Dünyadaki bitkiler üzerine bugüne değin yapılan en büyük araştırmayı tamamladıklarını söyleyen biliminsanları, ”Yaklaşık her beş bitki türünden biri yokolma riski altında” diyor.
Onbinlerce Avrupalı Kesintilere Karşı Yürüdü
Avrupa’da on binlerce işçi, hükümetlerin kemer sıkma gerekçesiyle uyguladığı kesintilere karşı eylemler düzenledi.
30 ülkeden çalışanlar Brüksel’de toplanıp Avrupa Birliği’nin başlıca kurumlarına yürüyerek tepkilerini dile getirdiler.
Rengarenk balonlar ve pankartlar taşıyan eylemciler ‘kesintilere hayır, önce iş ve büyüme’ sloganları attı; düdükler, borazanlar çaldı, marşlar söyledi.
Eylemi düzenleyen Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) eyleme 100 bin kişinin katılmasını bekliyordu.
Polis eylemin başlarında sayıyı 80 bin olarak tahmin ediyordu; eylemler sırasında 148 kişi de gözaltına alındı.
Sendikacılara göre Avrupalı işçiler; bankacı ve simsarların yol açtığı mali krizin kurbanı olma tehlikesiyle karşı karşıya.
Sendika açıklamasında “Bu krize biz yol açmadık. Faturayı bankaların ödemesi gerek; işçilerin değil.” deniyor.
Protestoculara hitaben bir konuşma yapan Fransız sendikası Force Ouvriere’in başkanı Jean Claude Mailly de kesinti planlarını yeniden düşünmek için henüz geç olmadığını savundu.
Avrupa sokaklardaydı
İspanya’da Sosyalist hükümet sekiz yıldır ilk kez grevle karşı karşıya kaldı
Eylemler, mali krizde en ağır darbelerden birini alan İspanya’da işçilerin genel grevi ile başladı.
İşçiler sekiz yıldır düzenlenen ilk 24 saatlik iş bırakma eylemi için dün gece yarısından itibaren grev gözcülükleri oluşturarak toplandılar.
Başkent Madrid’de bir de miting düzenlenirken, kalabalıklar dükkan ve bankaları doldurup izdiham yaratarak işyerlerini kapanmaya zorlamaya çalıştı.
Barcelona’da eylemciler polisle çatıştı ve bir aracı ateşe verdi.
Genel grev işverenlerin işe alıp işten çıkarma işlemlerini kolaylaştırmak üzere çalışma yasalarında planlanan değişiklikleri ve kamu harcamalarındaki kesintileri hedef alıyor.
Grev nedeniyle ulaşım ve çöp toplama hizmetleri aksıyor, çelik sektörü de eylemlerden etkilendi.
Yunanistan, Polonya, Portekiz, İtalya, Letonya, İrlanda ve Sırbistan’da da ulusal çapta eylemler yapıldı.
İşsizlik tehdidi
Bu krize biz yol açmadık. Faturayı bankaların ödemesi gerek; işçilerin değil.
Avrupa Sendikalar Konfederasyonu
Küresel ekonomik kriz nedeniyle Avrupa çapında milyonlarca kişi işini kaybetmişti.
Hükümetlerin kemer sıkma politikaları sonucunda, milyonlarca kişinin daha işsizler ordusuna katılacağı tahmin ediliyor.
Yunanistan ve İrlanda’da işsizlik rakamlarının son 10 yılın en yüksek düzeyinde olduğu ve İspanya’da da işsizlik oranının son üç yıl içinde iki katına çıktığı kaydediliyor.
İngiltere’de ise hükümet kamu harcamalarını yüzde 25 oranında azaltmayı planlıyor.
Fransa’da hükümetin emeklilik yaşının yükseltilmesi girişimleri de büyük protesto gösterileriyle karşılanmıştı. (BBC)
Yaşarken Barışı Görmek İstiyorlar

Kürt sorununun çözümü için bir araya gelen ve aralarında eski Türkiye İşçi Partisi (TİP) milletvekili, Kürt siyasetçi Tarık Ziya Ekinci, Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Kazım Genç, Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mete Tunçay, yazar Oya Baydar’ın da bulunduğu Barış İçin Yaşlılar Heyeti, “Barışı görmeden ölmek istemiyoruz” dedi. Heyet, taleplerini Meclis’e taşımak için temaslarda bulunmaya hazırlanıyor.
Talimhane’deki Nippon Otel’de gerçekleştirilen toplantıya, Osman Kavala, Ece Temelkuran, Ferhat Kentel, Necmiye Alpay’ın yanı sıra gazeteci, akademisyen ve aktivistler katıldı.
Heyet adına basın açıklamasını okuyan Yeşiller Partisi Eşsözcüsü Yüksel Selek, “Biz, Türkiye’nin yaşlı insanları, yakın tarihin tanıkları ve özneleri, ömrümüz sona ermeden konuşmaya karar verdik. Biz, silahların susması, Kürt sorununun diyalog yoluyla çözülmesi için yola çıkıyoruz” dedi.
“Son günlerde yaşananları bahane etmeyin”
Selek, Cumhurbaşkanına, hükümete, tüm siyasal partilere ve Meclis’e seslenerek, “Kürt sorununun çözümünden sizler sorumlusunuz. Çözüm için koşullar bugün her zamankinden daha hazır. Son günlerde yaşanan talihsiz olayları bahane ederek diyalog yolunu kapatmayın” diye konuştu.
PKK’nin çatı örgütü Kürdistan Topluluklar Birliği’nin (KCK) 13 Ağustos’ta ilan ettiği ve bugün dolması beklenen eylemsizlik kararını önümüzdeki haftaya uzattığı haberi öncesi yapılan açıklamada, taraflara “koşulsuz, süresiz bir çatışmasızlık sürecini başlatmaya, sorunu diyalog yoluyla çözmek için silahları susturma” çağrısında bulunuldu.
Bir gazetecinin eylemsizlik sürecinin uzamasıyla ilgili görüşünü sorduğu Türk Tabipleri Birliği (TTB) MK eski Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy, “Çok sevindirici bir haber ama Türkiye’de barış konusunda kalıcı adım atacak bir irade yok. Biz böyle bir iradenin ortaya çıkması için çabalıyoruz” yanıtını verdi.
“BDP-AKP görüşmesi yapılmalıydı”
Gürsoy, Hakkari saldırısını “provakatif bir eylem” diye nitelendirerek Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) görüşmesinin iptal edilmemesi gerektiğini ve hükümetin BDP’yi muhatap almasının şart olduğunu söyledi.
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mahmut Yeşil, “PKK’nin aldığı bu karar çok önemli. Ama devletin de operasyonları durdurarak bir adım atması gerekir” dedi.
bianet’e konuşan eski TİP’li İbrahim Aksın da “Hakkari olayı provokasyon olsa dahi BDP-AKP toplantısı ertelenmemeliydi. Bu olaya rağmen yapılmalı, provokasyon başarısız kılınmalıydı” diye konuştu.
Heyette imzası bulunan isimler ise şöyle:
Abdulilah Fırat, Aziz Kaya, Behlül Yavuz, Celalettin Yöyler, Cemal Toptancı, Çağatay Anadol, Ersin Salman, Gençay Gürsoy, Gülümser Koçak, Gündüz Mutluay, Hüseyin Ergün, İbrahim Aksın, İbrahim Betil, İlhan Alkan, Kazım Genç, Mete Tunçay, Mıgırdiç Margosyan, Mahmut Ortakaya, Mahmut Yeşil, Nurten Tuç, Oya Baydar, Özden Sönmez, Sarkis Seropyan, Selim Sırrı Feroğlu, Tarık Ziya Ekinci ve Yüksel Selek.
KAYNAK: Bianet – 20 Eylül 2010
Koş Hanım, Askerlik Kanunu Anayasaya Aykırıymış!
Bundan 4 sene önceydi sanırım. Sınavlarında ve sınav sonrası “Kaç aldın abi?” muhabbetlerinde bizi hüngür hüngür ağlatan, ve ama dersleri de bir o kadar ilgi çekici olan İdare Hukuku hocamız bir gün şöyle bir soruyla başladı derse : “Askerlik Kanunu’nun anayasaya aykırı olduğunu biliyor muydunuz arkadaşlar?”
Dalgaydı, şakaydı, ya da o günkü derste anlatılacak konuya odaklanmamız için bir “ilgi çekmece” oyunuydu belki de. Aklımdan geçen ilk düşünceler aşağı yukarı böyleydi açıkçası. 5 dakika sonra ise ağzım açık dinliyordum anlattıklarını. Toplam 10 dakikanın sonunda İdare Hukuku’nun zehir zemberek hocası yüzüne yerleştirdiği oldukça manidar bir gülümsemeyle şöyle bitirdi sözlerini : “İşte böyle… Her sene söylüyorum sınıfta, bu dediğimi yaparak kanunun Anayasa Mahkemesi’ne gitmesini sağlamak o kadar kolay ki… Ama aranızdan bir kızın bu işi üstlenmesi lazım. Bakın söz veriyorum, aranızdan bir kız çıkar da bunu yapmaya karar verirse, mahkemeyle ilgili tüm kağıtlarını, dilekçelerini, herşeyini ben hazırlayacağım…”
Hocamız haklıydı, bizim sınıftan da kimse çıkmadı bu işi yapacak. O sıralar şunu düşündüğümü çok net hatırlıyorum : “Kadın olsam 5 dakika beklemem yaparım!” .
Askerlik Kanunu’nun olduğu gibi iptalini sağlayacak bu hamle nedir peki? Ya da şöyle diyelim, bu basit hamle yapılırsa, ya anayasa değişikliği gerekecek (ki böylesi bir anayasa değişikliği de başka sorunlara yol açacaktır muhtemelen), ya da askerlik kanununu değiştirmek gerekecek.
Anlatayım…
Herşeyden önce, kanuni metinler arasında evrensel bir hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşiye göre (ulusal ölçekte) Anayasa en üsttedir, kanun bir altında, ardından yönetmelik, tüzük ve yönerge gibi ikincil metinler gelir. “Anayasanın da uluslararası sözleşmelere uyuyor olması gerekir mi gerekmez mi?” gibi tartışmalar da var, ama detaya girmeyelim. Değişmeyen kaide şudur : Yönetmelik-tüzük vb… kanuna aykırı olamaz, kanun da anayasa’ya aykırı olamaz. Bir kanunun anayasaya aykırı olduğu iddiası ortaya çıkarsa Anayasa Mahkemesi bu iddiayı değerlendirir ve eğer “Evet, bu kanun anayasaya aykırı” derse o kanun iptal edilir.
Şimdi anayasamızın 72. maddesine bakalım. Bu madde “Vatan hizmeti” adında, ve aynen şöyle :
V. Vatan hizmeti
MADDE 72. – Vatan hizmeti, her Türkün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir. [1]
Bu maddenin ilk cümlesindeki iki tane noktaya dikkat çekelim : 1) “..her Türkün” (yani, hem her türk kadınının, hem de her türk erkeğinin), 2) “…hakkı ve ödevidir.” Ve vatan hizmetinin nasıl yerine getirileceği kanunla düzenlenirmiş. Hemen üst satırda belirttiğim iki noktayı akılda tutarak Askerlik Kanunu’na bakalım o halde.
Askerlik Kanunu – Madde 1
Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur. [2]
Şimdi, durum nedir? Anayasa vatan hizmetini her türke bir hak ve ödev olarak veriyor. Buradaki “ödev” kelimesine odaklanalım, yani vatan hizmeti yapmak her türkün anayasal hakkı. Anayasal hak dediğimiz şeyin özelliği “en kutsanmış” hak olmasıdır, yine anayasada istisnai haller özel olarak belirtilmediği sürece istisna uygulanamaz, kaldırılamaz, görmezden gelinemez. Askerlik kanunu ise vatan hizmetinin nasıl yapılacağını belirleyen kanun olarak sadece askerliğe odaklanıyor ve bunun “her türk erkeğinin ödevi” olduğunu belirtiyor.
Ortadaki büyük çelişkiyi gördünüz mü?
Henüz görmediyseniz, ağır çekim oynatalım bu defa, hem de bir senaryo eşliğinde : Siz 18 yaşına gelmiş bir kadınsınız. Vatan hizmeti yapmak istiyorsunuz, anayasayı açıp okuyorsunuz ve bunun sizin bir anayasal hakkınız olduğunu görüyorsunuz. Bu sefer kanunu açıyorsunuz ve Vatan Hizmeti’nin sadece askerlik üzerinden işlediğini görüyorsunuz. “Tamam” diyorsunuz, soluğu askerlik şubesinde alıyorsunuz. Gidiyorsunuz yetkili subaya, “Ben vatani hizmetimi yapmak için geldim, alın beni askere” diyorsunuz. Subay şaşkın, “Alamayız, sadece erkekleri alıyoruz askere” diyor. “Ama vatani hizmet benim anayasal hakkım, anayasal hakkımı nasıl engellerseniz?” diyorsunuz. Subay, “Alamayız abla, kanun böyle” diye ısrar ediyor; e o da haklı. “Peki” diyorsunuz, “Bana yazılı bir kağıt verin o halde, kanunun ilgili maddesi yüzünden beni askere almadığınıza dair”. Alıyorsunuz kağıdı elinize, koşa koşa caddenin karşısına geçiyorsunuz, idare mahkemesinin kapısını çalmaya. Şöyle diyorsunuz, aşağı yukarı :
“Sayın İdare Mahkemesi, size İdare’yi şikayete geldim. İdare (ki bu davada askerlik şubesi ve Genelkurmay Başkanlığı’dır) bir anayasal hakkım olan vatani hizmet yapma hakkımı kullanmama izin vermiyor. Anladığım kadarıyla kanuna göre yapacak birşeyleri de yok zaten… Bu durumda bana öyle geliyor ki 1111 numaralı (ve 1927 tarihli, uuh çok da eskiymiş) Askerlik Kanunu, Anayasanın ilgili 72. maddesine aykırıdır. Siz de bi’ bakıverin duruma, ona göre hareket edin. Saygılarımla, ellerinizden…”
İdare mahkemesi dilekçenizi alıyor, okuyor, Askerlik kanununu okuyor, anayasanın 72. maddesini okuyor, çok açık olan bu aykırılığı görüyor ve Anayasa Mahkemesi’ne dönüyor : “Sayın Anayasa Mahkemesi, bana bir dava dilekçesi geldi ve bu davanın içeriğinden yola çıkarak 1111 numaralı Askerlik Kanunu’nun, Anayasa’nın 72. maddesine aykırı olduğu izlenimine kapıldım. Görevim gereği tarafınıza bildirmekten onur duyarım.”
Anayasa Mahkemesi isteği okuyor, aykırılık olduğu çok belli tabi, konuyu görüşmeye alıyor. Karara bağlıyor :
“1111 sayılı Askerlik Kanunu anayasanın 72. maddesine aykırıdır. Kanunun iptaline…”
***
Kanunla anayasa arasındaki bariz aykırılık bir yana, “bir kadın vatandaş çıkar da yukarıdaki adımları izleyip kanunun iptali kararı aldırırsa ne olur?” diye bir düşünelim…
Birinci ihtimal hükümet ve hatta CHP-MHP ikilisinin el çabukluğuyla bir anayasa değişikliği geçirmeleri olur. “Ordu kutsaldır, dokunulmazdır” ne de olsa; konu ona geldi mi akan sular durur. Anayasa değişikliğiyle 72. maddedeki “Her Türkün” ibaresi yerine “Her Türk erkeğinin” ibaresi konabilir.
Ama bu durumda da anayasanın 10. maddesinde geçen “Kanun önünde eşitlik” ilkesiyle çelişilmez mi? Kimbilir…
Başka bir ihtimal, aynı anda vicdani retçiler, yeşiller, savaş karşıtları ve diğer tüm barışçılların da baskısıyla konu doğrudan “Hadi şu sistemi sıfırdan elden geçirelim” tartışmasına kaydırılabilir. Bu sayede vatan hizmetinin askerlik dışında şekillerde yapılabilmesinin yolunu açacak yeni bir vatan hizmeti kanunu da yaratılabilir. Bunun yanına vicdani ret’i olması gerektiği gibi bir hak olarak görmeyi de ekleyin, yeme de yanında yat. Bir bakmışız ki konu zorunlu askerliğin kaldırılmasına kadar gitmiş, düşünmesi bile şahane!
Belki de bunların hiç biri olmaz, ama en azından idareye (yani devlete, genel anlamda) güzel bir çalım atılmış olunur, konu güncele taşınır, falan filan. En kötü ihtimalle askerlik kanunu değişir, onun kaosu sürer bir süre.
***
Bütün bu şenlikli süreci başlatacak bir kadın var mı aramızda?
100 Bin Kişi Nükleere Karşı Yürüdü!

Dün Berlin’de tüm zamanların en büyük nükleer karşıtı mitinglerinden biri yapıldı. Merkel’in Hıristiyan Demokrat – Liberal koalisyon hükümetinin Almanya’daki nükleer santralların çalışma süresini uzatma kararını protesto eden yaklaşık 100 bin kişi Berlin sokaklarını doldurdu. Almanya’nın en büyük çevre örgütü BUND’un ve Yeşiller Partisi’nin de düzenleyicileri arasında olduğu gösterilerde hükümetin kararı geri alması istendi.
Almanya’da 1998’de iktidara gelen SPD-Yeşiller koalisyonu ülkedeki nükleer santralların tümünün en geç 2022’de kapatılmasını öngören bir kanun çıkarmışlardı. Kızıl-Yeşil hükümetin 2005’de sona ermesinden sonra da nükleer konusundaki karar geri alınmamıştı. Ancak Angela Merkel’in liderliğini yaptığı sağ koalisyon geçtiğimiz haftalarda yeni bir karar alarak 1980’den önce işletmeye alınan nükleer santralların çalışma süresini 10, 1980 sonrası yapılan daha yeni santralların süresini ise 14 yıl uzattı. Bu karar nükleerden çıkış yasası olarak bilinen yasanın delinmesi anlamına geliyor. Bu kararın alınması için nükleer endüstri hükümete 2016’ya kadar her yıl 2,3 milyar avro ödemeyi kabul etti. Karar uygulanırsa Almanya’nın 17 nükleer santralı planlanandan ortalama 12 yıl daha fazla çalıştırılacak.
Alman Yeşiller Partisi mitingi tüm zamanların en büyük nükleer karşıtı gösterilerinden biri olarak nitelendirerek Merkel ve arkadaşlarının kuşatıldığı ve bu mitingin Almanya halkının çoğunluğunu temsil ettiği yorumunu yaptı. Yeşiller gösterilerin 6 Kasım’da Gorleben’de devam edeceğini açıkladı. (Expetica Germany, Bundnis 90/Die Grünen)
(Yeşil Gazete)
Kültür Bakanı İstese Allianoi’yi Bir Emirle Kurtarır
Eski İzmir Barosu Başkanı Av. Noyan Özkan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın istese Allianoi’yi kurtarmak için bir telgraf çekmesinin yeterli olduğunu söyledi. Yeşiller Partisi’nin Allianoi’nin sular altında bırakılması karşısında “çaresizim” açıklaması yapan Kültür Bakanı’nı istifaya davet etmesi üzerine bir açıklama yapan Noyan Özkan, bakanın bir emrinin yeterli olduğunu, Allianoi’yi kurtarmak için en kestime yolun, Bakan Günay’ın İzmir Valiliği’ne göndereceği bir telgraf emri ile yargı kararına kadar alandaki inşai ve fiziki müdahaleyi durdurması olduğunu belirtti.
Noyan Özkan şunları söyledi: “Şu aşamada İzmir 4.İdare mahkemesinde yeni açılan bir dava var. Yürütmenin durdurulması kararı verilebilir. Ancak, Hükümetin referandum öncesinde başlattığı yargıyı lekeleme/karalama/sindirme operasyonu devam ediyor. Sağ olsunlar, ilgili arkadaşlar var güçleriyle çalışıyorlar ve şimdi oradalar… En kestime yol, Bakan E.Günay’ın İzmir Valiliğine göndereceği bir telgraf emri ile yargı kararına kadar alandaki inşai ve fiziki müdahaleyi durdurmasıdır.”
Noyan Özkan’ın verdiği bilgiye göre 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun izinsiz müdahale ve kullanma yasağı başlıklı bölümü bakana bu yetkiyi veriyor. Yasanın 10. maddesi aynen şöyle: “Her kimin mülkiyetinde veya idaresinde olursa olsun,taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının korunmasını sağlamak için gerekli tedbirleri almak, aldırmak ve bunların her türlü denetimini yapmak (Ek ibare: 5226 – 14.7.2004 / m.4) “veya kamu kurum ve kuruluşları ile belediyeler ve valiliklere yaptırmak” Kültür ve Turizm Bakanlığı’na aittir.”
(Yeşil Gazete)
Yeşiller’den Kültür Bakanı’na İstifa Çağrısı
Yortanlı barajının suları altında bırakılacak olan antik sağlık yurdu Allianoi’nin kumla kaplanması üzerine bir açıklama yapan Yeşiller Partisi Eş Sözcüleri Yüksel Selek ve Ümit Şahin, Allianoi’yi kurtarmak için elinden bir şey gelmediğini açıklayan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ı istifaya çağırdı. Açıklamada “Çevre bakanının doğayı katlettiği, kültür bakanının tarihi katlettiği bir hükümete sahip olmaktan utanıyoruz!” dendi. Açıklamanın tam metni şöyle:
“Bergama’daki antik sağlık yurdu Allianoi’yi sular altında bırakacak Yortanlı barajının su tutması için gün sayılırken tarih katliamı başladı. Allianoi kumlarla örtüldü. Türkiye’nin antik kentlerini ve arkeolojik değerlerini korumak ve geliştirmekle görevli Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ise bir yandan Allianoi’nin kültürel ve arkeolojik değerini kabul ederken, diğer yandan ise baraj için bugüne dek harcanan paraları sayıp geri dönüş olmadığından bahsediyor ve elinden bir şey gelmeyeceğini söylüyor. Ertuğrul Günay “içinde bulunduğumuz çaresizliği insanların anlamasını rica ediyorum.” diyor.
Biz bu söylemi çok iyi biliyoruz. Keban’da,Karakaya’da, Birecik’te, Karkamış’ta, Ilısu’da da baraj projelerinin ÇED kanunundan önce yapıldığı gerekçesi ile yeteri arkeolojik ve kültürel araştırmaların yapılmasına izin verilmemiş, uzun süre gerektiren arkeolojik kazılar Türkiye ve uluslararası kamuoyunun baskısı ile göstermelik olarak, birkaç yıllık kısa sürelere sıkıştırılmış, tarih zenginliklerinin çok küçük bir kısmı kurtarılabilmiştir. Kültür bakanı bütün bu oyunları iyi bilir.
Allianoi olayında kendini kurtarmaya çalışan kültür bakanı dürüstlük yapıyor. Ancak dürüstçe ifade ettiği şey aczidir. Kendisi acaba Hasankeyf sulara gömülürken de mi ağlamayı düşünüyor?
Kültür Bakanı görevini yapamadığını itiraf etmiştir. Allianoi antik yerleşiminin korunamamasının ve sulara gömülmesinin bir numaralı siyasi sorumlusu “çaresiz Kültür Bakanı’dır.”
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay bu dürüst tavrını devam ettirmeli, hakkıyla yapmak için elinden bir şey gelmediğini itiraf ettiği görevinden en kısa zamanda istifa etmelidir.
Çevre bakanının doğayı katlettiği, kültür bakanının tarihi katlettiği bir hükümete sahip olmaktan utanıyoruz!
18.09.2010
Yüksel Selek – Ümit Şahin
Yeşiller Partisi Eş Sözcüleri
Nükleerin geri dönüşü öldü mü? (Harvey Wasserman: Huffington Post, 14.09.2010.)
Amerika’nın çok pohpohlanmış “reaktör rönesansı” şu sıralar ağır bir hasta gibi. Gerçek inşa süreçlerinde, proje tekliflerinde ve yurt dışı satışlarda fırladıkça fırlayan fiyatlar yeni nükleer santralleri resimden siliveriyor. Eskileri ise, felaketin eşiğinde Karanlık Çağ’dan kalma yıkıntılar gibi sızmakta.
Yenilenebilir enerji kaynaklarının fiyatları hızla düşer ve özel sektörden nükleere finansman sıfırda kalır iken, ABD nükleer sanayii Kongre’den milyarlarca doları yeni nükleer santral yapmak için kredi teminatı olarak akıtmaya çalışıyor. Şimdiye kadar vatandaş girişimleri onları durdurdu, ancak nükleer sanayii bu sonbaharki kısa siyaset mevsimine varıyla yoğuyla yükleniyor, adeta bir yaşam destek ünitesinde hayatta tutulmak için devasa teşvikler talep ediyor.
İşte hastanın tahlilleri:
Vogtle’da, ABD’nin yürütülmekte olan yegâne yeni reaktör projesinde, artan masraflar Georgia eyaleti elektrik tüketicilerini şimdiden hesapta olmayan 108 milyon dolarlık ek masraf olarak vurdu bile. Bu inşaatın henüz başlamakta olduğu bir aşamada, daha başlangıcı… Vogtle’ı yapanlar, baştan ikna ettikleri elektrik müşterilerinin cebinden tesis için peşin peşin alacakları ödemeyi, söz verdikleri miktar olan ayda 1.30 doların üç katına kadar artırdılar. Son zamma Georgia Bayındırlık İşleri’nin (PSC) kendi çalışanlarınca da muhalefet edildi, bütün anlaşma gizlilik kılıfına büründürülmüş diye feveran ettiler.
Şu anda, daha da yükselmesine kesin gözüyle bakılarak, $14.5 milyar dolara mal olması beklenen Vogtle projesi Obama’dan Şubat ayında 8.33 milyar dolar federal kredi teminatı aldı. Vatandaş/vergi mükellefi grupları o tarihten beri detayları için davalar açtı, ancak detaylar hükümetçe gizli tutuluyor. Vogtle’ı inşa ediyor olan Georgia Power şirketi şimdiden fiyatta 1 milyar dolar artış istedi bile.
Bu tip arttıkça artan rayiçler ve sarkan takvimler, başlangıçta “ölçmek için çok ucuz” olacağı iddia edilmiş olan ilk nesil reaktörlerin ortak paydasıydı, ki bunlar neredeyse istisnasız olarak yıllarca geç ve bütçelerinin milyarlarca dolar üstüne mal olarak kullanıma girdiler. Vogtle’daki eski iki reaktörün rayiçleri %1263 oranında bir artışla 660 milyon dolarlık ilk bütçeden neredeyse 9 milyar dolara fırlamış ve eyalet çapında elektrik fiyatlarında %12lik bir artışa neden olmuştu. İnşaat içinse 7 yıl demişlerdi, 16 yıl aldı.
Fransız nükleer devi AREVA’nın Finlandiya ve Fransa’da Flamanville’deki “yeni nesil” projeleri de bütçenin çok üstüne fırlayıp takvimin gerisinde kaldılar. Yani, yeni nesil reaktörlerin ilkleri gibi feci seviyede takvimin gerisinde ve bütçenin üstünde olacağına dair her türlü alamet ortada.
Amerika’nın en önde gelen reaktör sahibi şirket Exelon’un (ki şirketin 3 eyalette 17 reaktörü var) CEO’su John Rowe, düşük doğalgaz fiyatlarının ABD’de yeni ticari nükleer tesislerin inşasını “on, belki yirmi yıl” erteleyeceğini söylüyor. Ticari güç santralleri elektriği açık ve serbest pazarlara satarlar.
Atom enerjisi doğal gaz, yenilenebilir kaynaklar ve de verimlilikle rekabet edemediğinden, Exelon Texas’ta Victoria County’de iki reaktör kurmak için başvurusunu geri çekti. Rowe “projeyi tamamen terk etmedik” diyor; “ama bunu uzun vadeli olarak yapacağımız son derece düşük bir ihtimal” diye ekliyor.
Amerikalı reaktör parçası imalatçıları Hindistan’a, bu sanayiin sebep olabilecekleri olası bir felakete dair kayda değer yükümlülük almasını şart kılan yeni bir yasa çıkardığı için kızgınlar. Hindistan’da, Union Carbide’ın binlerce vatandaşı ölümcül bir gaz sızıntısıyla katlettiği ve hâlâ tamamen yükümlü kılınmadığı Bhopal kazasını müteakip gelişen olaylar hâlâ tesirli bir konu. Ama nükleer sanayii, muhtemel felaketlerin gerçek bedeli için yükümlü tutulacağı yere ayak basmaz. Gerçek bir felaketin maddi zararı kolaylıkla trilyonlarca dolara varabilecek olsa da, ABD’de yükümlülüğün üst sınırı 11 milyar dolar. 1986’da yaşanan Çernobil felaketi için asgari tahminler, kazanın ücra, fakir kalmış bir alanda yaşanmış olmasına rağmen, 500 milyar doların üstünde. Yakın zamanda yapılan tahminlere göre sebep olduğu ölüm sayısı 985 bin, ve bu sayı artmaya devam ediyor.
ABD şirketleri adına Obama yönetimi, Hindistan’ın yükümlülük zorunluluklarının kaldırılmasını talep ediyor. Özellikle, Meksika Körfezi’nde BP’nin Deepwater Horizon petrol platformu felaketinin üzerine, bu, reaktör teknolojisinin elli yılın ardından bile teknik zaafları için, Amerika’da ya da başka yerde, mesul tutulamayacağının çarpıcı bir itirafıdır.
Amerika’nın yaşlanan nükleer reaktör filosu sızdırdıkça sızdırıyor. Manhattan’ın kuzeyinde Indian Point son iki senede yedi kez planlanmamış kapatma yaşadı. Son aylarda, Vermont Yankee, Indian Point, New Jersey’deki Oyster Creek ve başka birçok santral etrafında havada ve suda ciddi derecelerde trityum ve başka radyoaktif madde emisyonları bulundu. Ohio’da kötü şöhretiyle malum, borik asitin bir reaktör basınç kazanının neredeyse delecek şekilde aşındırdığı Davis-Besse santrali, sahibi First Energy tarafından izah edilemeyen iki düzineye yakın sızıntı yaşattı. Vermont’ta, borulardan işletmecilerin meydana geldiğini kabul etmemiş oldukları sızıntılar, Connecticut Nehri’ne kirlenmiş su akıttı. Reaktör sahipleri işletme ruhsatlarını önümüzdeki onyıllar için uzatmak üzere başvurularını yaparken, bu çürük, gevremiş yamalı bohça gittikçe daha da tehlikelileşmekte.
Resmi kayıtlara göre, ABD’de nükleer sanayii son on yıl içinde vergi mükelleflerinin sırtından teşvikler edinmek için en az 645 milyon dolar harcamış. 2005’te Bush yönetiminden 18.5 milyar dolar kredi teminatı aldı. Obama 36 milyar daha istemiş durumda. Ama şimdilik, Amerika çapında halk hareketleri bunun gerçekleşmesini engelleyebildi. Nükleer sanayii Kongre’den daha fazla şey talep ediyor, ve yasama erki mensupları siyasi kampanyalarını yürütmek için paraya ihtiyaç duydukları sürece de buna devam edecekler.
Ancak, atom enerjisinin rekabet edemeyeceği, yeni inşaatların elektrik fiyatlarında sıçrama demek olacağı, gecikmelerin ve bütçe aşımlarının hep sanayiin kamuya işin başında verdiği güvencelerin üstünde olacağı, ve yarım yüzyılın ardından bu teknolojinin sebep olabileceği felaketlere karşı hâlâ tam yükümlülükle yüzleşemediği, hatta bunu yaydığı “düşük radyasyona” karşı bile yapamadığı, artık her zamankinden daha aşikar.
Bu gerçekler, insan sağlığı, küresel ekoloji, sağlam maliye sorunları ve gittikçe daha başarısız bir performans dörtlüsünün tanımladığı Karanlık Çağ teknolojisinin çok pöhpöhlenmiş “rönesans”ını nihayetinde sonlandıracak mı?
Tamamen vatandaş aktivizmine, müdahilliğine bağlı. Nükleer güç kazai yükümlülükten korunmadan hayatta kalamaz. Yeni santraller de çok yüksek kamu teşvikleri olmadan kurulamaz.
Bunlar ne kadar uzun süre durdurulabilirse, bir güneş geleceğine, bizi sürdürülür bir şekilde yaşatacak tek kaynağa doğru değişim o kadar mümkün olabilir, ki bu da arttırılan verimlilik ve yeşil enerjiyle bir Yenilenebilirler Çağı’nın doğuşudur.
Çevirmen notu: Geçtiğimiz Hafta Yeşil Gazete’de yayınlanan Rusya’daki Kursk nükleer ‘arızası’ hakkındaki “Kursk Kazası ve Rus Nükleer Endüstrisinin Tanımadığı Sınırlar: Gerçekten de Bu Çatlaklarla mı Çalışacaksınız?” makalesi üzerine, bu hafta da ABD’de nükleer endüstrinin geliş(me)mesi üzerine bu çeviriyi yayınlamayı yerinde buluyoruz. Umarız, bir arada, Türkiye hükümetinin takip etmekte olduğu nükleer yolun risklerini ve mantıkiliğini tartmanızda faydası olur. [a.n.] Harvey Wasserman ABD anti-nükleer hareketinden eski bir aktivist ve son olarak Solartopia!: Our Green-Powered Earth AD 2030’nin (2006) yazarıdır.