Ana Sayfa Blog Sayfa 5296

Avustralya’da kral Djokovic

0

Avustralya Açık Tenis Turnuvası’nda erkeklerde Sırp Djokovic, İskoç Murray’ı finalde 3-0 mağlup ederek zafere uzandı.

Sırp tenisçi Novak Djokovic, Avustralya Açık Tenis Turnuvası’nın erkekler finalinde İskoç Andy Murray’i 3-0 yendi ve sezonun ilk Grand Slam şampiyonu oldu.

Turnuvaya 3 numaralı seribaşı olarak katılan Djokovic, 2 saat 39 dakika süren maçta rakibini 6-4, 6-2 ve 6-3’lük setlerle yendi ve 2008’de, yine Avustralya’da elde ettiği zaferin ardından, kariyerine 2. Grand Slam şampiyonluğunu eklemiş oldu.

Maçın genelinde, Murray’e oranla daha cesur oynayan ve doğrudan sayı getiren vuruşlarla rakibini yoran Djokovic, oyunu yönlendiren isim oldu. Buna karşılık 5 numaralı seribaşı Murray, agresif oyun tarzından ziyade, sabırlı oynayarak, rakibinin basit hata yapmasını bekledi.

Maçın ilk setinde her iki tenisçi de kendi servislerinde zorlanmalarına rağmen, avantajlı durumlarından faydalanmayı bildi ve bu setin 7. oyununa 3-3 beraberlikle girildi. 10. oyunda 5-4 öne geçen Djokovic, rakibinin servis kullandığı bu oyunda da üstünlük sağladı ve durumu 6-4’e getirerek, setlerde 1-0 öne geçti.

2. sette de temposunu düşürmeyen Sırp tenisçi, 2. oyunda rakibinin servisini kırarak, 2-0 ile avantaj yakaladı. Djokovic, istikrarlı oyununu setin geri kalan oyunlarında da sürdürdü ve bu seti rahat bir şekilde 6-2 kazanarak, durumu 2-0’a getirdi.

3. sete iyi başlayan Murray oldu. İlk oyunda rakibinin serisini kıran Murray, her ne kadar ilk iki sete oranla daha cesur oynasa da 2. oyunda servisinin kırılmasını engelleyemedi ve avantajını yitirdi. Oyuna, ilk 2 sette olduğu kadar hükmedemeyen Djokovic, baskıdan kurtulamayan rakibine 4. oyunda 3-1 ile üstünlük sağladı. Murray, 7. oyuna girilirken dengeyi 3-3 ile sağlasa da Djokovic, rakibinin daha fazla oyun almasına izin vermedi ve bu seti 6-3 alarak, maçtan 3-0 galip ayrıldı.

Djokovic, aldığı bu sonuçla kariyerinin 2. Grand Slam’ini kazanırken, yakın arkadaşı olan Murray’nin de Britanya’nın 75 yıllık hasretine son vermesini engellemiş oldu. Grand Slam turnuvalarında 1936 yılından bu yana şampiyon çıkartamayan Britanya, geçen yıl da Avustalya Açık’ın finalinde kaybeden Murray’nin bu turnuvada şeytanın bacağını kıracağına inanıyordu. Britanya, Grand Slam turnuvalarında son şampiyonluğu, 1936 yılındaki ABD Açık’ta, Fred Perry ile görmüştü. (Ntvspor)

Eylemciler kadehlerini AKP’ye kaldırdı

Sosyal paylaşım sitesi facebook üzerinden başlatılan “AKP’ye içiyoruz” kampanyası kapsamında örgütlenen 100 bine yakın eylemci yeni yapılan düzenleme ile alkol satışına sınırlama getirilmesini içki içerek protesto etti.

Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu’nun, Tütün Mamülleri ve Alkollü İçki Piyasası Yönetmeliği’ne tepkiler büyüyor. facebook üzerinden örgütlenmeye başlayan 100 bine yakın eylemci dün Türkiye’nin birçok ilinde toplanarak  yeni yapılan düzenleme ile alkol satışına sınırlama getirilmesini protesto etti.

Protestoların merkezi İstanbul Taksim Meydanı oldu. ‘İçki yürütmeliği’ Ankara, İzmir, Eskişehir, Muğla, Aydın, Adana, Ordu’da da protesto edildi.

‘AKP’ye içiyoruz’ grubu üyeleri ayrıca, Amerika’nın New York, Hawai ve Seattle kentinden Avrupa’da; Düsseldorf, Köln, Londra, Basel, Eindhoven, Hamburg, Barselona ve Stuttgart’a kadar birçok kentte 7 Ocak’ta yürürlüğe giren yönetmeliği protesto etti.

Eylemciler, silah ruhsatı alma yaşının 18’e, içki içme yaşının 24’e yükseltilmesine tepki gösterdi. Alkol yasağının demokrasiyle bağdaşmadığını dile getiren eylemciler, şampanya patlatarak sloganlar attı.

Son olarak çıkarılan yönetmelikle alkollü içki tüketimi, reklamı ve benzeri konularda bir dizi kısıtlayıcı uygulama getirilmesine tepki olarak facebook üzerinden örgütlendiklerini belirten vatandaşlar, yasaklara rağmen içki içmeye devam edeceklerini söyledi. (t24)

Avustralya’nın yeni kraliçesi Clijsters

0

Belçikalı tenisçi, sezonun ilk grand slam turnuvasının kadınlar finalinde Çinli rakibini 2-1 yendi.

Belçikalı tenisçi Kim Clijsters, Avustralya Açık Tenis Turnuvası’nın kadınlar finalinde Çinli rakibi Li Na’yı 2-1 yendi ve sezonun ilk Grand Slam organizasyonunda şampiyon oldu.
Anne olması nedeniyle ara verdiği spora 2 yıl sonra dönen ve bunun ardından geçen yıl ABD Açık’ı kazanan Clijsters, 3 numaralı seribaşı olarak katıldığı turnuvada rakibini, 3-6, 6-3 ve 6-3’lük setlerle yendi.

Clijsters, maça hızlı başlayan taraf olmasına rağmen ilk seti 6-3 kaybetti. Grand Slam finali oynayan ilk Çinli tenisçi unvanını alan Li Na, ilk sette 2-0 geriye düşmesinin ardından oyunun kontrolünü ele geçirdi ve doğrudan sayı getiren vuruşlardaki üstünlüğü neticesinde 1-0 öne geçti.

İkinci setin ilk 4 oyununda her iki oyuncu da servis atma avantajından faydalanamadı ve 5. oyuna 2-2 beraberlikle girildi. Clijsters, 3-2 yenik duruma düştükten sonra üst üste 4 oyun kazandı ve 6-3 ile setlerde durumu 1-1’e getirdi.
3. sete de Clijsters hızlı başladı ve ilk iki oyunu alarak avantajlı duruma geçti. Li, rakibinin iki kez çift hata yaptığı 3. oyunda servis kırarak durumu 2-1’e getirse de Clijsters, oyundaki hakimiyetini artırdı ve doğrudan sayı vuruşlarındaki yüzdesi düşen rakibinin geri dönüş çabasını engelleyerek seti 6-3 kazanmayı başardı.

Clijsters, ilk servislerinin yüzde 65’ini oyuna soktu ve bunun yüzde 66’sından sayı aldı. 1 “ace”, 3 çift hata ve 26 basit hata yapan tenisçi, maçı 22 doğrudan sayı getiren vuruşla tamamladı. File önündeki oyunlarında yüzde 54 oranında başarı sağlayan Clijsters, 17 kez yakaladığı servis kırma şansından 7’sini değerlendirebildi.

Avustralya’ya turnuvanın en büyük favorisi olarak gelen ve buradaki başarısıyla kariyerindeki 4. Grand Slam şampiyonluğunu kazanan Clijsters, bunun yanı sıra, dünya sıralamasında ikinciliği de garantilemiş oldu.

Grand Slam turnuvalarında final oynayan ilk Çinli olarak adını tarihe yazdıran Li Na ise rakibinin oyunu yönlendirmesine izin vermeyen stiliyle finale yakışır bir görüntü çizdi.

Li Na, ilk servislerinin yüzde 72’sini oyuna soktu ve bunun yüzde 52’sinden sayı çıkarttı. Maçı 1 “ace”, 4 çift hata ve 40 basit hata ile tamamlayan Çinli tenisçi, doğrudan sayı getiren 24 vuruş yaptı. Li Na, 12 kez yakaladığı servis kırma şansının 6’sını değerlendirebildi ve file önündeki oyunlarında yüzde 67 oranında başarı sağladı. (aa)

Mübarek diktatörlüğü baskıyı ağırlaştırıyor

Fotoğraf: Leil-Zehra Mortada

Mısır sokakları bugün geçen iki güne göre daha sakin. Polisin de sokaklarda hiç görünmediği, ancak varlığını giderek daha fazla hissettiren ordunun tanklarıyla ana caddeleri kontrol altında tuttuğu bildiriliyor. Polisin ve askerin olmadığı mahallelerde ise halk oluşturduğu gruplarla hırsız ve yağmacılara karşı kendini koruyor.

Öte yandan eski hava kuvvetleri komutanı Ahmet Şefik’i yeni başbakan ve istihbarat şefi Ömer Süleyman’ı başkan yardımcısı olarak atayan Hüsnü Mübarek’in hükümette yaptığı düzenlemeler göstericilerin taleplerini karşılamaktan uzak. Göstericiler Hüsnü Mübarek’in 30 yıldır süren iktidarını bırakmasını ve serbest seçimler yapılmasını istiyorlar.

Hüsnü Mübarek ise isyanı bastırmak için iletişim ve medyayı sınırlamaya da devam ediyor. Cuma gününden bu yana ülkenin bütün internet iletişimini kesen Mübarek diktatörlüğü bugün de olaylar başladığından bu yana bölgeden en iyi haberciliği yapan Katar merkezli haber kanalı El Cezire’nin Mısır’da çalışma lisansını iptal etti ve stüdyolarının da kapatılacağını bildirdi.

Mısır’ın resmi haber ajansı Mena’nın verdiği haberde, ”Mısır Enformasyon Bakanı, El Cezire televizyonunun Mısır’daki tüm faaliyetlerinin askıya alınmasını, tüm lisanslarının iptal edilmesini ve ülkedeki tüm El Cezire çalışanlarının akreditasyonlarının geri alınmasını emretti” ifadelerine yer verildi.

Öte yandan El Cezire’nin verdiği haberlere göre gösterilerde ölenlerin sayısı 150’ye ulaştı.

Dün Mısır Ulusal Müzesi’ndeki bazı değerli arkeolojik eserlerin zarar görmesine ve bazı hastanelerin kundaklanmasına neden olan şiddet olayları yaşanmışken bugün polisin ve diğer kamu görevlilerinin sokaklardan çekilmesi, halkın da kendini savunmak zoruna bırakılması bazı yorumcular tarafından hükümetin halk üzerinde yaratmaya çalıştığı yeni bir baskı yöntemi olarak yorumlanıyor.

(Yeşil Gazete)

Al Jazeera ve diğer kaynaklardan derlenmiştir.

Aile hekimliği başladı ambulanslar doktorsuz kaldı

112 acil servis arandığında hastaya gelerek ilk müdahaleyi yapan ekipte yer alan doktorların büyük bir kısmı aile hekimliğini tercih edince, istasyonlar doktorsuz kaldı. İstanbul Tabip Odası, kasım ayında İstanbul’da başlayan aile hekimliği uygulaması sonrasında İstanbul’daki 100’ü aşkın istasyonun sadece dörtte birinde doktor kaldığını açıkladı. Bakanlık bu durumu doğruladı ve ambulanslarda sağlık teknisyenlerinin kullanılmasın savundu.

Yüzde 75’inde doktor yok
Aile hekimliği uygulamasıyla birlikte, tercih yapma hakkını kullanan 112 acil istasyon hekimlerinin aile hekimi olmak için başvurması yeni bir tartışmayı da başlattı. İstanbul Tabip Odası’nın gündeme getirdiği konuyla ilgili olarak bilgi veren İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Fethi Bozçalı, İstanbul genelinde hizmet veren 100’ü aşkın acil hizmet istasyonunun yüzde 75’inde şu anda doktor bulunmadığını söyledi. Bu durumun can kaybına yol açabilecek bir sıkıntı olduğunu vurgulayan Bozçalı, sorunun aile hekimliği uygulamasıyla birlikte ortaya çıktığını belirtti.

Aile hekimliğindeki maaşların daha cazip olması nedeniyle böyle bir durumun ortaya çıktığını ifade eden Bozçalı Türkiye’nin birçok ilinde söz konusu durumun geçerli olduğunu söyledi.

Tüm Türkiye’de
Tokat ve Sakarya gibi illerde de benzeri sıkıntıların yaşandığı daha önce dile getirilirken, Ankara’da da acil istasyonlarda bulunan doktor sayısında da ciddi bir azalma olduğu belirtiiliyor. 2010 yılı sonu itibariyle Ankara’da 106 adet 112 acil yardım istasyonu bulunuyor.

Sağlık Bakanlığı yetkilileri ise, 112 acil istasyonlarından aile hekimliğine geçişler olduğunu doğruladı. Acil istasyonlardaki doktor sayısında azalma olduğunu da gördüklerini belirten yetkililer, istasyonları acil tıp teknisyenleri (ATT) ve paramedik personelle (acil servislerde çalışan eğitimli teknisyenler) yürütmeyi planladıklarını söylediler.

Tüm dünyada böyle
Yetkililer, bütün dünyada teknisyenlerin yoğun olarak 112’lerde kullanıldığını belirterek, “Biz de böyle yapmak istiyoruz. Ancak aile hekimliğine çok sayıda geçiş olduğu doğrudur” diye konuştu. (Hacer Boyacıoğlu)

Sudan, yüzde 99,57 ile ikiye bölünüyor

0

Güney Sudan’da 9 Ocakta başlayan ve bir hafta süren referandumu organize eden komisyonun başkanı Chan Reek yaptığı açıklamada, Güney Sudan’ın kuzeyden ayrılmasının yüzde 99,57 oy oranıyla kabul edildiğini duyurdu.
Referandumun sonuçlarına ilişkin ilk resmi açıklama Güney Sudanlılarca coşkuyla karşılandı.

Açıklanan ilk resmi sonuçlara, referandumda verilen oyların küçük bir oranını oluşturan, Güney Sudan dışındaki ülkelerde yaşayan Güney Sudanlıların verdikleri oylar dahil edilmedi. Referandumun kesin sonuçlarına ilişkin resmi açıklamanın gelecek ay yapılması bekleniyor. (AA)

23 yaşındaki muhabiri, haberinden korudular

Hükümetin getirdiği ve büyük tartışmalara neden olan alkol yasağı, etkisini göstermeye başladı. Daha önceden bir açıklama yaparak artık etkinliklerine 24 yaşından küçükleri almayacağını söyleyen Babylon isimli işletme, dün bu kuralı uygulamaya koydu. Yasanın uygulanması sonucu ortaya çıkan bu durumun garipliğini ise, Radikal Gazetesi muhabiri Elif Ekinci ise yerinde yaşadı. 23 yaşında olan Ekinci, Oldies But Goldies adlı partiye girmek ve haber takibi yapmak istedi. Fakat, bunda başarılı olamadı.

İşte Elif Ekinci’nin kaleminden yaşananlar:

“23 yıllık kimliğimi çantama atıp olay mahalline doğru yola koyuldum. Partinin başlama saatine doğru, Babylon’un kapısına yaklaşıyorum. Pek kalabalık değil, kapı önünde reddedilmiş 24 yaş altı gençler filan da yok. Ama girişe kocaman bir 24+ tabelası asılmış! Reddedileceğimi bildiğimden girmeye yeltenmiyorum önce. Kapının önünde oyalanıyorum biraz. Kapı görevlileri gelen herkese kimlik soruyor tek tek. O sırada bir “genç” yaşı tutmadığı için içeri alınmıyor. Geri püskürtüleceğimi bilerek yavaş yavaş kapıya yaklaşıyorum ben de. Öyle de oluyor.

“Kusura bakmayın hanımefendi” diyorlar, “sizi içeri alamayacağız.” Olacakları bilmeme rağmen âdettendir diye biraz üsteliyorum, “Ama ben üniversiteden mezun olalı iki sene oluyor, çalışıyorum, muhabirim ve iş için buradayım” diyorum. “Üstelik daha önce girmediğim bir yer de değil” diye ekliyorum. Cevapları değişmiyor. Tıpış tıpış uzaklaşıyorum oradan. Ama eve değil, birkaç kapı ötedeki başka bir bara doğru gidiyorum.

İçkimi içip, ‘alkollü içki markalarının sponsor olmadığı’ bir konser dinliyorum. Ertesi sabah gazeteye geldiğimde, ajanslardan hâlâ yetkililerin “bu uygulamanın hedefi gençleri korumaktır” minvalindeki açıklamaları düşüyor. Akşamdan kalma olduğumdan gülerken başım biraz ağrıyor ama yine de kahkahalarımı bastıramıyorum.

Elif Erdost (Babylon işletme müdürü):
Bu karar, müziği yasaklamak demek. Gençleri müzikten uzaklaştırmak, sosyal hayatı kapatmak. Hiçbir dayanağı olmayan bir tanım. Müdavimlerimizin çoğu da genç, üniversite öğrencileri. Babylon yabancılar için de önemli bir destinasyon. Babylon’un kapasitesi 450 kişi ve ve gelenlerin çoğu neredeyse 100-150 kadarı yabancı gençler. Onları kapıdan geri mi çevireceğim? Bildiğim kadarıyla verilen karara uymazsanız ilk ceza 36 bin TL, ikincisi iki katı. Beş senede de ruhsatınızı kaybediyorsunuz. Burada isyan çıkaracak olanlar hakları ellerinden alınan gençler. ”

(Yeşil Gazete-Radikal)

Mısırlı Kadınlar

Onlar bir devrim yapıyor. Tanklara, silahlara ve polise karşı. Tarihe görsel bir not düşelim istedik…

Cezası yok, nedeni yok; 1 yıldır tutuklu

ODTÜ öğrencisi Hüseyin Edemir 1 yıldır tutuklu… Cezası yok, nedeni yok…  Savcılık 10 yıl önce ele geçirilen bir belgede ismi geçtiği için Erdemir hakkında dava açtı. Mahkeme tutuklu yargılanmasına karar verdi.

31 Ocak 2010′da bir kimlik kontrolünde, bir sol örgüte üye olmakla suçlandığı bir davadan arandığını öğrenen Hüseyin o zamandan beri cezaevinde.

ODTÜ öğrencisi Hüseyin Edemir, okulunu bitirdikten sonra yurtdışında yüksek lisans bursu kazandı. Yüksek lisansını yapan Edemir, Türkiye’ye nişanlanmaya geldiğinde polis tarafından arandığını öğrendi. Tutuklandı ve bir yıldır hapiste.

Hakkında verilmiş bir ceza, bir karar yok. Yargılaması tutuksuz devam edebilecekken Hüseyin tutuklu yargılanıyor; Metris Cezaevi, Tekirdağ ve Edirne F Tipi cezaevlerinin adaletsiz koşullarında 1 yıldır adaleti bekliyor.

Nisan’da ve Ağustos’ta yapılan duruşmalarda tahliye edilmeyen Hüseyin’in bir sonraki duruşması 8 Şubat 2011 salı günü Beşiktaş Ağır Ceza Mahkemesinde görülecek.

Hüseyin Erdemir’in arkadaşları huseyineozgurluk.wordpress.com adresinde Hüseyin’e Özgürlük! kampanyası başlattı.

Hüseyin’den Mektup Var

Tutuklu bulunduğu Edirne F Tipi Kapalı Cezaevi’nde bir mektup kaleme alan Hüseyin Edemir tutukluluk koşullarını ve öyküsünü kamuoyuyla paylaştı…

Merhaba

“Nereden başlasam, nasıl anlatsam” diye düşünüyorum, bir cevap bulamıyorum. Hatta kendi kendime “Anlatsam ne olacak” diyorum. İşin kötüsü de bu. Çünkü bu “kapana kısılmış fare” psikolojisidir, çırpınsa ne olacak, acı içinde inleyip bağırsa ne değişecek! Söz konusu fare bensem o kapanda duramam, durmuyorum. Aslında çırpınıp bağırıyorum. Bağırırken sesim çıkıyor mu yoksa zulüm sağanağında eriyip gidiyor mu, onu bilmiyorum. F tipi duvarları arasında, telleri altında yaşayıp da susmak imkânsızdır. Susamam. Susmak, kendime yapacağım büyük bir haksızlık olur. Sesimi duyar mısınız yoksa gündelik yaşamınız içinde yok mu olur, ya da uzayıp giden tartışmalarınız içinde kısacık bir yer bulabilir mi, onu da bilmiyorum. Ama ben bağırmaya devam ediyorum.

Yaklaşık bir yıldır tutukluyum. Daha bir yıl dolmadan üç farklı hapishane gördüm; Metris Hapishanesi, Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Hapishanesi ve son olarak Tekirdağ’dan zorla / kaçırılarak getirildiğim Edirne F Tipi Hapishanesi. Evet, kaçırıldım. Yani yanlış duymadınız. 31 Aralık 2010 tarihinde, yeni yıla girmeye hazırlanırken bir grup gardiyan hücreye girip beni bir eşya gibi taşıyarak / sürükleyerek ringe attılar. Bana sormamışlardı, haber vermemişlerdi. Ben sorunca da cevap vermediler. Böyle bir uygulamayı insan vicdanına sığdırmak mümkün mü? Hani yeni yıl ya, “ileri demokrasiye” de geçmişiz, böyle bir hediyeyi kim bekler ki? Bu hediyenin herkesin huzur, sağlık, barış dilediği özel bir güne denk gelmesi oldukça manalıdır.

Bununla yetinmeyen Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Hapishane idaresi kaldığım süre içinde defalarca dilekçelerimi, mektuplarımı, yok etmekte hiçbir mahsur görmemiştir. Aklınıza gelebilecek her türlü temel ve insani gerekçeler bir işkence aracına dönüştürülerek hiçbir kural ve sınır tanınmadan uygulandı, uygulanmaya devam da ediyor. Detayına girmediğim, sizlerin tasavvur dahi edemeyeceği onlarca uygulamaya maruz kaldım.

Evet, biliyorum hapishaneler müze oluyor, insanlık onuru adına ziyarete açılıyor. O dönemin koşulları ve tutsakları yeniden “keşfediliyor”. Ama mevcut hapishanelere nedense pek az ilgi gösteriliyor. Ya da hiçbir kimse dönüp de günümüz hapishanelerine bakmıyor, bizleri görmüyor. Belki de görmezden geliniyoruz, ne dersiniz? Bu toplumun aydınlarının, sanatçılarının, yazar-çizerlerinin, bilim insanlarının beni görebilmesi için F Tipi’nde fotoğraflarımın bulunduğu müzeleştirilmiş hücrelerde hatırlanmak istiyorum. Şimdi tam zamanı. Ben, o hücrelerdeki etten-kemikten canlı bir insanken hatırlanmak istiyorum. Zulüm sağanağında adaleti arıyorum, göreniniz oldu mu?

Ben Hüseyin Edemir’im. 2008 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Tarih Bölümü’nden mezun olduktan sonra 2009 yılında şu an öğrencisi olduğum Karşılaştırmalı Türk-Alman Sosyal Bilimler Master Programı’na tam burslu olarak kabul edildim. ODTÜ ve Humboldt Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülen bu master programının ilk yılı Ankara’da, ikinci yılı Berlin’dedir. Ben de öyle yapacaktım ve şu an Berlin’de olacaktım. 2010 yılının yaz aylarında yine program gereği Almanya’da staj yapıp, eğitimime devam edecektim. Sonra da tezimi yazıp ülkeme dönecektim. Yani hayatımın iki yılı planlanmıştı. Ama tutuklandım. Tutuklanmam sadece planlarıma değil, hayatımı da alt-üst etti, hayallerimin üzerine küller serpti.

Birinci dönemi başarıyla tamamladıktan sonra 26 Ocak 2010 tarihinde sömestr tatilini geçirmek ve 6 yıldır sözlü olduğum Sevgi Göğülter ile nişanlanacaktım. Gelir gelmez nişan hazırlıklarına başladım. Kıt-kanaat geçinirken burslarımdan arttırarak biriktirdiğim parayla yüzüklerimizi aldım, hazırlıkları tamamladım. Nişanıma artık saatler kalmıştı.

Mütevazı ama planlı ve mutlu hayatım bir anda kâbusa döndü. 31 Ocak 2010 tarihinde polisin GBT kontrolü sırasında hakkımda arama kararı olduğu gerekçesiyle gözaltına alındım. 1 Şubat 2010 tarihinde çıkarıldığım mahkeme tarafından “örgüt üyesi” olduğum zannıyla tutuklandım.

Tutuklanmama gerekçe olarak iki farklı belgeden bahsediliyor. Bu belgelerden biri 12, diğeri ise 11 yıl öncesine aitmiş. Şimdiye kadar nerede ve niye beklediği belli olmayan belgelerin her ikisi de tahriflerle dolu bilgisayar kayıtlarıymış. 12 yıl öncesine ait olduğu ve Hollanda-Belçika’da ele geçirildiği iddia edilen “belgelerin” belge niteliği şöyle dursun ne olduğu meçhuldür ve daha öncesinde sahte olduğu defalarca ispatlanmıştır. Sahte belgelerin kullanımı, tutuklama gerekçesi yapılması hukukla bağdaşır mı? Sahtekârlıklara rağmen hiçbir somut iddianın ortaya konulamaması oldukça düşündürücüdür.

Tutuklanmama gerekçe gösterilen ve 11 yıl önce Gençlik adlı yasal derginin bürosuna yapılan baskında ele geçirildiği iddia edilen belgelerdir. Bu belgeler de bilgisayar kaydıdır ve tahrifatlarla doludur. Arama usulüne uygun yapılmamıştır. Çok sayıda rapor ve uzman kişi görüşüyle bu belgelerin sahte ve hukuk dışı olduğu ıspatlanmıştır. Ne var ki bu kadar hukuksuzluğa rağmen hâlâ somut bir iddia yoktur.

Sayın savcının iddialarına dayanak olarak gösterdiği bir başka unsur ise gözaltı ve GBT kayıtları. Katıldığım demokratik eylemlerin, öğrenci gösterilerinin polis göndermesiyle bir gerekçe olarak gösterilmesi hukukla bağdaşır mı? Evet ben pek çok demokratik eyleme katıldım, gözaltına da alındım, hakkımda dava da açıldı. Açılan davalardan beraat ettim. Aklıma bir soru geliyor: “önemli olan polis kayıtları mı yoksa mahkeme kararları mı?” Anayasal bir hak olan gösteri ve yürüyüşlerin bu tarz iddialara alet edilmesi adalet ve demokrasi anlayışı ile bağdaşır mı?

Evet eksiksiz, fazlasız, belgeler bunlar ve hakkımdaki iddia benim örgüt üyesi olmam. Bu kadar zorlamaya, hukuk dışılığa rağmen iddiaların tamamı soyut ve mesnetsizdir. Madem şahsımla ilgili ciddi ve orijinal belgeler vardı neden on yılı aşkın süreler sonra ortaya çıktı? Bu süre içinde belgeler “mutasyona uğrayıp” yeni bir form mu kazandı? O dönemim hâkim ve savcıları ile şimdikiler arasında fark mı vardır? Hukuk objektif ve tarafsız değil midir? 10 yılı aşkın süre geçmesine rağmen dosyaya hiçbir yeni bilgi veya belgenin eklenmemesi çok gariptir. 12 yıldır örgüt üyesi olduğum iddia ediliyor ama ortaya tek bir tane bile somut delil konulmuyor, somut bir iddia ortaya atılmıyor.

8 Şubat 2011 tarihinde 3. kez mahkemeye çıktığımda bir yılı doldurmuş olacağım. 27 Temmuz 2010 tarihli 2. mahkememe çıkmadan önce yine bir mektup yazmıştım. Mektubumda hem yargılanma sürecini hem de hukuksuzlukları anlatarak mahkemenin 4 ay 11 gün sonrasına atılmasını eleştirmiştim. Mahkemeden sonra bir sonraki duruşma tarihinin 5 ay 11 gün sonrası olarak belirlenmesi gayet ironik oldu. Bir yılda üç kez mahkemeye çıkmış olacağım ama bir arpa boyu bile yol alınmadı.

Hapishanede geçirdiğim günler kötü muamele ve işkenceye varan uygulamalarla dolup gayrı insani koşullar altında geçti. Bir yıl içinde 3 hapishane gezdirildim. Meclis İnsan Hakları Komisyonu’na, savcılığa ve diğer bütün muhatap makam ve kurumlara defalarca dilekçe ve mektup yazdım. Ne yazık ki herhangi bir cevap bile alamadım. Yargılanma süreci ızdıraba, tutukluluğum ise önlemden çıkıp infaza dönüştü. Tahliyemi istemenin dışında hiçbir şey söylemediğim ilk mahkemede savcı mütalaa verip cezalandırılmamı istedi. Savcının acelesi, mahkemenin sürüncemeli tavrı, mevcut yargı ve hukuk sisteminin bir başka problemi olsa gerek.

Mevcut delil durumu, dava süreci değerlendirildiğinde tutuklanmam için hiçbir hukuki gerekçe yokken hâlâ tutuklu olmama bir türlü anlam veremiyorum. “Önce cezalandırıp sonra yargılayalım” mantığının “kurbanıyım” desem abartmış olur muyum? Abartmıyorum. Tutukluluğum infaza dönüştü. Eğitimim, hayatım, yaşamıma dair her şey alt üst oldu.

Bulunduğum hapishaneden ODTÜ’ye gidip bir sınava girebilmem için binlerce lira ulaşım bedeli ve personel gideri talep ediliyor. Benim bu miktarda bir bedeli ödemem mümkün değil. Şimdiye kadar ODTÜ ve Humboldt Üniversitesi’ndeki derslerimi tamamlamış ve tezimi yazmaya başlamış olacaktım. Oysa ben “demir kapı, kör pencere” arkasındayım. Kaydımı dondurmak zorunda kaldım. İlköğretimden itibaren burslarla okudum ama burslarımın hepsi kesildi, yegâne amacı iyi bir akademisyen olmak olan hayatım kör bir baltayla ikiye ayrıldı ve yarısı karanlığa gömüldü.

Nişanlanacağım gün tutuklanıp hapse konuldum. Nişanımız tarihi belirsiz bir geleceğe ertelenedi. Ben Edirne’deyim, ailem de Ardahan’da olduğu için görüşmek, dayanışmayı sürdürmek imkânsız hale geldi. Yaşadığım F Tipi uygulamaları ve yargılama süreci düşünüldüğünde mağduriyetlerimi onlarca sayfaya sığdırmam mümkün değil. Bu kadar haksız, hukuksuz ve gayrı insani uygulamayı hangi akla, hangi vicdana sığdırabiliriz?

Günümüzde hukuk ve adalet sistemiyle ilgili olarak en üst merci ve hukukçularca hemfikir olunan bir nokta vardır; “adalet sistemi işlememektedir.” Ben ve benim gibi pek çok insanın yaşadığı sıkıntı ve mağduriyetleri doğuran da bu “bozuk adalet düzenidir.” Yargıdaki çarpık yapılanma ve yargılama sürecindeki yanlış içtihatlar tutuklulukları tedbir olmaktan çıkarıp infaza dönüştürüyor. Bundan daha büyük hukuksuzluk ne olabilir ki?

Bu yargılama süreci sonunda ben beraat edersem bütün bu kaybettiklerimin, mağduriyetlerimin telafisini kim nasıl sağlayacak? Hayatımdaki alt üst oluşları, eğitimimi, kaybolan yıllarımı bana kim nasıl verecek? Bu sorunun cevaplarını bilen var mı? Bu cevabı bekleyen benim gibi pek çok insanın olduğunu biliyorum. Ama elimden gelen çok fazla şey yok. Onun için hem kendim, hem de onlar için soruyorum: “Adaleti arıyorum, göreniniz oldu mu?”

Not: Bundan sonra 1 ay boyunca mektup yazmam, mektup almam yasak olduğu için bir süre yazamayacağım.”

(Haber Fabrikası)

Fransa’da Türk ailelere ırkçı saldırı

Fransa’nın Strasbourg kentinin Hoenheim banliyösünde, yan yana evlerde oturan iki Türk ailesi ırkçı saldırıya uğradı.

Irkçı saldırganlar, iki Türk ailesinin kapısını ateşe vermek istedi. Çıkan yangın büyümeden itfaiye tarafından söndürülürken, saldırganların, kapılara gamalı haç çizdikleri ortaya çıktı. Saldırıda kimsenin yaralanmadığı belirtildi.

Ailelerden birisinin karı-koca Türk, diğer ailedeyse erkeğin Türk kadının Fransız olduğu, iki ailenin de ikişer çocukları olduğu bildirildi.

Strasbourg Belediye Başkanı Roland Ries, saldırıyı kınarken, suçluların en kısa zamandan yakalanıp yargıya teslim edilmesini istedi.

Strasbourg’da geçen ay da Öğrenci Kongresi Derneği’nin Strasbourg şehir merkezindeki bürosu, ırkçı saldırıya hedef olmuş, dernek bürosunun kapısı kimliği belirlenemeyen saldırganlar tarafından ateşe verilmek istenmişti.

Büroda bulunan Türk öğrencilerin durumu erkenden fark etmesi sayesinde ateş büyümeden söndürülmüştü. Strasbourg’da ayrıca Odysee sineması müdürü Faruk Günaltay’ın evi ve otomobili, geçen eylül ayında ırkçı saldırganlar tarafından kundaklanmak istenmişti.

Strasbourg kenti ve bölgesinde, daha önce Müslüman ve Musevi mezarlıkları ve ibadet yerleri de ırkçı saldırılara hedef olmuştu. (aa)