Ana Sayfa Blog Sayfa 5132

Contador arayı kapatmaya başladı

0

Fransa Bisiklet Turu’nun Saint-Paul-Trois-Chateaux – Gap arasındaki 16. etabını Norveçli Thor Hushovd kazanırken, Alberto Contador yaptığı atakla Schleck kardeşleri ve Thomas Voeckler’in zaman kaybetmesine neden oldu.

Hushovd, Hesjedal ve Hagen’in önde götürdüğü yarışın son 15 kilometresinde arka grupta ilk atağını yapan son şampiyon Contador’a favori bisikletçilerden oluşan grup cevap verdi. İspanyol sporcu beş kilometre sonra bir atak daha yaptı ve bu sefer grubu silkeledi. Contador’un atağına yalnızca Cadel Evans ve Samuel Sanchez cevap verebildi. Bu üçlü ana grup ile arasındaki farkı zamanla açtı.

İniş bölümünde ise Evans inanılmaz bir performans sergileyerek Contador ve Sanchez’in önüne geçti.

Ön üçlüde son metrelerde Hesjedal takım arkadaşı Hushovd’u taşıdı ve Norveçli, 3:31:38 ile Hagen’in önünde bitişi ilk gören isim oldu. Bu zafer Hushovd’un kariyerindeki 10. etap birinciliği oldu.

Genel klasmanda Thomas Voeckler 69:00:56 ile liderliğini sürdürürken, Cadel Evans bugünkü harika iniş performansı ile Frank Schleck’i geçerek 1 dakika 45 saniye arkadan ikinci sıraya yükseldi. Frank Schleck 1:49 arkadan üçüncü, kardeşi Andy ise 3:03 farkla dördüncü sırada yer aldı. Alberto Contador ise Voeckler ile arasındaki farkı 3 dakika 42 saniyeye kadar indirdi.

Tur bugün Gap – Pinerolo arasındaki 179 kilometrelik tırmanış etabıyla devam edecek.

Muslera transferi resmiyet kazandı

0

Galatasaray bir süredir peşinde olduğu Uruguaylı kaleci Fernando Muslera ile sözleşme imzaladığını resmen açıkladı.

Sarı-kırmızılı kulüp Lazio’da forma giyen Uruguaylı file bekçisi Fernando Muslera ile anlaştığını resmen duyurdu. Galatasaray’ın Kamuoyu Aydınlatma Platformu’na yaptığı açıklama şöyle:

Profesyonel futbolcu Nestor Fernando Muslera ile Şirketimiz arasında varılan mutabakata göre; Futbolcuyla 2011-2012 sezonundan başlamak üzere 5 futbol sezonu için sözleşme imzalanmıştır. Buna göre Futbolcuya her sezon için 2.000.000 EUR ödenecektir.

Ayrıca Futbolcunun federatif haklarında pay sahibi olan Wanderers Montevideo kulübüyle Futbolcunun federatif haklarının tamamen kulübümüze devri karşılığında Wanderers Montevideo’ya 3 yıllık vadeye yayılacak şekilde 6.750.000 EUR miktarında ödeme yapılması konusunda anlaşmaya varılmıştır.

Kürtler çözüm istiyor mu? – Etyen Mahçupyan

Başlıkta yer alan soruyu, işin çok veçheli olduğunu, Kürtlere homojen bir kitle olarak bakılamayacağını vurgulayarak ele almak mümkün.

Çünkü ‘hangi’ Kürtlerden ve ‘hangi’ çözümden söz ettiğimiz belli değil. Ama kimliksel ve kültürel haklar bağlamında ‘Kürtlerin’ mağduriyetlerinin apaçık bir durum olduğunu, bu sorunun eşitlik ve özgürlük temelinde bir çözüm gerektirdiğini söylemeyi engellemiyor. Bunun nedeni Kürt kimliğinin bizatihi siyasi anlam taşıması ve heterojen Kürt toplumunu tek bir siyaset etrafında bloklaştırmasıdır. Bu gelişme, Kürt toplumunda farklı siyasetlerin olmadığı anlamına gelmiyor. Ama söz konusu siyasetlerin ana siyasi akım karşısında anlamsız hale geldiklerini veya kolaylıkla dışlanabildiklerini gösteriyor. Böylece Kürt kimliğini temsil ettiği varsayılan ana siyasi akım, gerçek temsil yeteneğinin ötesinde bir güç kazanıyor ve Kürtlerin taleplerinin akıbeti bu siyasi hareketin niyetine, basiretine, maharetine ve ideolojik konumuna bağımlı hale geliyor.

Böylece başlıktaki soru da farklı bir içerik kazanıyor, çünkü şimdi ‘Kürtler’ dediğimizde ana akım Kürt siyasetini, yani PKK’yı kastetmiş, ‘çözümden’ bahsettiğimizde de PKK’nın çözümden ne anladığı ve onu nasıl kullanmak istediğiyle bağlantılı bir sorgulama yapmış oluyoruz. Kürtlerin heterojenliği siyaseten anlamını yitiriyor, çünkü diğer Kürt siyasetlerinin sessizliği, edilgenliği veya ezilmişliği, PKK’yı ‘Kürtler’le siyaseten özdeşleştiriyor.

Bundan yüz yıl kadar önce, 2. Meşrutiyet sonrasında Ermeniler eşitlik ve özgürlük taleplerini yükselttiklerinde de ortada inanılmaz heterojenlikte bir Osmanlı cemaati vardı. Dış ve iç Ermeniler, Doğu ve Batı Ermenileri farklı pozisyonları temsil etmekteydiler. Ayrıca cemaatin içinde siyasi uzantıları olacak şekilde kentli/taşralı ve üst/alt sınıf ayrımları yaşanmaktaydı. Bunların üstüne Kilise’nin ayrı konumu ve siyaseti bulunmakta ve sivil siyasetlerle arasına mesafe koymaktaydı. Nihayet siyasetin kendisi de aralarında anlaşamayan üç temel parti ve bir dizi hareket tarafından bölünmüştü. Ancak bugün geriye bakıldığında sadece Taşnaklardan söz ediyoruz. Yani 1910 yılında bile hâlâ Ermeni toplumunun yüzde 5-10’unu temsil eden bir partiden… Çünkü Ermeni kimliğini siyasi bir özne olarak kullanan parti o oldu ve siyaseti ile tüm Ermenilerin kaderini büyük çapta etkiledi.

O dönem ‘Ermeniler’ çözüm istediler ama ne konjonktür ne de muhatap açısından uygun koşullar yoktu. Böylece İttihatçılar devletin orantısız gücünü kullanarak işi soykırıma kadar götürdü. Ama bu sonuç Taşnak siyasetini sorumsuz kılmıyor… Siyaset her durum ve koşulda kendi hedeflerinize gitmenin yollarını bulmak anlamını taşıyorsa, Taşnakların yanlış değerlendirmeler yaptığını ve yanlış muhataplarla yanlış siyaset arayışlarına girdiklerini de teslim etmek gerekiyor.

Bugünün ‘Kürt sorunu’ ile, geçmişin ‘Ermeni sorunu’ arasında açık bir paralellik bulunmakta. Buna karşılık koşullar açısından olağanüstü farklar da var ve mesele Kürt siyasetinin bunu ne denli değerlendirebileceğidir. Diğer taraftan kendimizi kandırmayalım… Türkiye devletinin son yıllara kadar benimsediği ve hayata geçirdiği siyaset bellidir: Yok sayma, baskı uygulama ve kimliksel aşağılama… Kürtlerin bütün bir toplum olarak ve bireysel açıdan tek tek az veya çok mağdur olduklarını inkâr etmek mümkün değil.

Bu durumda siyaseten karşımızdaki soru şudur: Kürtler hak ettikleri çözümü nasıl sağlayacaklar? Bunun için uygun bir küresel konjonktür ve uygun zihniyet ortamı lazım. Yani eşitlik ve özgürlük taleplerini duyan, onları haklı ve meşru bulan bir çevre. Bugün bu koşullar fazlasıyla mevcut. Ancak bir diğer koşul daha var: Doğru siyaset…

Dolayısıyla önümüzdeki soru şuna dönüşüyor: Acaba bu koşullarda ve zihni ortamda hangi siyaset Kürtlerin haklarını almalarını sağlar? Siyaset ise kendi muhatabıyla birlikte tanımlanır ve bugün çok elverişli bir ortamda bulunuyoruz. Birincisi, askerî ‘çözümün’ başarısız kaldığını ordu bile kabullendi. İkincisi, Kürtlere yapılmış olanlar herkesçe bilinmekle kalmıyor, bunları artık Türk milliyetçileri bile savunamıyor. Yani psikolojik üstünlük Kürt siyasetinde. Üçüncüsü, KCK davalarının kasıt ima eden muğlaklığı, devlet politikalarının meşruiyet zeminini zedelemiş durumda. Dördüncüsü, YSK’nın Hatip Dicle’ye yönelik tavrı devletin ahlaki tutumunu da sorguya açmakta. Bunların arkaplanında ise tarihsel önem taşıyan üç kritik etken daha bulunmakta: İslami kesim zihnen demokratlığa doğru adım atıyor, Türkiye’nin bölgesel hayalleri çözümü dayatıyor ve de iktidarda Türk milliyetçiliğine mesafe alabilecek bir parti var.

Hiçbir dönemde bu kadar uygun koşul bir arada olmadı. Hedeflerine ulaşmak isteyen bir Kürt siyaseti sizce nasıl davranırdı? Örneğin silah bırakmadan sınır dışına çıksa ve sürekli ateşkes ilan ederek devleti siyasetle, kamuoyuyla ve dünyanın vicdanıyla karşı karşıya bıraksaydı ne olurdu? Muhtemelen devlet bu çok yönlü sivil baskıya direnemez, AKP daha cesur hale gelir ve en uç talepler bile normalleşirdi…

Şimdi asıl soruya gelelim: Acaba PKK niye bunu yapmıyor? Eğer bir bölümü yapmıyorsa, acaba niçin diğer bölümü kendisini farklılaştıracak bir duruş sergilemiyor? Son eylemlerin detayları bir yana, acaba Kürt siyaseti toplumun genelinde yerleşmekte olan olumsuz algıyı kırmak için niçin adım atmıyor? BDP’nin kişiliksizleşmesi, siyasetten uzaklaşması ve şiddetin uzantısı konumuna yerleşmesi, acaba Kürt siyasetini niçin rahatsız etmiyor?

Kısacası acaba gerçekte ‘Kürtler’ çözüm istemiyor mu? Yoksa bütün bunlar bir başka tarihsel ahmaklık örneğinden mi ibaret?

‘Hâlâ Umut Var Kardeşim!’- Oya Baydar

 

Yıllar önce, nükleer savaşın sonunu anlatan çok etkileyici bir film izlemiştik: Buradan Ebediyete Kadar. O unutulmaz filmin, bir son sahnesi vardır: Nükleer felaket bütün dünyada hayatı yok etmiştir. Radiasyon dalgalarının ulaşmasına sadece birkaç saatin kaldığı uzak bir ülkede, annelerinin kucağında minicik bebeklerden bastonla yürüyen yaşlılara kadar bütün insanlar, görevlinin önünde sıra olmuş, ölümü acısız kılacak intihar haplarını beklemektedirler. Bu yaşayan ölüler, haplarını ve rahibin takdisini alıp ağır ağır geçip giderlerken, arka planda, ağaçlar arasına gerilmiş dev bir pankartın üzerinde “Hâlâ umut var kardeşim” yazısı okunur.
Umutsuzluğu, çaresizliği ve insanın ölüme giderken bile umuda olan ihtiyacını bundan daha iyi anlatan bir sahne düşünemiyorum. Son günlerin acılı gelişmeleri ve Kürt sorununda varılan noktada, üzerinde “Hâlâ umut var kardeşim yazılı”,  yarısı yırtılmış o bez parçası sanki kafamın içine gerilmiş gibi.

Tam da, belki de birşeyler değişir, güç ve sancılı da olsa barışçı çözüme doğru adım atılabilir, bu yolda bazı işaretler de var, Türk kesiminin eli mahkûm, Kürt siyasi hareketi de ovada demokratik sivil siyaset yapmayı yavaş yavaş öğreniyor diye düşündüğümüz bir dönemde, zaten su alan teknemiz birden alabora oldu. Ne iktidar ne de muhalefet partilerinin artık oy kaygısı, seçim propagandası gibi mazeretlerin arkasına sığınabilecekleri seçimleri izleyen günlerde, başta iktidar partisi olmak üzere tekmil Türk siyaset erbabının sorunun özünü anlayamadıkları, anlasalar bile tutucu-milliyetçi damarlarının çözüme engel olduğu, barış alfabesinin a’sını bile okuyamadıkları, uzlaşma ve diyalog nedir bilmedikleri ve kolay kolay da öğrenemeyecekleri iyice ortaya çıktı. Aynı döneme rastlayan provokatif eylemler, saldırılar, operasyonlar, ölümler, kışkırtmalar, içten müdahaleler BDP’nin silahın vesayetini taşımayan barışçı demokratik siyasete girebilmesini engelledi. Ve sonra 14 Temmuz geldi: O meşum gün…

Türkiye’yi çok derinden sarsan, şer odaklarını harekete geçiren, Türk milliyetçiliğini azdıran ve örgütlü şekilde saldırganlaştıran karanlık Silopi katliamı gerçekleştirildi. Şimdi herkes, her taraf, suçu üstünden atabilmek, cinayeti ötekine yüklemek için; kendi haklılığını göstermek, haksızlığa ve saldırıya uğrayanın kendi örgütü, kendi askeri, kendi varlığı olduğunu cümle aleme duyurmak için; kendi ideolojik siyasi hattını, kendi savaşını yandaşlarına benimsetmek, safları sıklaştırmak, daha da kötüsü ötekine karşı bilemek, saldırganlaştırmak için, en hafif niteleme bilgi kirliliği yaymak ve yalana dayalı propaganda olabilecek bir psikolojik harekâta girişmiş durumda.

Çuvaldızı Kendimize Batırırken…

Türk devleti, AKP iktidarı, CHP, MHP ve diğerleri, ana akım Türk medyası, Türk yargı sistemi, Türk şovenizmi bu köşede defalarca ele alındı, eleştirildi, sergilendi. Yani kendi tarafıma çuvaldızı batırmaktan çekinmedim. Gerçek bir barışçıysam ve yazılarıma “vicdan yazıları” başlığı koymaya cüret ediyorsam, şimdi de son olaylar üzerinden iğneyi Kürt hareketine batırmaya cesaret etme zamanıdır.

Önce bir itiraf: Kürt arkadaşlarım yeterli saymasalar, beğenmeseler, zaman zaman kızsalar da , Kürtlerden yana tarafım ben. Çünkü elli yıllık sol geçmişimde, ahlâkımızın ve ideolojimizin emri hep mağdurlardan yana olmaktı. Mağdur olmanın tek başına haklılık doğurup doğurmadığı, mağdurun gün geldiğinde zalimden zalim olabileceği apayrı bir konu. Evet; peşinen söyleyeyim Kürtlerden, Kürt hareketinden yana tarafım. Ama son günlerdeki eylemler, Kürt silahlı hareketinin ve bazı liderlerinin buram buram savaş dili kokan, şiddet ve çatışma güzellemesi taşıyan açıklamaları, bu açıklamaların veya eylemlerin zamanlaması; bunlara teorik kılıf olarak, silahlı hareketin en yetkili ağızlarından yansıyan ve ne yazık ki dünyanın, bölgenin, ülkenin sosyo-politik gerçeklerini asla yansıtmayan, ninem zamanından kalmış ezberler, işte tam da bu nedenle: yani barıştan, demokratik çözümden ve bu çözümün hepimiz ama asıl Kürtlerden yana olmasını istediğimden beni hayal kırıklığına uğratıyor, inandırmıyor, aklımı, vicdanımı doyurmuyor. Burada bir yanlış var, diye düşünüyorum,  Türkiye demokratik kamuoyuyla birlikte (ki bir avuçtur aslında) çözüme geniş bir vizyonla, savaş dilini susturarak yürümeyi -bu zor olanı- denemek yerine, kitleleri kışkırtacağı besbelli adımları peş peşe atarak, bu ülkenin Kürt, Türk bütün barışçılarını, demokratlarını, özgürlükçülerini köşeye sıkıştırmayı siyaset sayan zihniyete güven duymuyorum.

Bir çatışma varsa, birileri birilerini öldürüyorsa, orada iki taraf vardır. Bugüne kadar, devlete, hükümete, TSK’ya karşı, “operasyonlar dursun” diyen  kaç yüz bildiri hazırladık, imzaladık, barışçı çözüm için kaç toplantı düzenledik, kaç toplantıya katıldık. Başımıza ne gelir, ne olur diye düşünmeden tabu konuları, Kürt halkının eşit yurttaşlık haklarını yıllardır sadece siyasi bir tavır olarak değil ahlaki ve vicdani bir ilke olarak savundum, savunduk. Kürt halkının hak taleplerini ve mücadelesini (kendi kaderini tayin ve ayrılma hakkı da dahil) savunmada hiç ikircimli davranmadım, davranmadık. Şimde de bir adım bile gerilemiş, sapmış değilim bu siyasi, ahlaki, vicdani konumumdan.

İşte bu yüzden, içinde çırpındığımız dramatik durumda, bizden 7 kişi değil sadece 2 gerilla öldü, ama biz “onları” ne biçim temizledik, on üçünü birden indirdik anlamına gelen savaş dilini kullanan resmi ağızlardan,  Türk milliyetçiliği ve militarist Türk savaş baronlarıyla yarışmaya çıkan Kürt savaş lobisinden iki sorunun cevabını bekleme hakkını kendimde görüyorum.

Önce kolay bir soru: Operasyonlara karşı kendinizi savunmak zorundasınız, o operasyonlar zaten sizleri provoke etmek için, bugünkü ortamı hazırlamak için yapılıyor. Peki şehrin ortasında iki assubayı ensesinden kurşunlamak, ikisi asker biri sağlık görevlisi üç kişiyi kaçırmak, sonra da Türk ordusu neden bunları aramıyor, neden ilgilenmiyor diye gel gel yapmak nedir? Hele de son olarak Bayık’ın ağzından yayımlanan, “kaçırılan iki subayın ölümünden sorumlusunuz” sözleri, benzer eylemlere devam edileceği tehdidi… Ne yapılmak isteniyor?

İkinci ve daha önemli soru:  Bu kadar çelişik ifade, bilgi, açıklama arasında; bir yandan BDP Meclis’e girebileceği, Ekim ayında yemin edebileceği sinyalleri verirken, öte yandan DTK demokratik özerklik ilan ederken  (bu kargaşa içinde pratikte hiçbir geçerliliği olmayan karmakarışık hamasi bir propaganda metni),  tartışmasız önder kabul edilen Öcalan Barış Konseyi için devletle anlaştığını bildirirken, Kandil’den ya da her neredense Bayık savaşın devam edeceği tehditleri savururken siz ne yapmak, neye ulaşmak istiyorsunuz?  Ya da, siz kimsiniz, hangisisiniz? Yanınızda yer almış Türkiyeli demokratlar, barışçılar, ya da vicdanlarının sesini dinleyen sade insanlar olarak bilmek hakkımız değil mi?

“Kürt halkı ne istiyor?” diye soranlara eskiden ben de kızardım. Zaman zaman bazı zikzaklar da olsa talepler belliydi, haklıydı, tutarlıydı; kimileri anlamak istemiyorlardı sadece. Ama bugün, kimin ne dediğinin, ne istediğinin belirsizleştiği, Kürt siyasi hareketinin bir kanadının söylediğini ötekinin tekzip ettiği öyle bir kargaşa var ki, benim gibi komplo teorilerinden falan da anlamayan, derinlerden istihbarat sızdıramayan biz sıradan faniler anlamakta güçlük çekiyoruz.

“Bizim işimize karışmayın, bizi bölmeye çalışmayın” falan demeyin. Kendini aynı gemide hisseden gerçek dostlar, gemi batarsa kendilerinin de boğulacağını bildiklerinden soru sorma, anlamaya çalışma, gereğinde eleştirme hakkına sahiptirler. Birlikte yürüyebilmek için monolog ve dayatma yetmez, diyalog gereklidir.

Çözümsüzlük noktasına gelinen, 20 yıl öncesine dönülen şu karanlık günlerde, Sezen Aksu’nun o güçlü sözleriyle, “açık bir yara gibi” hissediyorum kendimi. Yıllardır barış umuduyla yaşayan, barış için karınca kararınca elini taşın altına sokmaktan çekinmemiş olan bizim gibiler, işte böyle acılı ve çaresiziz.  Buradan Ebediyete Kadar filminde, son insanlar da ölüme giderken başları üzerinde sallanan “Hâlâ umut var kardeşim” yazısındaki ironi gündelik yaşamımızın parçası oldu. Bu noktaya varılmasında, hepimiz, en başta da Kürt siyasal ve silahlı hareketinin çeşitli kanatları kendi paylarını gözden geçirmek zorundalar. Kendi hattını hareketini değerlendirmek, kendisiyle yüzleşmek mayın döşemekten, pusu kurmaktan, adam öldürmekten daha fazla cesaret ister bazen. Kol kırılır yen içinde kalır özdeyişine de fazla itibar etmemek gerekir çünkü yen içinde kalan yaralı, kırık kol bir süre sonra cerahatlenir, kangren olur ve bünyeyi ölüme sürükler.

Oya Baydar – www.T24.com.tr

Fazıl Say’ın yeni konçertosu

Ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say, yeni eseri “Hayyam Klarnet Konçertosu”nun dünya prömiyerini, bu yıl Türkiye’nin konuk ülke olduğu Schleswig-Holstein Müzik Festivali’nde yaptı.

Kiel kentindeki “Schloss K 17” konser salonunda düzenlenen etkinlikte, “Hayyam Klarnet Konçertosu” Işın Metin yönetimindeki Bilkent Senfoni Orkestrası eşliğinde klarnet sanatçısı Sabine Meyer tarafından seslendirildi. İzleyiciler eseri, uzun süre alkışladı.

Konserin ikinci bölümünde besteci Ulvi Cemal Erkin’in “Köçekçe” adlı eseri icra edildi.

Konseri, Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi Ahmet Acet, Schleswig-Holstein eyaletinin Eğitim ve Kültür Bakanı Ekkehard Klug, Hamburg Başkonsolosu Devrim Öztürk, festivalin Organize Komitesi Başkanı Rolf Beck ve Schleswig-Holstein Müzik Festivali Derneği Başkanı Eva Albers ve çok sayıda müziksever izledi.

İbrahim Akın: “Psikolojik baskı nedeniyle suçu kabul ettim”

Şike soruşturması kapsamsında tutuklanan futbolcu İbrahim Akın, yaptığı yazılı açıklamada, “Savcılıkta uygulanan psikolojik baskı nedeniyle gerçek olmamasına rağmen suçu kabul etmiş bulunmaktayım” dedi.

Şike soruşturması kapsamsında tutuklanan futbolcu İbrahim Akın, avukatı  Hakkı Kurtuluş aracılığıyla yazılı bir açıklama yaptı.

Basında yer alan ‘Şikeyi İbrahim Akın itiraf etti’ şeklinde çıkan haberler üzerine açıklama yapmak zorunda kaldığını ifade eden İbrahim Akın açıklamasında, “Savcılık sorgum esnasında soruşturma savcısı Mehmet Berk’in şike olayını itiraf etmem halinde tutuklanmayacağım yönündeki beyanları ve uygulamış olduğu psikolojik baskı nedeniyle gerçek olmamasına rağmen suçu kabul etmiş bulunmaktayım. Emniyette vermiş olduğum ifadede açıkça reddettiğim hususların savcılıkta kabul edilmiş olmasını temel sebebi bahsetmiş olduğum psikolojik baskıdır. Konuyla ilgili itirazlarımı ve savunmamı yargılama aşamasında yapacağımı ve gerçek dışı iddiaların tamamını reddettiğimi saygılarımla kamuoyunun bilgilerine sunarım” ifadelerini kullandı.

İsrail askerleri Fransız gemisine çıktı

İsrail komandoları Yunanistan’dan yola çıkan ve bu sabah Gazze’ye yaklaşan yardım filosuna ait Fransız gemisine çıktı. Geminin İsrail’in Aşdod limanına çekileceği belirtiliyor.

İsrail askerleri, Gazze filosuna katılan gemilerden Fransız bandıralı “Onur-El Karame” gemisinin kontrolünü ele geçirdi.

İsrail ordusundan yapılan açıklamada, Onur El Karame gemisinin ele geçirilmesi sırasında direnişle karşılaşılmadığı kaydedildi.

Onur-El Karame, Gazze yolunda İsrail gemileri tarafından kuşatılmış, Gazze rotasının değiştirilmemesi üzerine İsrail Genelkurmay Başkanı Beni Gantz, “harekete geçilmesi” talimatı vermişti.

Geminin İsrail’in Aşdod limanına götürülmekte olduğu bildirildi.

13 kişi taşıyan gemi, Gazze’ye yaklaşınca dört İsrail savaş gemisi tarafından kuşatma altına alınmıştı. Gemi, Gazze’ye yardım filosunda yer alan ancak Yunanistan’dan yola çıkarak Gazze’ye 50 mil yaklaşmayı başaran tek gemi oldu.

Fransız gemisi Onur-El Karame’de 13 eylemci ve gazetecilerin bulunduğu belirtildi.

Gemideki 13 kişinin sosyal paylaşım sitesi Twitter’dan Fransızca ve  İngilizce olarak, geminin gece durduğunu, morallerinin iyi olduğunu belirttiği kaydedildi. (Ajanslar)

St. Pierre Kilisesi restore ediliyor

0

Hristiyan aleminin önemli sembollerinden biri olan ve Vatikan’dan sonra Hristiyanların ikinci hac yeri unvanını taşıyan Hatay’daki St. Pierre Kilisesi’nin restorasyonunun yapılacağı bildirildi.

Valilik Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğünden yapılan yazılı açıklamada, yaklaşık 10 bin metrekare alanı kapsayan ve içerisinde kafeterya, danışma, slayt odası, otopark, yürüyüş yolları, giyinme-soyunma odaları ve satış ünitelerinin yer alacağı çalışma kapsamında St. Pierre Kilisesi’nin eski tarihi dokusu içerisinde önemine uygun bir çevre düzenlemesine kavuşması ve inanç turizminin gelişmesine katkı sağlamasının hedeflendiği kaydedildi.

İhalesi geçen yıl Ocak ayında yapılarak proje yapım işine başlandığının ifade edildiği açıklamada, çalışmayla tarihi ve kültürel anlamda sayısız değerlere sahip olan kentin, turizm alanında hak ettiği yere ulaşması için büyük bir hamle yapıldığı belirtildi.

Açıklamada, yerli ve yabacı konukların uğrak yerlerinden biri olan St. Pierre Kilisesi’nin, restorasyonu ve çevre düzenlemesinin ardından kente, cazibe merkezi olma yolunda ivme kazandıracağı vurgulandı.

ÖSYM LYS sonuçlarında da mı hata yaptı?

ÖSYM 23 gün geçmesine rağmen LYS sonuçlarını açıklamadı. Sonuçların perşembe günü açıklanması bekleniyor. Gecikmeyle ilgili ortaya şu iddia atıldı: Meslek liselilerin yerleştirme puanlarına ek puanın eklenmesi unutuldu.

Beş oturumda yapılan Lisans Yerleştirme Sınavı (LYS) 26 Haziran Pazar günü Fen Bilimleri (LYS-2) testi ile tamamlandı. Bu sınavın üzerinden 23 gün geçmesine rağmen sonuçlar açıklanmadı.

Dün ısrarlı sorular üzerine ÖSYM’nin internet sitesinden akşam saatlerinde yapılan duyuruda sonuçların 21 Temmuz Perşembe günü saat 14.00’te açıklamasının “planlandığı” ifade edildi. Geçen yıl son sınavdan 18 gün sonra sonuçlar açıklanmıştı.

Sonuçların gecikmesiyle ilgili bir iddia ortalığı karıştırdı. İddiaya göre yerleştirme puanları hesaplanırken meslek liselilerin Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanları’na (AOBP) eklenen “ek puan” unutuldu ve hesaplamalar tekrar yapıldı, gecikmenin nedeni de “bu unutkanlık” oldu. Ancak bu iddiaya ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ali Demir de ÖSYM yetkilileri de sessiz kaldı.

18 GÜNDE AÇIKLANMIŞTI
Haberturk’ün haberine göre, YGS’de şifreleme skandalı yaşanmış, savcılık soruşturması nedeniyle YGS sonuçlarının açıklanması da gecikmişti. Kopya çekildiğinin tespit edilemediği YGS’nin ardından yapılan LYS sonrasında yerleştirme puanlarının geçen yıla göre “çok daha erken açıklanacağı” özellikle vurgulanmıştı. ÖSYM, medyaya yansıyan “sınav sonuçları hafta sonu en geç pazartesi günü (dün) açıklanacak” haberlerinden de rahatsız oldu. Bu haberlerin kaynağının kurum olmadığını söyleyen yetkililer, “Nereden çıktı bu haberler, biz açıklama yapmadık” diye tepki gösterdi.

‘HATA EK PUANDAN’
Bu arada ortaya atılan bir iddia, yeni bir skandalın da habercisi oldu. İddiaya göre sonuçların geç açıklanmasının nedeni, meslek lisesi mezunlarının yerleştirme puanlarının hesaplanmasında yapılan bir hatadan kaynaklanıyor.

YERLEŞTİRME PUANI NASIL HESAPLANIYOR?
Yerleştirme sonuçları hesaplanırken adayların puanları 3 şekilde hesaplanıyor. Bunlardan biri, alanlarındaki tercihlere göre AOBP’ları 0.15 ile çarpılıyor, diğeri alan dışı tercihler için AOBP 0.12 ile çarpılıyor. Eğer aday meslek lisesi mezunu ise kendi alanında programları tercih ederken kullanması için yerleştirme puanına 0.06 puan ekleniyor. İddiaya göre ÖSYM, meslek lisesi mezunlarının ek puanlarının eklenmesinde hata yaptığı ve sonuçlar yeniden hesaplandığı için açıklamanın geciktiği yönünde. ÖSYM yetkilileri, bu iddiayla ilgili sorularımızı yanıtsız bıraktı.

‘ŞİFRELİ’ YGS DE GECİKMİŞTİ
Geçen yıl Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) 11 Nisan’da yapılmış sonuçları da 19 gün sonra 30 Nisan’da açıklanmıştı. Bu yıl ise şifre skandalıyla gündeme gelen YGS, 27 Mart’ta yapıldı, 34 gün sonra 28 Nisan’da da sonuçları açıklandı. (Ajanslar)

Savcılık Ali Demir için Danıştay’a başvurdu

ÖSYM BAşkanı Ali Demir için YÖK’ten soruşturma izni alamayan savcılık, Danıştay’a başvuru yaptı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, “YGS’deki şifre” iddialarıyla ilgili Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK), “ÖSYM Başkanı Ali Demir hakkında soruşturma izni verilmemesine ilişkin kararının kaldırılması” istemiyle Danıştay’a başvurdu.