Ana Sayfa Blog Sayfa 5302

GDO’lu yeme onay geldi

Biyo Güvenlik Kurulu, genetiği değiştirilmiş organizma içeren ürünler konusunda yeni bir karar verdi. Genetik şifresi değiştirilmiş 3 çeşit soya fasülyesinin Türkiye’de ‘hayvan’ yeminde kullanılmasına izin çıktı.

Genetiği değiştirilmiş organizmalarla ilgili düzenlemeleri içeren Biyo Güvenlik Yasası kapsamında oluşturulan Biyo Güvenlik Kurulu ilk kararlarını aldı.

Gıda ve yem amaçlı kullanılacak GDO için eşik değeri binde 9 olarak belirleyen kurul, Türkiye Yem Sanayicileri Birliği’nin 3 değişik türdeki GDO’lu soya fasulyesi için yaptığı başvuruyu sonuçlandırdı.

Başvuru, bilimsel risk ve sosyo ekonomik değerlendirme komitelerinde incelendi ve GDO’lu soya fasulyesinin hayvan yemi olarak kullanılmasına onay verdi.

GDO’lu soya fasulyesi türlerinin kullanıldığı alanlarda etiketleme zorunluluğu yerine getirilecek. Bu ürünlerin taşınması sırasında çevreye bulaşmasını engelleyici tedbirler alınacak.

Bu ürünleri ithal eden ve kullananların herhangi bir kaza riskine karşı acil müdahale eylem planıhazırlaması şartı da getiriliyor.

Yem Sanayicileri Birliği ve Biyo Güvenlik Kurulu yetkilileri, onay verilen GDO’lu soya fasulyesi türlerinin dünyada kullanıldığını Avrupa Birliği’nde de onaylandığını vurguladı.

Biyo Güvenlik Kurulu oluşturulana kadar görev yapan Bilimsel Komite ise daha önce GDO’lu pamuk, kanola, şeker pancarı ve patatese onay vermişti. (Ntv)

Büyükerşen istifa etti

0

Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, DSP’den istifa etti.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile anıt açılışı yapan Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen partisi DSP’nin tepkisini çekmişti.Demokratik Sol Parti (DSP), Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in partiden istifa etmesini istemişti.

CHP’den jet davet

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin de DSP’nin istifasını istediği Büyükerşen’e kapılarının her zaman açık olduğunu söylemişti. (Aa)

Diyarbakır Ekoloji Forumu’nda savaş ve barajlar da konuşulacak

Diyarbakır’da haftasonu düzenlenecek olan Ekoloji Forumu’nda “Savaşların ekosistem üzerindeki yıkımı”, “Barajların coğrafyaya ve sağlığa etkileri” gibi konular da tartışılacak.

Uluslararası ve ulusal çapta çok sayıda bilim insanı ve çevreci 29-30 0cak tarihleri arasında Diyarbakır’da düzenlenecek olan Ekoloji Forumu‘nda buluşuyor.

“Savaşların ekosistem üzerindeki yıkımı”, “Barajların coğrafyaya ve sağlığa etkileri”, “GDO üretim ve biyoçeşitlilik” ve “Politik ekoloji ve ekososyalizm” konularının tartışılacağı forum Mezopotamya Sosyal Forumu‘nun Sümerpark Kampüsü’nde düzenlenecek.

Forumda Saleh Rabi Filistin Su Enstitüsü, Sylvia Marcos Meksika, Nedim Tüzün Diyarbakır Elektrik Mühendisleri Odası, Prof. Dr. Kemal Güven Dicle Üniversitesi Çevre Araştırma Merkezi adına yer alacak. Bu isimler gibi birçok bilim insanının da forumda söz sahibi olacağı toplantılara; Halil Savda ise bir Vicdani Retçi olarak katkıda bulunacak.

Mezopotamya Sosyal Forumu’nundan yapılan açıklamada ”Ortadoğu’da yıllardır devam eden savaşların en önemli sebepleri, iktidar mücadeleleri, halkların çeşitliliğinin tanınmaması ve buna bağlı olarak doğal kaynakların kontrolü ve sömürüsüdür. Özellikle petrol, su ve maden rezervleri açısından zengin olan Ortadoğu’da yaşayan halklar bu rezervlerin sömürülmesi adına yerlerinden edilmekte ve bu sayede halklar modern-küresel-kapitalist sisteme bağlı kılınmaktadır” denildi. (Bia)

Adli Tıp literatürde gaz bombası aramış

Diyarbakır’da başına isabet eden gaz bombası kapsülüyle öldüğü belirtilen Mahsun Mızrak’ın davasında Adli Tıp, “Kapsül hangi açıdan ve hangi mesafeden atılırsa öldürücü olur?” sorusuna yanıt veremedi: “Böyle bir vaka literatürde yok.”

Oysa 2009’da bir gösteri sırasında evde annesinin kucağındayken ölen 18 aylık Mehmet Uytun’un başına gaz bombası kapsülü geldiği, savcı tutanağında da yer almıştı.

2006 yılında 11 PKK’lının öldürülmesi üzerine Diyarbakır’da çıkan olaylarda 14 kişi öldü. Olaylarda Mahsun Mızrak’ın başına isabet eden gaz bombası kapsülü nedeniyle öldüğü belirtilirken üç polise ’olası kast sonucu ölüme neden olmak’tan müebbet istemiyle dava açıldı.

Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dün yapılan duruşmada mahkeme başkanı, gaz bombası kapsülünün ’Hangi açıdan ve hangi mesafeden atılması halinde öldürücü olur?’ sorularına ilişkin raporun geldiğini bildirdi. Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulu’nca gönderilen raporda, bu mühimmatın öldürücü veya yaralama amaçlı olmadığı kaydedildi. Raporda, “Bu tür bir mühimmatla ölmüş veya yaralanmış bir vakanın literatürde mevcut olmadığı gibi, bu yönde bir araştırma da olmadığı, dolayısıyla hangi koşulda hangi açıdan ve hangi mesafeden atılması halinde öldürücü olduğu yönde kesin bir görüş bildirilmeyeceği” yazıldı.

Mehmet de böyle ölmüştü
Şırnak’ın Cizre ilçesinde 2009 yılında çıkan olayda da benzer bir ölüm meydana gelmişti. Savcı tutanağında, 18 aylık Mehmet Uytun’un, evinde annesinin kucağındayken başına isabet ederek, ölümüne yol açan cismin jandarmaya ait gaz fişeği olduğu belirtilmişti.

Şırnak Valiliği ise Mehmet’i öldürenin gaz bombası kapsülü değil taş olduğunu savunmuştu. (Radikal)

Kopyala-yapıştır terör örgütü!!

Ankara’da tutuklanan 5 üniversitelinin aynı anda PKK/Kongra Gel, MKP, DHKPC, ve TKEP/L üyesi olmakla suçlandığı anlaşıldı.

‘Karşıt görüşlü öğrencilere yönelik eylem planladıkları’ gerekçesiyle tutuklanan 5 üniversiteli, ‘aynı anda 4 örgüte birden üye olmak’la suçlandı. 5 üniversite öğrencisi, 20 Ocak 2011 günü Ankara Demetevler Parkı’nda gözaltına alınmıştı.

Öğrencilerin ifadesi, Ankara Emniyeti Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde alındı. 22 Ocak’ta her bir öğrenci için ayrı düzenlenen ifade tutanaklarındaki ‘isnat edilen suç’ bölümüne ‘kopyala yapıştır’ yöntemi ile şöyle yazıldı: “Yasadışı Bölücü PKK/Kongra – Gel, Terör örgütü ve MKP (Maoist Komünist Partisi), DHKP/C (Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi), TKEP/L (Türkiye Komünist Emek Partisi/Leninist) isimli anayasal düzene yönelik yıkıcı faaliyetlerde bulunan terör örgütleri üyesi olmak, halkta devlete karşı kin, nefret ve isyan hissi uyandıracak şiddet veya diğer terör yöntemlerine başvurmayı teşvik edecek şekilde eylem ve faaliyetlerde bulunmak, terör örgütlerinin amaç/hedefleri doğrultusunda keşif/istihbarat çalışmaları yürütmek, terör örgütleri adına kitlesel şiddet eylemleri organize etmek ve bu eylemlere katılmak, yasak yayın bulundurmak.”

Ankara Emniyeti 12. Ağır Ceza Mahkemeside 5 öğrencinin hangisinin hangi örgüte üye olduğu yönünde tespit yapmadan ‘terör örgütüne üyelik’ten tutuklama kararı verdi.

‘Yasak’ yayınlar
Öğrencilerin evlerinde ‘yasak’ yayınlara da el konuldu. Rıdvan A.’ya yönelik suçlamalara delil olarak gösterilen ‘Seçme Yazılar’ için 1979, ‘Türkiye Proletaryası’ isimli kitap için de 1974 yılında toplatma kararı bulunduğu belirtildi.

Avukat Şanal Saruhan öğrencilerin o sırada tesadüfen bir arada bulunduğunu, örgüt üyeliğine dair ise delil olmadığını savundu. Yusufcan Y. de arkadaşı Ali Y. ile Demetevler’de ev aradıklarını, bu sırada diğer öğrencilerle karşılaştıklarını ve sohbet ederlerken gözaltına alındıklarını söyledi. Ancak mahkeme ‘delillerin toplanmamasını’ gerekçe göstererek tutuklama kararı verdi. 5 üniversiteli cezaevine yollandı. Tutuklanan 5 genç arasında yer alan D.E.S ise dün gazetelerde ‘Metroda türbanla keşif yaptığı’ iddiasıyla yer aldı. D.E.S., görüntülerin kendisine ait olmadığını savunarak “Ben karşıt görüşlü olduğu iddia edilen kişileri takip etseydim, türbanlı bir şekilde etmezdim. Savcılıkta da kapalı bayanın fotoğraflarını bana gösterdiler kesinlikle kabul etmiyorum. Zira bu kadın uzun boylu” dedi. (Mesut Hasan Benli)

Mustazaf-Der Kılıçdaroğlu’nun sözlerini doğruladı

Mustazaf-Der Batman Şube Başkanı Cens, illegal bir yapılanma olmadıklarını belirterek, 2 yıl önce AK Partili vekilin ziyarete geldiğini doğruladı.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “AK Parti Milletvekilleri Batman ve Van’da Hizbullah’ın derneklerini ziyaret ediyor” yönündeki açıklamasını Mustazaf-Der Batman Şube Başkanı Halil Cens’ten yanıt geldi. Kendisinden önceki dönemde, AK Partili 2 Milletvekilinin derneklerini ziyaret ettiğini doğrulayan Cens, derneklerinin yasal statüde olduğunu vurgulayarak, “Her şeyden önce burası illegal bir yer değil. Biz de diğer dernekler gibi yasal bir statüdeyiz. Bu bir hizmet kapısıdır ve herkese açıktır. Gelenler için de çetele tutacak halimiz yok” diye konuştu.

’HERKES TRİBÜNLERE OYNUYOR’
Genel seçimlerin yaklaştığını hatırlatan Cens, herkesin tribünlere oynadığını ileri sürerek konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Siyasetçiler, bize göz kırpsın demiyoruz. Bu dernek, bugüne kadar hizmet dışında ne yaptı? Kimin camına zarar verdi? Bugün Batman Belediyesi’nin kurmak istediği gıda bankasına uzun bir süre önce öncülük eden biziz. AK Parti ile göbek bağımız yok. Hiçbir partiye de bağlı değiliz. Siyasi partilere biatımız yok. Bu böyle bilinmelidir. İnsanlığın faydasına ne olacaksa biz onu yapıyoruz. Bu camia bir aynadır. Kim hakkımızda ne söylüyorsa, kendisine aynadan öyle baksın. Hiçbir etkinliğimizde siyasi partilere davetiye götürmüyoruz. Hiçbir siyasi partinin de davetlerine katılmıyoruz. Bugüne kadar hiçbir partiyle yakın temasımız olmadı. AK Partili iki milletvekili de uzun süre önce derneğimize gelmişse buradan farklı anlam çıkarmanın gereği yoktur.”

MUSTAZAF-DER HAKKINDA KAPATMA KARARI VAR
24 Nisan 2007 tarihinde, Hizbullah davasından 10 yıl hüküm giyen Mehmet K., kardeşi Mustazaf-Der üyesi Mehmet T., İdris E. ve İrfan D. ve Ebubekir O. adlı kişiler, Mardin’de Ş.Ç.’yi gasp ettikleri gerekçesiyle Adana’da yakalandı. Kaçak sigara sattıkları belirlenen bu kişilerle bağlantılı oldukları tespit edilen ve çoğu Mustazaf-Der Konya ve Adana şubelerine üye 45 kişi gözaltına alındı ve tutuklanarak cezaevine konuldu. Davanın iddianamesini hazırlayan Adana Cumhuriyet Savcılığı, gözaltına alınan kişilerin kaçak sigaraları, derneğin Konya şubesinde depoladıklarını ve derneğe maddi destek sağladıklarını tespit etti. Gasp olayını gerçekleştirenlerin ayrıca, Mustazaf-Der yöneticileri tarafından olayla ilgili sorgulandıkları belirlendi.

Soruşturmayı genişleten Adana Cumhuriyet savcılığı, Mustazaf-Der’in, Hizbullah terör örgütü ile bağlantılı olduğunu ve Hizbullah’ın yayın organı İnzar Dergisi’nin dağıtımını organize ettiğini tespit etti. Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturmada ayrıca, Mustazaf-Der’in amacının genel olarak mağdur, tutuklu ve hükümlülere yardım etmek olduğu söylenmesine rağmen, derneğin sadece Hizbullah terör örgütü üyesi olmak suçundan tutuklananlara ve ailelerine yönelik yarımda bulunduğunu belirledi. Soruşturma dosyasında, ayrıca gözaltına alınan Mustazaf-Der üyelerinin Hizbullah örgütüne üyelik ve örgüt adına adam öldürmek suçundan aranan Abdi Yeşil’in evini taşıdıklarını tespit etti.

Soruşturmayı yürüten savcılık, derneğin genel merkezinin Diyarbakır olması nedeniyle, soruşturma dosyasını Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na göndererek, iddiaların araştırılmasını ve Medeni Kanun ve Dernekler Kanunu hükümleri gereği, Mustazaf-Der hakkında kapatılma davası açılmasını istedi. Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başvurusu üzerine gerekli incelemeyi yapan Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, Asliye Hukuk Mahkemesi’ne kapatma davası açtı.

Yargılamayı tamamlayan Diyarbakır Asliye Hukuk Mahkemesi, 9 Şubat 2010’da verdiği kararında, Mustazaf-Der’in fesh edilmesini kararlaştırdı. Mahkemenin gerekçeli kararında, kapatma kararı şu gerekçelere dayandırıldı: “Davalı Mustazaflarla Dayanışma Derneği’nin, dernek tüzükleri belirtilen amaç dışında, mevcut anayasal düzeni yıkarak şerri’ esaslara dayalı teokratik bir devlet kurmayı amaçlayan yasadışı Hizbullah terör örgütünün amacı doğrultusunda faaliyetlerde bulunduğu, davalı derneğin yasalarla ve uluslararası sözleşmelerle hüküm altına alınan dernek kurma özgürlüğünü, insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullandığı,böylelikle amacın kanuna aykırı hale geldiği anlaşılmakla söz konusu derneğin Türk Medeni Kanunun, 89’uncu maddesi uyarınca feshine karar vermek gerekmiştir.”

Kapatma kararına dernek avukatlarının yaptıkları itiraz üzerine dosya Yargıtay’a gönderildi. (dha)

Gölge muhalefet Başbakan’ın peşinde

Seçilmiş öğrenciler Erdoğan’la birlikte Erzurum’a davet edildi. Seçilmeyenler ise davet beklemeden yollara düşecek.

Toplantıda üniversite konseylerinin başkanları, genç girişimciler gibi yine ‘seçilmiş’ öğrenciler olacak. Öğrenci Gençlik Sendikası (Genç- Sen), Öğrenci Kolektifleri ve Türkiye Gençlik Birliği (TGB) yine toplantı dışı kaldı. Ancak onlar yine de taleplerini iletmek için Erzurum yollarına düşecek.

Genç-Sen, Öğrenci Kolektifleri ve TGB’ye göre aylar öncesinden planlanan toplantının Erzurum’a alınması bile bir şeyleri kaçırmaya çalıştıklarının göstergesi. Hazırladığı dosyayla Erzurum’a doğru iki otobüsle dün yola çıkan Genç-Sen, toplantıya girme talebinde bulunacak.

TGB 60 üniversiteden 150 öğrenci kulübü ve derneğinin başkanını Erzurum’a götürecek. Öğrenci Kllektifleri, 250 sayfalık üniversite raporunu sunmak isteyecek. Genç-Sen Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Emre Öztürk “Sürekli öğrenci temsilcilerini toplantılara alıyorlar. Ancak öğrenci temsilciliği işleyen kurumlar değil” derken Öğrenci Kolektifi sözcüsü Neval Kösedağı “İlişki kurulan kişiler de taleplerimizi temsil edecek kişiler değil“ diye konuşuyor. (Radikal)

WikiLeaks çağında terbiye – Slavoj Zizek

WikiLeaks’ten sızan diplomatik yazışmalardan birinde Putin ve Medvedev Batman ve Robin’le kıyaslanıyor. WikiLeaks’in kurucusu Julian Assange’ın Christopher Nolan’ın Kara Şövalye (The Dark Knight, 2008) filmindeki Joker’in gerçek hayattaki muadili olduğu kabulüyle ilerlersek, bu kıyaslama faydalı bir analoji sunuyor. Filmin takıntılı yasa koyucu bölge başsavcısı Harvey Dent, bizzat yolsuzluğa batmış ve cinayetler işleyen biri olması sebebiyle Batman tarafından öldürülür. Batman ve polis şefi dostu Gordon, Dent’in işlediği cinayetlerin ortaya çıkmasının, kentin ahlaki değerlerini sarsıntıya uğratacağı düşüncesiyle savcının imajını korumak adına cinayetlerden Batman’i sorumlu tutmaya karar verirler. Altta yatan mesaj kamusal etiğin korunması gerekliliğini sağlayabilecek yegane şeyin yalan olduğudur: sadece yalan bizi kurtarabilir. Şüphesiz filmde hakikate dair tek kahraman, had safhada kötülüğüne rağmen Joker’dir. Gotham şehrine yönelik saldırılarına son vermesinin önkoşulu, Batman’in maskesini çıkarıp gerçek kimliğini göstermesidir. Ancak bu gizliliği ve Batman’i korumak isteyen Dent basına başka bir yalan sunar: Batman Dent’tir. Joker’i tuzağa düşürmek isteyen Gordon ise kendi ölümünü yem gibi kullanarak bir başka yalan söyler.
Sosyal düzeni yok etmenin hakikati açığa çıkarmaktan geçtiğine inanan Joker maskelerden arınmak ister. Bu durumda ona ne demeliyiz? Terörist mi? Kara Şövalye, Vahşi Batı’yı medenileştirmek için hakikati yalana kurban eden Fort Apache (1948, John Ford) ve The Man Who Shot Liberty Valance (1962, John Ford) gibi klasik westernlerin çağdaş, etkili bir örneği. Bir kez daha söylemek gerekirse, medeniyet yalanın üzerine inşa edilmek zorunda. Filmin ulaştığı geniş kitle ve etkisi göz önüne alındığında sorulması gereken esas soru şu: Neden, tam da bu anda, sosyal sistemi korumak adına yalana duyulan ihtiyaç diriliyor?
Öte yandan Leo Strauss’un tekrar revaçta olmasını düşünelim: günümüzde yaygın kabul gören siyasi düşünce yapısı, seçkinci demokrasi yorumunda, bir başka deyişle “gerekli yalan” fikrinin ardında yatıyor. Kural koyucu seçkinler, şeylerin gerçek halleri hakkında gerekli bilgiye sahip olup (gücün materyalist mantığı) insanlara, kutsanmış masumiyetlerini korumak adına masallar anlatmalı. Strauss’a göre Sokrates itham edildiği suçu işlemişti: felsefe, toplum için bir tehdittir. Platon’dan Hobbes ve Locke’a “büyük felsefe geleneği”nin sakladığı gerçek gizli mesaj şuydu: Tanrılar yoktur, ahlak bir önyargıdan ibarettir ve toplumun kökü doğada değildir.

Gizli ‘iyiler’ grubu
Şimdiye kadar WikiLeaks hikayesi, WikiLeaks ile ABD arasındaki bir çatışma olarak sunuldu. ABD’nin gizli resmi belgelerini bilgi edinme özgürlüğünü destekleyen bir eylem mahiyetinde yayınlamak gerçekten bu amaca mı hizmet ediyor, yoksa durağan uluslararası ilişkilere terörist bir müdahale ile mi karşı karşıyayız? Peki ya asıl mesele bu değilse? Ya can alıcı ideolojik ve politik savaş bizzat Wikileaks’le içinde süregidiyorsa; gizli devlet belgelerini yayımlamak gibi radikal bir eylemle bu eylemin hegemonik ideolojik-politik alanda diğerleriyle, diğerleri tarafından ya da bizzat WikiLeaks olarak ne şekilde yeniden-yazıldığıyla ilgiliyse?
Bu yeniden-yazma meselesi “kurumsal gizli anlaşma”nın, yani WikiLeaks’in beş büyük gazeteyle istedikleri belgeleri yayımlamaları doğrultusunda yaptığı anlaşmanın öncelikli derdi değil. Çok daha önemli olan WikiLeaks’in komplocu yöntemi: ABD’de cisimleşen “kötü”ye saldıran gizli bir “iyiler” grubu. Meselelere bu biçimde bakacak olursak, düşmanın, kamuyu manipüle etmelerinin yanı sıra kendi çıkarlarını korumak adına müttefiklerini aşağılamaktan sakınmamak suretiyle hakikati saklayan ABD diplomatları olduğu açık. Zirvedeki kötü adamların elindeki ‘Güç’, bize nasıl çalışmamız, düşünmemiz ve tüketmemiz gerektiğini söyleyen; toplumsal yapının tamamına nüfuz eden bir şey olarak anlaşılmıyor. Mastercard, Visa, PayPal ve Bank of America güçlerini kendisine karşı birleştirdiğinde, WikiLeaks gücün dağılmışlığını bizzat tecrübe etti. Komplocu yöntemle iştigal edenin ödediği bedel, bu mantığa göre belirlenecektir. (WikiLeaks’in arkasında gerçekte kimin olduğuna dair –CIA mı?- teoriler hiç şaşırtıcı değil.)

Kutsal demokratik devlet
Komplocu yöntem bariz karşıtıyla; ‘bilginin özgür akışı’ ve ‘vatandaşların bilgi edinme hakkı’nın şanlı tarihinde ayrıksı bir sayfa açan Wikileaks’in liberal tasarrufuyla hayata geçiriliyor. Bu bakış açısı WikiLeaks’i ‘araştırmacı gazeteciliğin’ radikal bir vakasına indirgiyor.
Hüküm süren ideolojinin esas güç gösterisi, güçlü eleştiri gibi görünen şeye izin vermesi. Günümüzde anti-kapitalizmden yana kıtlık yok. Aksine kapitalizmi kitaplarda, derinlemesine araştırmacı gazetecilik örneklerinde ve çevremizi hoyratça kirleten şirketleri, bankaları halkın parasıyla kurtarılırken şişkin ikramiyeler almaya devam eden yozlaşmış bankacıları, çocukların köle misali çalıştığı tekstil atölyelerini gösteren televizyon belgesellerinde tekrar tekrar olanca vahşetiyle görüyoruz. Ama işte zurnanın zırt dediği yer de burası: tüm bu eleştirilerde sorgulanmayan şey, bu ihlallere-aşırılıklara karşı mücadelenin oturtulduğu demokratik-liberal çerçeve. (Açık ya da üstü örtülü) amaç kapitalizmi demokratikleştirmek, demokratik denetimi medya baskısı, parlamenter sistem, daha katı kanunlar, dürüst polis soruşturmaları vs üzerinden ekonomiyi genişletmek. Fakat (burjuva) demokratik devletin kurumsal yapısı asla sorgulanmıyor. En radikal “etik anti-kapitalist” eylem biçimlerinde bile (Porto Allegre forumu, Seattle hareketi vb.) bu kutsallık sorgulanmadan kalıyor.

Hedef iktidarın ta kendisi
WikiLeaks aynı şekilde görülemez. Onun yaptıklarında başından beri liberalizmin bilginin serbest dolaşımı mefhumunun ötesine geçen bir şeyler var. Bu ‘öteye geçişi’ içerik düzeyinde aramamalıyız. WikiLeaks ifşaatlarıyla ilgili yegane şaşırtıcı şey, hiç şaşırtıcı olmamaları. Tam da öğrenmeyi beklediğimiz şeyleri öğrenmedik mi? Asıl rahatsızlık görünümler düzeyindeydi: artık herkesin bildiğini bilmediğimiz numarasına yatamayız. Bu kamusal alanın paradoksudur: nahoş bir hakikati herkes bilse bile uluorta söylemek her şeyi değiştirir. Bolşevik hükümetin 1918’de aldığı ilk tedbirlerden birisi, Çarlık döneminin külliyatını, gizli diplomatik belgelerini, anlaşmalarını, halkı bağlayan kararların arka planını kamuya açmak olmuştu. Burada da hedef, resmi iktidar aygıtlarının bütün işleyişiydi.
İşte WikiLeaks’in tehdit ettiği şey, iktidarın bu resmi işleyişi. Buradaki gerçek hedefler kirli detaylar ve onlardan sorumlu olan bireyler değildi; diğer bir deyişle, iktidarda olanlar değil, iktidarın ta kendisi, onun yapısıydı. Şunu unutmayalım: iktidar sadece kurumları ve onların kurallarını değil, ona meydan okumanın meşru (‘normal’) yollarını da kapsar (bağımsız basın, sivil toplum örgütleri vs.)
WikiLeaks’in ifşaatlarının hedefi sadece iktidardakileri zor durumda bırakmak değil, kendimizi temsili demokrasinin sınırlarının ötesine geçebilecek farklı bir iktidar işleyişini hayata geçirmek yönünde seferber etmemiz noktasında bize yol göstermekti.
Bununla birlikte, gizli olanı tepeden tırnağa ifşa etmenin bizi özgürleştireceğini sanmak da hatadır. Öncül yanlış. Hakikat özgürleştirir, evet, fakat o hakikat bu hakikat değil. Elbette görünüşte olana, resmi belgelere güvenilemez, fakat bu görünüşün arkasında paylaşılan dedikoduda da hakikati bulamayız. Görünüm, kamuoyunun karşısına çıkan suret asla basit bir ikiyüzlülük değildir. Bize sık sık mahremiyetin yitmekte olduğu, en mahrem sırların kamuoyunun tetkikine açıldığı söylenir. Fakat gerçek tam tersidir: aslında yitmekte olan, kamusal alan ve o alana eşlik eden haysiyettir. Günlük hayatlarımız eksik bırakılan sözlerle dolup taşmaktadır ve yapılması gereken doğru şey de budur. Delphine Seyrig ‘Baisers Voles’te genç sevgilisine nezaket ile incelik arasındaki farkı izah eder: “Tut ki kazara bir kadının duşun altında çırılçıplak olduğu bir banyoya giriyorsun. Nezaket hemen kapıyı kapatıp, ‘Pardon Madam!’ demeni gerektirir; incelik ise hemen kapıyı kapatıp, ‘Pardon Mösyö!’ demeyi.” İnsanın, duşun altındaki insanın gerçek cinsiyetini ayırt edecek kadarını bile görmediği numarası yaparak gerçek inceliği sergilediği nokta ancak ikincisidir.

Solun centilmenleri
Siyasette inceliğin şahikası olan örneklerden biri, Portekiz Komünist Partisi lideri Alvaro Cunhal ile 1974’te Salazar rejimini deviren darbenin müsebbibi olan askeri gruplaşmanın demokrasi yanlısı üyesi Ernesto Melo Antunes arasındaki gizli görüşmedir. Vaziyet son derece gergindi: bir tarafta Komünist Parti gerçek sosyalist devrimi başlatıp fabrikaları ve toprakları ele geçirmeye hazırdı (silahlar halka çoktan dağıtılmıştı); diğer yanda muhafazakarlar ve liberaller devrimi, ordunun müdahalesi de dahil, hangi yolla olursa olsun durdurmaya niyetliydi. Antunes ve Cunhal, adını koymadıkları bir anlaşma yaptı: aralarında bir anlaşma falan yoktu aslında (mevcut koşullar karşısında tek yapabildikleri anlaşamamaktı), fakat görüşmeden Komünistlerin devrimi başlatmayarak ‘normal’ bir demokratik devletin zuhuruna imkan vermesi ve sosyalizm karşıtı ordunun da Komünist Parti’yi yasadışı ilan etmeyip demokratik süreçte kilit bir unsur olarak kabul etmesi yönünde bir uzlaşmayla ayrıldılar. Bu gizli görüşmenin Portekiz’i iç savaştan kurtardığı iddia edilebilir. Ve anlaşmanın failleri geçmişe dönüp baktıklarında da sağduyularını sürdürdüler. Gazeteci bir dostum görüşmeyi sorduğunda Cunhal ancak Antunes inkar etmediği takdirde anlaşmanın olduğunu doğrulayacağını söyledi – Antunes inkar ettiği takdirde, anlaşma falan yok demekti. Velhasıl inkar etmeyerek Cunhal’ın şartını yerine getirmiş ve dolaylı olarak teyit etmiş oldu. Solun centilmenleri siyasette böyle davranır.
Olayları bugünden bakıp yeniden kurduğumuz kadarıyla, Küba Füze Krizi’nin mutlu sonla bitmesi de incelik yoluyla, numaradan görmezden gelmenin nazik ritüelleriyle halledilmiş gibi görünüyor. Kennedy’nin parlak fikri, bir mektubun gelmediği numarası yapmasıydı; ancak gönderenin de (Kruşçev) ayak uydurması sebebiyle işe yarayan bir savaş hilesiydi bu. Her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğu böyle anlarda görünümler, nezaket, ‘oyun oynandığına’ dair farkındalık her zamankinden daha önemlidir.
Ne var ki bu hikayenin sadece tek ve yanlış yöne götüren tarafı. İnsanın görünümlerin dağılmasını kışkırtma riskini almak zorunda kaldığı anlar vardır. Böyle bir an 1843’te genç Marx tarafından da anlatılır. “Hegel’in Hukuk Felsefesi Eleştirisine Katkı” kitabında Marx Alman eski rejiminin 1830’lar ve 1840’lardaki çürümesini, Fransız eski rejiminin trajik çöküşünün abuk bir tekrarı olarak tanımlar. Fransız rejimi “kendi haklılığına inandığı ve inanmak zorunda olduğu sürece” trajikti. Alman rejimi ise “sadece kendisine inandığını hayal ediyor ve dünyadan da aynı şeye inanmasını talep ediyordu. “Modern eski rejim daha ziyade gerçek kahramanları ölmüş olan bir dünya düzeninin komedyeninden ibarettir.” Böyle bir durumda utanç bir silahtır: “Fiili baskı, ona baskı bilinci ilave edilerek ağırlaştırılamalı, utanç, herkesin gözü önüne serilerek daha da utanç verici kılınmalıdır.”
İşte bugün durumumuz tam da bu: temsilcileri sadece kendi demokrasi, insan hakları vs fikirlerine inandıklarını hayal eden bir küresel düzenin arsız kinizmiyle yüz yüzeyiz. WikiLeaks’in ifşaatları gibi eylemler yoluyla utanç (bu tür bir iktidarın tepemizde olmasına katlanmaktan kaynaklı utancımız), daha fazla ortaya dökülmek suretiyle daha da utanç verici hale geliyor. ABD laik demokrasi getirmek için Irak’a müdahale ettiğinde ve sonuç dini köktenciliğin güçlenmesi ve çok daha kuvvetli bir İran olduğunda, bu samimi bir temsilcinin trajik hatası değil, kendi oyununda yenilen hilekarın marifeti oluyor. (London Review of Books) -Radikal-

‘Öğrencime dokunma’ diyene soruşturma

Hacettepe Üniversitesi’nde eğitim yılı, ‘stand açma’ yasaklarıyla başladı. Bu durum öğrencilerle yönetimi pek çok kez karşı karşıya getirdi. Öğrencilere yönelik en sert müdahale 11-13 Ekim 2010’da yapıldı. Beytepe Yerleşkesi’nde stand açan öğrencilere 300 çevik kuvvet mensubu müdahale etti.

Müdahale sonrası öğrenciler ve çalışanlar rektörlüğe yürüdü. Eğitim-Sen Hacettepe Ünversitesi İşyeri Temsilciliği, yasaksız üniversite kampanyası başlattı. Kampanyaya yaklaşık 350 üniversite çalışanı imza atarken Eğitim-Senli öğretim görevlileri, 3-4 Aralık’ta okulda stand açarak ‘Öğrencime dokunma’ ve ‘Asistan kıyımına son’ bildirileri dağıttı. Bu olayın ardından 1’i doçent, 8’i araştırma görevlisi, 2’si idari personel 11 kişi hakkında da soruşturma açıldı. Böylece 2010-2011 akademik yılının ilk yarısında soruşturma açılan üniversite çalışanı sayısı 30’u buldu.

‘10 dakika sonra gel, hesap ver’
Eğitim Sen Hacettepe Üniversitesi İşyeri Temsilciliği adına konuşan Mehmet Mutlu soruşturmaların keyfi yürütüldüğünü savundu: “Stand açma yasağını protesto etmek için stand kuruldu. Soruşturma açıldı. Soruşturma açılan 11 arkadaştan birine tebligat 13.20’de geliyor, ‘13.30’da savunmanızı verin’ diyorlar. Soruşturma yazılarında ‘sanık’ olarak ifadelerine başvurulacağı yazıyor. Sanki hakim karşısındayız.”

‘Lütuf değil hak’
Eğitim Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç’a göre Hacettepe’de uzun süredir öğrencilere ve öğretim üyelerine yönelik bir baskı var: “Atılan her adımı cezalandıran bir politika uygulanıyor. Eğitim Sen’in standları dahi yasadışı gibi gösteriliyor. Sendika olarak bütün çalışma alanlarımızda etkinliklerimizi sürdürme hakkına sahibiz. Bu da yasalarla güvence altına alınmıştır. 23 Aralık’ta ‘Üniversiteler ve Özgürlükler’ konulu panele davetliydim. Kapıda engellemeyle karşılaştım. Özel güvenlik güçleri aracı yumrukladı, tekmeledi.” (Umay Aktaş Salman)

Erkekler 2010’da 217 kadın öldürdü

Geçtiğimiz yıl Türkiye’nin hemen her yerinde her yaş, meslek ve statüden erkekler hemen her yaş, meslek ve statüden kadınlara fiziksel, psikolojik, cinsel, ekonomik ve duygusal şiddet uyguladı. Şiddetin gerekçesi değişiyor gibi görünse de temelde yatan sebep, erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakküm talebiydi. Erkekler kadınları kendilerine ait bir mülk gibi görüyor ve kadınlar üzerinde sahip olduklarını düşündükleri haklardan boşandıktan – ayrıldıktan sonra da vazgeçmek istemiyordu. Çetelemize ancak gazetecilerin, editörlerin ve yayın yönetmenlerinin süzgecinden geçerek “haber olabilmiş” şiddet olayları yansıdı ama pek çok olayda görgü tanıklarının, mağdurların ya da faillerin sözleri şiddetin ilk kez yaşanmadığını gösteriyordu. Ölüm ya da ağır yaralanma, çoğu kez yıllardır süre giden şiddetin vardığı doruk noktasıydı. Şiddet olaylarının en az 42’sinde mağdurların tehdit altında olduğu çevrelerince biliniyordu, can güvenlikleri bulunmadığı, tehdit edildikleri ya da şiddet gördükleri gerekçesiyle daha önce karakola ya da savcılığa başvurmuştu.

Çocuklar taciz ve tecavüz mağduru

www.bianet.org haber sitesinde yayımlanan habere göre, yıl boyunca gazetelerden, internet sitelerinden ve haber ajanslarından derleyerek hazırladığı çetelelere göre, erkekler 2010’da en az 217 kadın ve üç çocuğu öldürdü, 164 kadın ve 4 çocuğu yaraladı. En az 381 kadın ve çocuk tacize, 207 kadın ve çocuk tecavüze maruz kaldı. Taciz ve tecavüze maruz bırakılanların büyük çoğunluğu çocuklardı. 23 kadının intihar ettiği öne sürüldü ya da şüpheli şekilde yaşamlarını yitirdiler. En az 646 erkek ve oğlan çocuğu cinayet, yaralama, taciz ve tecavüz olaylarının faili olarak gözaltına alındı, tutuklandı ya da aranmaya başlandı. Faillerinin öğretmenler ya da aile bireyleri olduğu taciz ve tecavüz olaylarının çetelemizde, “failin kimliği” haber değeri taşıdığından bu denli yüksek oranla yer bulabildiği düşünülebilir. Öte yandan rakamlar, taciz ve tecavüzün okullarda, evlerde, sokaklarda ne kadar yaygın olduğunu, kadın ve çocuklara en çok tanıyıp güvendikleri erkeklerin taciz ve tecavüzde bulunduğunu göstermek açısından önemli.

Tacizciler mahkemeden serbest

Gazetelere, internet sitelerine ve ajanslara yansıyan haberlerden, cinayet, yaralama, taciz ve tecavüz olaylarına ilişkin hukuki sürecin gelişimini izlemek her zaman mümkün olmadı. Ancak özellikle taciz ve yaralama olaylarında fail, sıklıkla savcılıktan ya da mahkemeden serbest bırakıldı. “Taciz” suçunun cezası iki yıldan az olduğundan mahkemeler cezaya hükmetse bile genellikle hükmün açıklanması geri bırakıldı. Tecavüz zanlılarının Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alınması gecikeceği gerekçesiyle tahliye edildiği de kadınların buna karşı gerçekleştirdikleri protesto gösterileri de haberlere yansıdı. Haberlerde göremediğimiz için psikolojik, ekonomik ve duygusal şiddete dair veriler ise çetelemizde yer bulmadı. Ancak tüm şiddet türlerinin birbiriyle ilişkisini gözeterek 2010 yılı boyunca haberlere konu olan tüm olaylarda kadınların aynı zamanda psikolojik, sözel ve ekonomik şiddete maruz bırakıldığını söylemek elbette mümkün. Ayrıca ekonomik, sözel ve psikolojik şiddetin kadınları, kendilerine şiddetten uzak bir hayat kurmak konusunda güçsüz bıraktığını da hatırlamak gerek.

Şiddetin şehir ve bölgelere göre dağılımı

2010’da kadın ve çocuklara yönelik cinayet, yaralama, taciz ve tecavüz olaylarının şehirlere, bölgelere, fail ve mağdurların yaşlarına, failin mesleğine, failin mağdura yakınlığına ve şiddetin gerekçesine ilişkin oransal dökümleri şöyleydi:
2010’da kadın cinayetleri ve yaralama olayları en sık İstanbul ve Adana’da görüldü. Erkekler İstanbul’da 17 kadın ve çocuğu öldürdü, sekiz kadın ve çocuğu yaraladı. Adana’da ise sekiz kadın ve çocuk öldürüldü, sekiz kadın ve çocuk ise yaralandı.
Haberlere göre, taciz olayları en sık Samsun’da yaşandı. Samsun’da 16, Bursa’da 10, Kayseri’de altı kadın ve çocuk tacize maruz bırakıldı. Tecavüz olaylarının en sık yaşandığı il ise Bursa idi. Bursa’da 14, Samsun’da 11 kadın ve çocuk tecavüze maruz bırakıldı. Onları İstanbul ve Adana izledi.

Cinayet, yaralama, taciz ve tecavüz olaylarının en sık yaşandığı bölge, Marmara idi. 2010’da ölüm olaylarının yüzde 25’i Marmara, yüzde 19’u İç Anadolu, yüzde 17’si Akdeniz, yüzde 15’i Ege, yüzde 10’u Güneydoğu Anadolu, yüzde 8’i Karadeniz, yüzde 6’sı da Doğu Anadolu bölgelerinde yaşandı.

Yaralama olaylarının ise yüzde 26’sı Marmara, yüzde 19’u Akdeniz, yüzde 16’sı Karadeniz, yüzde 14’ü İç Anadolu, yüzde 13’ü Ege, yüzde 8’i Doğu Anadolu, yüzde 4’ü de Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşandı.

Taciz olaylarının en sık görüldüğü bölge yüzde 26 oranla Marmara idi. Onu yüzde 19’luk oranlarla Karadeniz ve Akdeniz bölgeleri izledi. Taciz olaylarının yüzde 16’sı İç Anadolu, yüzde 9’u Ege, yüzde 7’si Güneydoğu Anadolu, yüzde 4’ü ise Doğu Anadolu bölgelerinde görüldü.

Tecavüz olaylarının yüzde 28’i Marmara, yüzde 20’si Akdeniz, yüzde 18’i Ege, yüzde 16’sı Karadeniz, yüzde 7’si Güneydoğu Anadolu, yüzde 6’sı İç Anadolu, yüzde 5’i de Doğu Anadolu bölgelerinde yaşandı.
Kadınları en çok kocaları öldürdü, yaraladı

2010’da kadınları en çok kocaları öldürdü. Onları sevgili, baba, eski koca ve erkek kardeşleri izledi. Kadınları öldürenler arasında akrabaları, damatları, evlatları ve eski sevgililerinin yanı sıra üvey babaları, nişanlıları ve üvey kardeşleri ile kızlarının sevgili-erkek arkadaşları da vardı.

2010’da kadınları öldürenlerin yüzde 50’si kocaları, yüzde 13’ü sevgilileri, yüzde 11’i babaları, yüzde 8’I de eski kocalarıydı. Erkek kardeş ve akrabaların oranı yüzde 4, eski sevgililerin oranı ise yüzde 3’tü. Onları yüzde 2’lik oranlarla damat ve evlatları izledi.
Öldürülen kadınların yüzde 1’inin katil zanlısı kızlarının sevgili ya da arkadaşları, yüzde 1’ininki ise üvey babaları idi. Onları yüzde 0.5’lik oranlarla nişanlı ve üvey kardeşleri izledi.

Kadınları yaralayanlar arasında da ilk sırayı kocaları aldı. Onları babaları, sevgilileri, eski kocaları, akrabaları, üvey babaları, erkek kardeşleri, damatları, evlatları, eski sevgilileri, eski damatları, kızlarının sevgilileri, tanıdıkları ve arkadaşları izledi.
Kadınları yaralayanların yüzde 46’sı kocalarıydı. Yaralama olaylarının faillerinin yüzde 15’i mağdur kadınların babaları, yüzde9’u sevgilileri, yüzde 7’si eski kocalarıydı. Onları yüzde 5’lik oranlarla akraba ve üvey babaları, yüzde 4’lük oranla erkek kardeşleri, yüzde 3’le damatları izledi.

Kadınları yaralayanların yüzde 1’i ise evlatları, eski sevgilileri, kızlarının sevgilileri, eski damatları, tanıdıkları ve arkadaşlarıydı.

Taciz ve tecavüz failleri uzakta değil

Geçtiğimiz yıl tacize maruz kalanların yüzde 82.56’sı 18 yaşından küçüktü. Failler arasında ilk sırayı öğretmenler aldı. Kadınlara ve çocuklara çoğunlukla “tanıdıkları” erkekler tacizde bulundu ve taciz bir kereden çok tekrarlanmıştı.

Kadınlara ve çocuklara tacizde bulunanların yüzde 23.52’si öğretmenleri, 16.8’i arkadaşları, 10.8’i akrabaları, 7.56’sı amirleri, 3.8’i babaları idi. Onları yüzde 3.36’lık oranlarla sevgilileri, üvey babaları ve işverenleri izledi. Kadınları taciz edenlerin yüzde 0.84’ü nişanlıları, yüzde 23.52’si ise komşuları, aile dostları, mahalle esnafı, okul hizmetlisi, arkadaşlarının babaları, eşlerinin arkadaşları gibi bir şekilde “tanıdıkları” kişilerdi.

2010’da kadınlara ve çocuklara tecavüz edenlerin yüzde 91.30’u mağdurların tanıdıkları erkeklerdi. Tanımadıkları bir kişinin tecavüzüne maruz kalanların oranı ise yalnızca yüzde 8.69’du. Geçtiğimiz yıl kadınlara ve çocuklara en çok arkadaşları tecavüz etti. Onları sevgilileri, akrabaları ve babaları izledi.

2010’da tecavüz faillerinin yüzde 15.94’ü mağdurun arkadaşı, yüzde 14.49’u sevgilisi idi. Onları yüzde 6.52’lik oranlarla baba ve akrabalar izledi. Ardından 5.79’luk oranla öğretmenler geldi. Erkek kardeşlerin ve işverenlerin oranı yüzde 2.89, üvey babalarınki yüzde 2.17 idi.

Eski sevgililer, eski kocalar ve nişanlılar ise yüzde 0.72’lik oranlarla son sıralarda yer aldı. Tecavüz faillerinin yüzde 3.62’si mağdurun kocası idi. Ancak evlilik içi tecavüzün genellikle adli mercilere yansımadığından yola çıkarak gerçek rakamın bunun çok üstünde olduğunu düşünmek mümkün.

Fail ve mağdurların yaş gruplarına göre dağılımı

2010’da her yaştan erkek her yaştan kadını öldürdü, yaraladı, taciz ve tecavüze maruz bıraktı. Taciz ve tecavüz mağdurlarının büyük çoğunluğunu çocuklar oluşturdu.

Geçtiğimiz yıl en çok 30-39 yaş grubundaki erkekler, 20-29 yaş grubundaki kadınları öldürdü ya da yaraladı.

Cinayet faillerinin yüzde 35’i 30-39, yüzde 32’si 20-29, yüzde 26’sı 40-49, yüzde 23’ü 50-59, yüzde 10.34’ü 0-19, yüzde 8’i 60-69, yüzde 4’ü 80-89, yüzde 2’si de 70-79 yaşları arasındaydı.

Öldürülen kadınların ise yüzde 26.28’i 20-29, 25.71’i 30-39, 21.14’ü 40-49, 14.28’i 0-19, 9.14’ü 50-59, 1.14’ü 60-69, 2.28’i 70-79 yaş grubundaydı.

Kadın ve çocuklara fiziksel şiddet uygulayanların yüzde 35.36’sı 30-39, yüzde 23.17’si 20-29, yüzde 15.85’i 40-49, yüzde 9.75’i 50-59, yüzde 8.53’ü 0-19, yüzde 7.31’i ise 60-69 yaşları arasındaki erkeklerdi.

Fiziksel şiddete maruz kalan kadınların ise yüzde 27.86’sı 20-29, 25.40’ı 30-39, 20.49’u 0-19, 13.93’ü 40-49, 6.55’i 50-59, 3.27’si 60-69, 1.63’ü 70-79, 0.81’i ise 90-99 yaşları arasındaydı.

Taciz failleri arasında ilk sırayı 30-39 yaş grubu arasındaki erkekler aldı. Tecavüze uğrayanların yüzde 81.53’ü 18 yaşından küçüktü. Tecavüz olaylarında da hem failler hem de mağdurlar arasında yaşı 18’den küçük olanlar ilk sıradaydı.

Taciz olaylarının faillerinin yüzde 29.49’u 30-39, 23.02’si 20-29, 19.42’si 0-19, 11.51’i 40-49, 10.79’u 50-59, 3.59’u 60-69, 1.43’ü 80-89, 0.71’i de 70-79 yaşları arasındaydı.

Mağdurların ise yüzde 82.56’sı 20 yaşından küçüktü. 20-29 yaşları arasındaki mağdurların oranı 11.28, 30-39 yaşları arasındakilerin 4.61, 40-49 yaş grubundakilerinki ise 1.53’tü.

Tecavüz faillerinin yüzde 32.18’i, mağdurların ise yüzde 67.05’i 19 yaşından küçüktü. Faillerin 39.65’i 0-19, 29.31’i 20-29, 14.94’ü 30-39 yaşları arasındaydı. Onları 7.47’lik oranla 40-49, 5.17’lik oranla 50-59, 2.29’luk oranla 60-69, 1.14’lük oranla 70-79 yaş grubundaki erkekler izledi.

Tecavüz mağdurlarının yaşlarının oransal dağılımı ise şöyleydi: Yüzde 70.58’i 0-19, yüzde 17.05’i 20-29, yüzde 7.64’ü 30-39, yüzde 2.35’i 40-49, yüzde 1.17’si 60-60. Tecavüz mağdurları arasında son sırayı ise yüzde 0.58’lik oranlarla 50-59 ve 70-79 yaş gruplarındaki kadınlar aldı.

Faillerin meslek gruplarına göre dağılımı

Gazetelere yansıyan haberler her meslek ve statüden erkeğin kadınlara şiddet uyguladığını ortaya koyuyordu.

Her meslek ve statüden erkek cinayet işledi, kadınlara ve çocuklara cinsel ve fiziksel şiddet uyguladı.

Katil zanlısı olarak kovuşturmaya uğrayanların yüzde 19.11’i emekli, 17.64’ü ücretli çalışan/işçi, 16.71’i işsiz, 10.29’u çiftçiydi.

Onları 8.82’lik oranlarla polis ve askerlerle emekli polis ve askerler; yüzde 4.41’lik oranlarla şoförler, işverenler, sabıkalı/izinli hükümlüler izledi. Katil zanlılarının yüzde 2.94’ü esnaftı. Hem mühendislerin hem de öğretmenlerin oranı yüzde 1.47 idi.
Yaralanmayla sonuçlanan olayların failleri arasında ise ilk sırayı, yüzde 33.33’lük oranla asker/polis/korucular aldı. Faillerin yüzde 14.28’i esnaftı. Hem çiftçilerin hem de işçilerin oranı 9.52 idi. Onları yüzde 4.76’lık oranlarla emekliler, avukatlar, işverenler, şoförler, terziler, işsizler ve memurlar izledi.

Geçtiğimiz yıl tacizle en çok öğretmenler, tecavüzle ise güvenlik görevlileri suçlandı.

Taciz faillerinin meslekleri ve oransal dağılımı şöyleydi: Öğretmen/okul müdürü/öğretim üyesi yüzde 34.65, asker/polis/güvenlik görevlisi yüzde 11.88, esnaf yüzde 9.90, öğrenci yüzde 9.90, işçi/ücretli çalışan yüzde 6.93, büyükelçi/siyasetçi/yerel yönetici yüzde 5.94, işveren yüzde 3.96, işsiz yüzde 3.96, okul hizmetlisi yüzde 1.98, servis şoförü yüzde 1.98, işveren yüzde 1.98, emekli yüzde 1.98, okul aile birliği yöneticisi yüzde 0.99, amir yüzde 0.99, madde bağımlısı yüzde 0.99, sağlık memuru yüzde 0.99, sendikacı yüzde 0.99.

Tecavüz faillerinin meslekleri ve oransal dağılımı ise şöyleydi: Asker/polis/korucu/güvenlik görevlisi yüzde 20.20, mahkum yüzde 15.15, siyasetçi/yerel yönetici/muhtar yüzde 13.13, işçi/ücretli çalışan yüzde 12.12, emekli asker/polis/güvenlik görevlisi yüzde 5.5, işveren yüzde 5.5, işsiz yüzde 5.5, öğrenci 4.04, sağlık personeli/rehabilitasyon merkezi çalışanı yüzde 4.04, öğretmen yüzde 3.03, esnaf yüzde 3.03, emekli yüzde 3.03, çiftçi yüzde 2.02, memur yüzde 1.01, imam 1.01, otoparkçı yüzde 1.01, taksi şoförü yüzde 1.01. Tecavüz failleri arasında bir de Iraklı sığınmacı vardı.

Şiddete “bahane” çok

Geçtiğimiz yıl erkekler kadınları pek çok bahaneyle öldürdü. Karısını “kadınlık görevini yerine getirmediği için öldürdüğünü” söyleyen erkekler de vardı, “kendisine su vermediği için” öldürdüğünü söyleyen de. Bazı kadınlar “yemek zamanında hazır olmadığı” gerekçesiyle, bazıları “kocalarıyla birlikte olmak istemedikleri ” için öldürüldü.

Kocasını uyandırıp işe gidip gitmeyeceğini sorduğu ya da kocasından izin almadan hastaneye gittiği için şiddet gören kadınlar oldu. Bazı kadınlar boşanmak istedikleri, bazıları da evlenmek ya da birlikteliklerini çevrelerine açıklamak istedikleri için şiddete maruz kaldı. Namus, töre, kıskançlık, ihanet katil zanlılarının çok sık başvurduğu bahanelerdi.

Taciz ve tecavüz erkeklerin sıkça başvurduğu cezalandırma yöntemlerinden biriydi. Sevgilisine kendisini aldattığından şüphelendiği gerekçesiyle tecavüz eden erkekler de vardı, kendisinden ayrılmak istediği için tecavüz edenler de. İntikam için düşmanının karısına ya da kızına tecavüz eden erkekler de geçtiğimiz yıl gazetelere haber oldu.

Ancak bütün bu gerekçelerin temelindeki esas sebep, erkeklerin kadınları kendilerine ait bir mülk gibi görmesi ve erkekliklerini bu “sahip olma” üzerinden geliştirmesi, egemenliklerini kadın bedeni üzerinden inşa etme çabasıydı. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hak iddialarının boşandıktan ya da ayrıldıktan sonra da devam ettiği görülüyordu.

Kadın cinayetlerinin “gerekçeleri”

Geçtiğimiz yıl kadınların yüzde 27.27’si ayrılmayı / boşanmayı istediği, boşandığı ya da barışmayı kabul etmediği, yüzde 8.18’i namus/töre bahanesiyle öldürüldü. Kadın katli olaylarında üçüncü ve dördüncü sırayı yüzde 3.63’lük oranlarla çocuğun velayetini almak istemek /çocuğunu görmesine izin vermemek ve evlilik / arkadaşlık teklifini kabul etmemek/aşkına karşılık vermemek aldı.

Taciz/tecavüze maruz kaldıktan sonra öldürülen kadınların oranı yüzde 2.72, boşanma sırasında dile getirdiği talepler nedeniyle öldürülenlerinki 1.81’di. Evlenmek ya da birlikte olduğunu açıklamak isteyen kadınlarla eşlerinin borç para almasını istemediği için ya da “yanlışlıkla” öldürülen kadınların oranı da 1.81 olarak belirlendi.

Bir koca karısını ve kızlarını rüyasında soyunduklarını gördüğü için öldürdü. Oğlunun evinde kalmak istediği, kocasına su vermediği, koyunları otlatmadığı, cinsel ilişkiye girmediği, kadınlık görevlerini yapmadığı, yemek vaktinde hazır olmadığı, evi temizlemediği, çamaşırları yıkamadığı, kendisine yeni elbise aldığı, çalışmayı istediği gerekçesiyle öldürülen kadınların oranları ise yüzde 0.90’dı.
Geçtiğimiz yıl bir kadın evden kaçıp evlendiği, bir başkası bilezikleri için bir diğeri de miras gerekçesiyle öldürüldü. Bir kadın kızını korumaya çalışırken, bir diğeri kızıyla evlenmesine izin vermediği genç tarafından öldürüldü.

Bir kadın önce tecavüzcüsüyle evlenmeye zorlandı ardından hem tecavüzcüsü hem de kocası olan erkek tarafından öldürüldü.

Bir kız çocuğu zorla evlendirilmek istediği için intihar etti. Bir başkası sığınma evi dönüşünde yaşamını yitirdi.

Koruma kararıyla evden uzaklaştırıldığı halde evine girip eşine şiddet uygulayan bir erkek mahkeme heyetini “Ne olmuş yani eşimdir, döverim de severim de” diyerek azarladı. Bu gerekçelerin oranları da yüzde 0.90 idi.

Yaralanmayla sonuçlanan şiddetin “gerekçeleri”

Erkek şiddetinden yaralı kurtulan kadınlar arasında da ilk sırayı, ayrılmak / boşanmak istediği ya da barışmayı kabul etmediği için şiddete maruz kalan kadınlar aldı. Onları tartışma sırasında ve kıskançlık gerekçesiyle şiddete maruz kalan ve yaralı kurtulan kadınlar izledi. Erkekler kadınları evlilik/arkadaşlık tekliflerini kabul etmedikleri ya da aşklarına karşılık vermedikleri gerekçesiyle de yaraladı.

Kadınların şiddetten yaralı kurtuldukları olaylarda, şiddetin gerekçesi ve oransal dağılımı şöyleydi:

Tartışma sırasında yüzde 11.36, kıskançlık yüzde 9.09, evlilik / arkadaşlık tekliini kabul etmediği ya da aşkına karşılık vermediği için yüzde 4.54, kocasını şikâyet ettiği için yüzde 4.54, arkadaşlarıyla gezdiği için yüzde 4.54, kocasına para vermediği için yüzde 4.54, ayrılmayı / boşanmayı istediği ya da barışmayı kabul etmediği için yüzde 3.36, çocuk velayetiyle ilgili tartışmada yüzde 2.27, haber vermeden hastaneye gittiği için yüzde 2.27, miras nedeniyle yüzde 2.27, namus / töre bahanesiyle yüzde 2.27, kredi kartı borcu nedeniyle yüzde 2.27, annesini korumaya çalışırkenyüzde 2.27, sigara külünü yere dökmemesini istediği için yüzde 2.27, kocasını uyandırıp işe gidip gitmeyeceğini sorduğu için yüzde 2.27, birlikte uyuduğu köpeği yatağa pislediği için yüzde 2.27, kocasıyla ilişkiye girmediği için yüzde 2.27, kocasının tedavi olmasını istediği için yüzde 2.27.

Taciz ve tecavüz “gerekçeleri”

Tecavüz, erkeklerin kadınları kendileriyle evlenmeye zorlamak ya da cezalandırmak için sıkça başvurduğu bir yöntemdi. Seks işçileri ve zihinsel engelli kadın ve çocuklar arasında tecavüze uğrayanlar çoktu. Gazetelere ve ajanslara evlilik içi tecavüz vakalarına dair haberler de yansıdı.

Tecavüz olaylarının gerekçeleri ve oransal dağılımı şöyleydi: Ayrılmayı / boşanmayı istediği ya da barışmayı kabul etmediği için yüzde 30.76, zihinsel engelli olduğu için yüzde 30.7, birlikte olmayı/evlilik teklifini kabul etmediği için yüzde 15.38, intikam için yüzde 15.38, kıskançlık gerekçesiyle yüzde 7.69.

Geçtiğimiz yıl kadınlara ve kız çocuklarına taciz uygulayan erkeklerin ortak özelliği kadınların ya da kız çocuklarının yakınlarında yaşamaları; onlarla öğretmen-öğrenci, amir – memur, işveren – çalışan gibi hiyerarşik bir ilişki kurmaları idi. Taciz failleri arasında öğretmenler, okul müdürleri, okul hizmetlileri, servis şoförleri, kırtasiyecilerin varlığı dikkat çekiyordu. Tacizcilerin bir kısmı daha önce bu suçtan kovuşturma geçirmiş ya da ceza almıştı. (habervesaire.com)