemiyeti’nde bir girişimde bulunulmuş, fakat sonuç alınamamış. Terimi sistematik olarak ilk kullanan, İsrail. İsrail, 1960’larda ve ‘70’lerde Filistinlilerle ve Arap ülkeleriyle çatışmalarını terörizme karşı savaş olarak tanımlıyordu. BM’deki bütün tartışmalarda kullandığı söylem buydu.

1970’lerin başlarında Türkiye’de de tedavüle girmemişti ‘terörist’ kelimesi. Bizim Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar, Ulaş Bardakçılar için ‘anarşistler’ deniyordu. Devletin radyosunun haberlerinde sık sık ‘anarşistler’den bahsedildiğini hatırlıyorum. Gazetelerimiz de böyle anıyordu onları.

Tartışma BM’ye geliyor

Terörizm tartışması, asıl olarak Filistinli militanların 1972’de Münih Olimpiyat Oyunları’nı basması ve İsrailli sporcuları öldürmesinin ardından Birleşmiş Milletler’de başladı. İki temel mesele vardı: terörizm ile ulusal kurtuluş hareketleri arasında bir fark olup olmadığı ve devlet terörizmi kavramının geçerliliği.

Bu konuyla ilgili 1972, ’73, ’76 ve ‘79’da dört karar alındı. Bunlardan sonuncusu, sadece ‘ırkçı, yabancı ve kolonyal rejimlerin terörist eylemleri’ni kınıyordu.

BM’de ABD, kendine has ve tutarlı bir pozisyonu savunuyordu. ‘Devlet terörizmi’ diye bir şeyi tanımıyordu, devletlerin terörizmle suçlanamayacağını, çünkü bu tür eylemlerin uluslararası hukukta zaten suç olduğunu ve ona göre değerlendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Bu bakımdan da öbür Batı ülkelerinden ve İsrail’den ayrılıyordu. ABD halen (en son Aralık 2000’de) bu görüşünü BM’de savunuyor, ama fiiliyatta tam tersini yapıyor; devletleri terörist olmakla ve teröre destek vermekle suçluyor. Ve bu çelişki de Amerikan medyası dahil hiçbir yerde haber konusu olmadı, olmuyor. Avrupa ise bu konuda hep sessiz kaldı, çünkü belirsizliği çıkarına göre kullandı ve kullanıyor.

Bu meselede bir adım daha berraklaşabilmek için BM’nin önünde 1987’den beri bir öneri duruyor: terörizmi tanımlamak ve ulusal kurtuluş hareketlerinden ayırmak için uluslararası bir konferans toplamak. Önerinin sahibi Suriye. O yıldan beri bu öneri oylandı durdu; BM üyelerinin çoğu öneri lehinde oy kullandı ama Batı karşı çıktığı için bir türlü onay alamadı. Batı tanım istemiyor, çünkü çıkarına hizmet etmiyor.

BM’deki tartışmalar dışında, terörizmle ilgili ilk uluslararası konferans 1979’da, ikincisi de 1984’te toplandı. Her iki konferansın düzenleyicisi Jonathan Institute idi. Jonathan, bugünkü İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun abisiydi ve Entebbe Baskını’nda öldürülmüştü (Filistin Kurtuluş Örgütü militanları 1976’da Paris-Tel Aviv seferini yapan uçağı kaçırıp Uganda’nın Entebbe Havaalanı’na indirmişti. İsrail komandoları uçağa baskın yaptı, militanların hepsi ve üç rehine öldü. İsrail komandolarından ise sadece Jonathan hayatını kaybetti). Konferansın amacı, ‘uluslararası terörizme, demokratik toplumlara nasıl bir tehdit oluşturduğuna ve terör güçlerini altetmek için gerekli tedbirlere dikkat çekmek’ti.

ABD söylemine giriyor

‘Terörizm’, kelimesini ilk kez 1979’da Başkan Jimmy Carter kullandı; sadece spesifik olarak İran’daki rehine krizi için (İran İslam devriminden sonra bir grup İranlı öğrenci ABD elçiliğini basmış ve 52 Amerikalıyı 444 gün boyunca rehin tutmuş, bu da iki ülke arasında diplomatik krize yol açmıştı. Carter, rehineleri ‘terörizm ve anarşi kurbanları’ diye tanımlamıştı). ‘Terörizm’in bir terim olarak Amerikan siyasi söylemine girişini ise 1981’de göreve başlayan Başkan Ronald Reagan’a borçluyuz. Reagan bu terimi asıl olarak Güney Amerika ve İsrail dolayısıyla kullandı ve bu tarihten sonra da İsrail ile ABD aynı anlamı yüklemeye başladı.

Reagan, ‘terörizm’ derken, asıl olarak, ABD’nin ‘arka bahçesi’ Orta ve Güney Amerika’dan bahsediyordu. ‘Arka bahçe’de kendine yakın diktatörlükleri (diktatörlüklerin hepsi ona yakındı) besliyor, sol rejimleri devirmek için de silahlı gruplara her tür desteği veriyordu. İki ülke kritikti onun zamanında: El Salvador ve Nikaragua.

El Salvador rejimini ‘teröristler’le (FMLN) destekliyor, rejimin emrindeki ölüm tugaylarını silahla, parayla besliyordu. Nikaragua’da ise solcu Sandinista hükümetine karşı savaşan milislere, Contra’lara aynı desteği veriyordu; çünkü Sandinistler terörizme destek veren bir devletti. Bu durum, ABD Kongresi’nde Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında şiddetli tartışmalara konu oluyordu. Kimin terörist olduğu konusunda anlaşamıyorlardı. Demokratlara göre Nikaragua’da Contra’lar, El Salvador’da ise rejim teröristti. Dolayısıyla ABD bu teröristlere yardım göndermemeliydi.

Demokratlar, teröristlere ABD desteğinin yasaklanması için yasa değişikliği teklifleri verdi, ama Cumhuriyetçi Kongre çoğunluğu bu değişiklikleri reddetti. Demokratlara göre terörist olanlar, Cumhuriyetçilere göre özgürlük savaşçısıydı. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) de 1970’lerde ‘Biz terörist değiliz, özgürlük savaşçısıyız’ diyordu halbuki ve ABD’nin buna kulak astığı yoktu. Amerikan merkez medyasının yönetimle göbek bağını göstermesi bakımından ilginçtir ki, en büyük gazete New York Times, Kongre’deki bu tartışmaları asla haber bile yapmadı. Sadece solcu sayılabilecek bir köşe yazarı, Anthony Lewis, o da birkaç ay sonra, bir yazısında bu tartışmaları yazdı. Ama asla haber yapılmadı.

Çelişkiler

Terörizm konusunda ABD bir çelişkiler yumağı olduğu için, Dışişleri Bakanlığı’nın meşhur ‘terörist devletler’ veya ‘terörü destekleyen devletler’ listesi de bu yumağın düğümlerinden biridir. Bu liste 1979’daki bir yasa değişikliğiyle hazırlanmaya başladı. Net bir terörizm tanımına varılamadığı için bu listelerin objektif kriterlere göre hazırlandığını söylemek imkânsız. Mesela FKÖ, bir ‘terör örgütü’ydü ve ona destek veren ülkelerden biri Suudi Arabistan’dı. Ama ABD, Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden Suudi Arabistan’ı listeye almak istemiyordu. Suriye ve İran’ı ise almak istiyordu ve aldı, çünkü düşmandı onlar. Güney Yemen, Irak, Libya ve Küba da başından beri kara listedeydi. Bu listeden sadece iki ülke çıkarıldı. Bunlardan biri Güney Yemen’di; çünkü Güney ve Kuzey birleşip tek Yemen olmuştu ve Güney Yemen diye bir devlet kalmamıştı. Listeden 1982’de çıkarılan ikinci devletse Irak’tı. ABD, Irak’a silah satmak istiyordu, çünkü düşmanı İran’la savaşıyordu o sıra. Irak, 1990’da Kuveyt’i işgal edene kadar listenin dışında kaldı. Küba’nın listede olmasının ise zaten mantıklı bir gerekçesi yok (‘5Ne? 1Kim?’ kitabından özetlenmiştir).

Mustafa Alp Dağıstanlı – Diken.com.trmustafaalpdagistanli

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.