Ana Sayfa Blog Sayfa 4582

Kazdağları yanıyor

Söndürme çalışmalarını yerinde yöneten Balıkesir Valisi Ahmet Turhan, şiddetli rüzgar sebebiyle yangının kontrol altına alınamadığını belirtti.

Ekiplerin zor şartlar altında çalıştığını kaydeden Turhan, büyüyen yangının etkilediği alanın 200 hektara ulaştığını ve halen durdurulamadığını ifade etti.

Bölgeye Balıkesir İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü’nden ekipler ile olası zehirlenme ve yaralanmalara karşı çok sayıda ambulans gönderildi.

Yangın söndürme çalışmalarına Balıkesir Orman Bölge Müdürlüğü’nün talebi üzerine, Bursa, İzmir ve Çanakkale’den gelen ekipler de katılıyor.

Öte yandan Havran’ın Tepeoba ve Kalabak köyü sakinleri köylerin üzerine duman çökmesi ve yangının konutlara ulaşma ihtimaline karşı alabildikleri eşyalarını alarak evlerini terk etti.

Yangının Kalabak ve Temaşalık köyü ile Havran ilçe merkezini de tehdit etmeye başladığı öğrenildi.

Yangının bu bölgeye sıçramaması için ekiplerin yoğun mücadelesi devam ediyor.

Çocuk kitaplarındaki hayvanlar: İnsan yavrularının ahlâki eğitimi

Bir süredir bol bol çocuk kitabı okuyorum. Üstelik her kitabı sadece bir kere değil, tekrar tekrar okumak durumundayım. O yüzden iyi kitapla kötü kitap arasındaki farkı yaratan ayrıntılar her okuyuşta daha çok dikkatimi çekiyor. Çocuk kitapları büyüklerin dünyasına has pek çok sorun barındırıyor. En başta zararsız görünen bu kitapların aslında ciddi ahlâki meselelerde çocukları nasıl yönlendirebileceğini fark ediyorum.

En baştan söyleyeyim: Kötü kalpli cadıları ve sonunda karnına taş doldurularak bir kuyuda ölüme terk edilen kurtları anlatan kitapları zaten satın almıyoruz. Cici prenses masallarına ve aylak aylak dolaşıp “kahramanlık” yapan prenslere de karnımız tok. O yüzden bu yazıda anlatacaklarım bunlar değil.

Bu yazıda hayvanlı çocuk kitaplarında hayvanların nasıl ele alındığı üzerinde duracağım. Bu esnada kendimce iyi ve kötü bulduğum birkaç kitabı da tanıtacağım. Hayvan deyip geçmeyin; çünkü günümüzde birçok çocuk, ilk ahlâk derslerini genellikle hayvan suretinde çizilmiş hikâye kahramanlarından öğreniyor. Hemen hemen bütün hikâyeler hayvanlar aracılığı ile anlatılıyor. Şu an evimizdeki kitaplardan yüzlerce hayvan figürü taşıyor.

Hayvanlı kitapları iki temel kategoriye ayırmak mümkün.

1- İnsanlaştırılmış hayvanlar. Genellikle bu cins kitaplarda, hayvanlar hakkında uydurulmuş birtakım nitelikler insan dünyasına naklediliyor: kötü kalpli kurt, ormanlar kralı aslan, sinsi çakal, sevimli panda gibi. Benzer şekilde, hayvanlar arasında (birçoğu yanlış bilgiye dayanan) çeşitli hiyerarşiler de insan toplumuna yansıtılıyor, insanlar arasındaki hiyerarşiyi doğallaştırmak için kullanılıyor. Biz her ne kadar mesela tutumlu olmayı öğretmeye çalışan bir kitap okuduğumuzu zannetsek de, çizilen hayvanlar çocukların suratına evvela güçlü ve güçsüz arasında bir fark olduğunu bağırıyor.

2- Bir de gerçek hayvanlar var. Gerçek, yani üstüne binilen, eti yenen, eve alınan hayvanlar… Bunlar genellikle seyir zevki verecek şekilde hep tatlı tatlı gülümserken çiziliyor. Haliyle kitaplarda ne fabrika usulü çalışan mezbahaların ne tavuk çiftliklerinin ne de vahşi hayatın neredeyse tükenmiş olmasının bahsi geçiyor. Bütün çiftlik hayvanları neşe içinde, bütün aslanlar ve zebralar özgürce koşuyor. Diğer bir deyişle, hayvanların hayvan olarak gösterildiği durumda bile gerçekçilikten söz etmemiz mümkün değil. Muhtemelen tüm bu kitapların amacı çocukların hayvanlara karşı bir yakınlık duymasını sağlamak.

Ancak, hayvanlara olan bu yoğun ilginin çoğu durumda hayvan sevgisi aşıladığından şüpheliyim. Karşıdaki varlığı kendi vehimlerimize alet eden tuhaf hikâyeler var karşımızda. Bu halleriyle çocuk kitapları aslında yabancılaşmanın, sömürünün ve adaletsizliğin örneklerini sunuyor.

Bir örnek vererek başlayalım: Pati Eğitim Gereçleri’nin bastığı Evcil Hayvanlar Şarkı Söylüyor isimli kitap. Sesli bir kitap bu. Düğmeye basıp kedi, kuş, köpek sesi dinleyebiliyorsunuz. Kapağında küçük bir kız çocuğu var; bir köpeğe sarılmış, bize bakıyor. Kitap güya hayvanları sevdirecek.

Konusu kısaca şu: Bir kız evde çok sıkılıyor, hiç arkadaşı olmadığı için annesine dert yakınıyor. Annesi kıza meyveli yoğurt veriyor, sonra galiba yoğurt kesmeyince kızı alıp bir petshop’a götürüyor. Hayvanlar kafeslerin arkasında “neşe” içinde sesler çıkarıyor. Düğmelere basıp sesleri dinliyoruz. Kız acaba kedi mi alsa yoksa bir kuş mu? Hayır, bir köpekte karar kılıyor. Para verip dükkândan dışarı çıkıyorlar. Son cümle şu: “Cemre bu sürprizi babasına göstermek için sabırsızlanıyordu.”

Hikâyenin hemen arkaplanına bakalım. Bugün İstanbul’da yüzlerce “petshop” var. Burada hayvanlar daracık kafeslerde satışa sunuluyor. Biraz büyüyen hayvanlar satılmayacağı için hemen elden çıkarılıyor. (Çünkü sadece yavrular “sevimli” oluyor, bir de biraz büyüyen hayvanların bir karış yerde akli dengesibozuluyor). Elden çıkarmak derken: Petshop hayvanları ya öldürülüyor ya da ücra bir köşeye salıveriliyor.

Bugün İstanbul’a yakın ilçelerde yüzlerce hayvan yaşıyor, cins hayvanlar…  Trakya’da gittiğim şehirlerde bu hayvanları gördüğümde çok şaşırmıştım: Kasabın önünde et kovalayan bir dalmaçyalı! Onlarca köpekten oluşan sürüler akşam şehirlere iniyor, kimi zaman insanlara saldırıyordu. Oralarda herkes biliyor sebebini: İstanbul’da satılamayan hayvanlar bunlar. Üniversitedeki öğrencilerim ise Sabiha Gökçen Havaalanı yakınlarında yüzlerce yavru köpeğin boş bir arazide ölüme terk edildiklerine şahit olmuşlardı. Sebep gene aynı.

Ancak köpeği sokağa salıverenler sadece dükkân sahipleri değil; hevesi geçmiş tüketiciler. Bir hayvana bakmanın ciddi bir sorumluluk gerektirdiği bu kitapta hiç konu edilmemiş. Kızın bir anlık can sıkıntısı yapılan alışverişle gideriliyor. Eğer kız köpeğine bakamazsa, köpeğin yaşamı sokakta, muhtemelen bir arabanın altında son bulacak. Canı sıkılan apartman çocukları heveslerini alsın diye canlar heba olacak. Şu an ne yazık ki bir hayli yaygın bir durum bu.

Burada anlatılan hayvan sevgisi değil; pis bir ticarete hayvanların alet edilmesi. Kitap çocuklara evvela şunu gösteriyor: Biz insanlar diğer canlıları oyun arkadaşı olarak kullanabiliriz. Parayla onları satın alabilir, kafeslerde besleyip evde eğlence maksadıyla barındırabiliriz. Kısaca bu kitapta ne bir köpeğe bakmanın zorluğu ne de onunla kurulan insanca bir ilişkinin emaresi var.

Çocukların zihinleri büyüklerinkinden daha farklı işliyor. Biz “doğru mesajlı” kitapların genellikle iyi olduğunu düşünürüz. Oysa bu her zaman geçerli değil. Çocukların bir hikâyede dikkatini çeken hususlar, her zaman büyüklerin vermeye niyet ettikleri mesaj olmuyor.

Çocuk hikâyelerinin çoğunda (diğer hikâyelerde olduğu gibi) genel bir çatışma havası hâkim. Başkahraman biriyle kıskançlık, alay, beceriksizlik, dâhil edilmeme türünde bir sorun yaşar. Çeşitli olaylardan sonra sorun çözülür, arkadaş olunur, beraber oynanır vs.

Çocuklar hakkında yapılan araştırmalar, çocukların kitabın sonundaki doğru davranıştan ziyade kitap boyunca gösterilen çatışmayı daha çok hatırladığını ortaya koymuş.[1] Yani aklında fenalık olmayan bir çocuğa önce on sayfa boyunca ne tür fenalıklar yapılabileceğini gösteriyoruz, sonra tek bir sayfada fenalığın kötü olduğunu anlatıyoruz. Çocuklar olaylarla sonuçlar arasında bizim kurduğumuz (ya da varsaydığımız) bağlantıları kurmadığı için hikâyeler genellikle hedeflenen amaçları karşılamıyor.

Net Yayıncılık’tan çıkmış Şirin Ördek kitabı buna bir örnek. Şirin ördek sudan, hattâ yağmurdan korkuyor. Kardeşleri ise onunla dalga geçiyor. Kitabın büyük bölümü bu korkuyu ve korku yüzünden ördeğin yaşadığı zorlukları anlatıyor. Son sayfada yanlışlıkla suya düşen ördek korkusunu yeniyor.

Sonuçta sudan korkmanın gereksiz olduğu söylenmiş oluyor. Fakat tüm kitap boyunca çocuğa gösterilen şu: Diğerlerine uyum sağlayamayan, arkadaşlarının yaptıklarını yapamayanlarla alay edilir. Araştırmalar, özellikle küçük çocukların mantık yürüterek, ders çıkararak değil; tekrar tekrar gösterilen örnekleri taklit ederek öğrendiğini söylüyor. O anlamda Şirin Ördek isimli kitap, tek satırlık yalapşap bir mesaj vereceğim diye kitabın genelinde biriyle nasıl alay edileceğini ve zayıf olmanın neye benzediğini gösteriyor.

Herkesin yaptığını yapmaya çalışmak gerçekten şart mı? Tamam, ördeğin doğası yüzmek; ama biz biliyoruz ki burada ördeklerden bahsetmiyoruz. Bir konuda diğerlerinin yaptığını yapamamak neden alay konusu oluyor? Hızlı koşamayanlarla, soruları hızlı çözemeyenlerle, pahalı bisiklete binemeyenlerle alay mı edilir? Daha önemlisi, bu alaylara maruz kalmamak için diğerleri gibi mi olmak gerekir?

Final Kültür Sanat Yayınlarından çıkmış (bu iddialı isimlere bayılıyorum) Salyangoz Simsim hikâyesinde aynı soruna başka bir cevap veriliyor. Kitapta bir kelebek, bir arı, bir uğurböceği ve bir salyangozun arkadaşlığı anlatılıyor. Beraber gezintiye çıkıyorlar. Diğerleri daha hızlı olduğu için (uçabiliyorlar) salyangoz hep geride kalıyor. Arkadaşlıklarının temel faaliyeti salyangoza pek uygun değil.

Birgün gene arkadaşları önden basıp gidiyor; ama yolda kayboluyorlar. Salyangoz geriden geliyor. Arkasında bıraktığı yaldızlı iz sayesinde hep beraber evin yolunu bulmayı başarıyorlar. Salyangoz Simsim günü kurtarıyor. Bu kitabı ilk okuduğumda, “ne güzel, farklı hayvanlar bir şekilde arkadaş olabiliyor, ilk anda zayıf gözükenin bile bir güçlü özelliği var,” diye düşünmüştüm. Fakat tekrar tekrar okudukça bu ilk fikrim değişti.

Takıldığım husus şu: Diğerleri kendini kanıtlamak zorunda değil; çünkü zaten onlara uygun olacak şekilde vakit geçiriliyor. Salyangoz, zamanın büyük bölümünde yalnız başına geriden geliyor. Sonra da günü kurtarması için fazladan bir işe yaraması gerekiyor. Verilen mesaj şu: Maddi eşitsizlik karşısında dahi kendini kabul ettirmek öncelikle zayıfa düşer.

Peki ne olabilirdi? Mesela salyangozun arkadaşları, hepsinin beraber katılabileceği bir oyun geliştirmeye yeltenebilirlerdi. Kitap, ortak noktalarını arayan birkaç hayvanı konu edinebilirdi. Uyum sağlamanın şart koşulması yerine, bu uyumun nelere dayandığı sorgulanabilirdi. Kendini bir başkasının yerine koymak gösterilebilirdi.

Ama hayır! “Toplumda herkesin bir işlevi var; hattâ en işe yaramaz gözükenin bile” şeklinde özetlenebilecek hiyerarşik toplum modeli tekrar gözümüze sokularak sağduyu doğrusu haline getiriliyor. Birileri arkada kalıyor; ama oynadığımız oyunlar hiç değişmiyor. Hayattaki karşılığı ne? Diğerlerine uyum sağlamak! Ama peki ertesi gün ne olacak?

İnsanın sosyalleşmesi denen süreç uyum sağlamasını gerektiriyor, bu doğru. Bir yandan da kendi benliğini diğerlerinden ayırt etmesi gerekiyor. Hem uyum sağlamak hem de kendini diğerlerinden ayırabilmek, hakkında uzun uzun düşünmemiz gereken çok temel insani sorunlar. İkisinde de içerik bir hayli önem arz ediyor. Diğer bir deyişle, uyum sağlamak genel bir tema olarak sunulamaz; neye uyum sağlandığı (veya sağlanmadığı) hakkında anlamlı bir içerik oluşturmak gerekiyor. Böyle düşününce, Salyangoz Simsim kitabında bir uyum hikâyesi değil; çoğunluğun azınlığı peşinden sürüklemesi anlatılıyor aslında. Üstelik uyum sağlanacaksa bile bunun öncelikle azınlıkta olanın vazifesi olduğu söyleniyor.

Bir de varlıkları yoklukları pek bir önem arz etmeyen hayvanlar var. Varlık sebepleri bize gıda vermek, yün vermek, dostluk vermekten ibaret “faydalı” hayvanlar bunlar. Örnek olarak Timaş Çocuk’tan çıkan Boni isimli ayının serüvenlerine bakalım.

İlginç bir kitap Boni. Yazısı yok, sadece resimlerden oluşuyor. Amaç, çocuğun kendi aklından bir hikâye uydurması. En azından diğer kitaplardaki çeviri kokan kötü Türkçe burada karşımıza çıkmıyor. İşin aslı, Boni serisi genel olarak bir hayli başarılı. Şiddet içermiyor, çatışma üstüne kurulu hikâye örgülerinden ziyade gündelik olaylar konu ediliyor, güya iyiyi anlatmak maksadıyla kitabın önemli kısmında kötü örnekler sergilenmiyor.

Ancak gene de burada paylaşacağım bir detay, bana üçüncü sayfa haberlerini çağrıştıracak derecede rahatsız edici geliyor. Boni Özverili Davranıyor başlıklı kitapta Boni bir başka ayıyla yan yana balık tutuyor. Bir balık, ikisinin oltasına birden takılıyor. Boni ve diğer ayı hayvancağızı bir süre sağa sola çekiştiriyor. Ölü hayvanın başında hangisinin onu alması gerektiğini tartışıyorlar. Boni özverili davranıyor, balığı diğerine hediye ediyor.

Benim burada ilgimi çeken kitabın verdiği “görme eğitimi”. Boni bir ayı, yani kitabın kahramanı bir hayvan. Onunla özdeşlik kurmamız bekleniyor. Fakat bu esnada kitaptaki bir diğer hayvanla kurulabilecek özdeşlik yok sayılıyor; zira balık basit bir nesne haline gelmiş. Boni ölse muhtemelen üzülecek olan çocuktan, orada ölmüş bir başka canlıya karşı hissiz kalması bekleniyor.

“Sonuçta bir hayvan ölmüş” deyip geçemeyeceğimizi söyledik. Burada sadece hayvanlardan bahsetmiyoruz; bu kitaplar yoluyla çocukların hayata nasıl bakacağını öğretiyoruz. Hem de güya en zararsız araçlarla. Televizyonlarda tepelerine bomba yağan insanları büyük bir umarsızlıkla seyredebilen bir canlı türüyüz. Bu sadece hafızamızın kısıtlı olmasından kaynaklanmıyor; seçici şekilde umursamaz olmak konusunda sıkı bir eğitimden geçiyoruz. Mesela Hollywood filmleri gerçek savaşları (güya) taklit ederken aynı zamanda şiddeti bir gösteriye dönüştürüyor. Ölenlerin bedenine acı çekmeden bakabileceğimiz birtakım seyirci konumları oluşturuyor. Görmenin, bir şeye bakmanın kendi ideolojik arkaplanı var.

Bir çocuk gibi düşünmeye çalıştığımız zaman Boni kitabı bir hayli tuhaf aslında. Yerde ölmüş bir hayvan var ve iki tane ayı onu paylaşmaya çalışıyor. Pedagoglar, çocuklara ölümü anlatmanın ne kadar incelikli bir iş olduğu konusunda birsürü laf ediyor; ama burada hiçbir önem arz etmeyen bir ölüm, pat diye çocuğun gözüne sokuluyor. Onun da büyükler gibi bunu normal bulacağı varsayılıyor.

Burada ölümü doğallaştırmıyoruz; çünkü ölümü hayata dâhil etmek bambaşka bir sanat. Biz böyle hikâyelerle ölümü nesneleştiriyoruz. Kimilerinin ölümünün önemsiz olduğunu öğreniyoruz. Dünyaya o şekilde bakmayı öğreniyoruz. Amerikan filmleri gibi: Film boyunca birsürü Üçüncü Dünyalı/Canavar ölür; ama biz bir Amerikalı’nın ölümüne ağlamak zorunda kalırız. Ayrımcılık dediğimiz, kör bir taraftarlık dediğimiz, yabancılaşmak dediğimiz bütün melanetler çocuk kitaplarına işte böyle sızıyor.

Peki iyi kitaplar da var mı? Evet, var! Her okuduğumda daha çok hayran olduğum kitaplar var. Üstelik beğenmemin sebebi yetişkin dünyasına hitap eden doğru mesajlar vermeleri değil… Çocuk kitabı öncelikle çocuklara ulaşabilmeli, büyüklere değil. Bunun yolu belki de büyük gibi düşünmemekten, nesnelere yeni bir gözle bakabilmekten, bilindik çatışma ve dram hikâyelerinden uzaklaşabilmekten geçiyor.    Tekrar tekrar okurken fark ediyorum güzel kitapların neden güzel olduğunu…

Julia Donaldson tarafından yazılan, Axel Scheffler tarafından çizilen bütün kitapların hayranıyım. Özellikle Yıldırım Türker tarafından Türkçeleştirilen ve Popcore tarafından basılanlar gerçekten harika. Mesela Nohut Oda Bakla Sofa yahut Süpürgede Yer Var mı? hikâyeleri…  Aslında basit bir formül kullanıyorlar: Anlattıkları hikâyeleri birinin birine verdiği zarar üstüne kurmuyorlar. Kitabın çoğunu olumsuz duyguların temsiline ayırmıyorlar. O yüzden sonunda uyduruk bir çözüm bulmaya da gerek kalmıyor. Yardımlaşmayı ya da paylaşmayı anlatmak için illa ki paylaşmayı bilmeyen bir “kusurlu” karakter yaratmıyorlar. Mesela Kasabanın En Şık Devi (İş Bankası Kültür Yayınları) bütün güzel kıyafetlerini ihtiyacı olanlara dağıtıyor. Hikâye bundan ibaret.

Böyle diyerek kitaba haksızlık etmeyeyim; çünkü hikâye o kadar zarif ki… Mesela her ihtiyacın giderilmesi aynı zamanda hayal gücü gerektiriyor: Devin ayakkabısı bir fareye ev oluyor, kemeri çamurdan geçemeyen köpeğe köprü… Her nesne bir başka işe yarayabiliyor. Üstelik dev, yaptığı iyilikler karşılığında hazine bulmuyor, verdiklerinin karşılığını misliyle almıyor. Paylaşmak için bir ödüle gerek var mı gerçekten? Sonunda daha fazlasını alacağımızın bir garantisi verilebilir mi?

Çok önemli ahlâki bir sorunun en temeline iniyor bu çocuk kitabı. Diğer kitapların ödül ve cezayla dolu dünyasından bambaşka bir dünya sunuyor. Küçük çocuklara sadece güzel örneği gösteriyor. Bunu yaparken de şart koşmuyor, beklenti yaratmıyor, karşılık gözetmiyor, krallık vaat etmiyor. Bir zıtlık yaratmak adına birini kötülemiyor.

Aklıma yeğenimin soruları geliyor: Bir kitap okurken veya bir oyun oynarken devamlı iyilerin ve kötülerin kim olduğunu soruyor bana. Tavla pullarıyla “aşırtmaca” oynarken dahi… Çünkü her iyi karakterin karşısında bir de kötü gerekirmiş gibi bir algısı var. Bu tarz bir zihinsel süreçlerden beslenen pek çok güncel politik tartışma geliyor aklıma. Bu bağlantıları kurmayı okuyucuya bırakıyorum, ben çocuk kitaplarıyla devam ediyorum.

Bir başka Donaldson-Scheffler kitabı: Zogi. İçinde bir ejderha, prens ve prenses geçmesine rağmen bambaşka bir hikâyesi var. En sonunda prenses, prens tarafından “kurtarılmayı” reddediyor. Kendisi için savaşmaya hazırlanan ejderha ve prense şöyle bağırıyor: “DURUN, sizi şapşallar! Dünyada zaten yeterince kesik, yanık, yara bere var. Kurtarma beni! Geri dönüp bir prenses olmayacağım. O süslü püslü, aptal elbiseler içinde sarayda salınıp durmayacağım. Doktor olmak istiyorum ben, dere tepe dolaşıp insanların dertlerini dinlemek, onları iyileştirmek istiyorum ben.”

Anadolu Kültür’ün bastığı çift dilli kitaplar bir başka örnek. Deli Sivrisinek benim favorim.

Mavibulut bu işi layıkıyla yapan bir başka yayınevi. Anne Ben Kimim? kendi çocukluğumdaki kitaplar da dâhil olmak üzere okuduğum en güzel kitap. Mimi küçük bir kız. Neler olabileceği üstüne hayaller kuruyor. Bizim öğretim sistemimize taban tabana ters hayaller bunlar. Sonunda sevginin en güzel örneklerinden biri veriliyor

İngilizce bir kitap, umarım Türkçe’ye de çevrilir. Peter Horn ve Cristina Kadmon’un When I Grow Up kitabı… Ben Büyüdüğümde… diye çevrilebilir. Bir baba-oğul kaplumbağanın geleceğe dair kurdukları hayalleri anlatıyor. Çocuk en sonunda meslek olarak baba olmaya karar veriyor. Ne hayvan hiyerarşisi ne de kötülük yapma peşinde hayvanlar var kitapta.

Daha en başta dediğim gibi çocuk kitaplarındaki hayvanlar genellikle insan toplumunun ahlâki sorunlarının tartışıldığı birer paravan olarak kullanılıyor. Her durumda, bugün çocukların dünyasında hâlâ büyük oranda kahramanlık-başarı-evlilik hikâyeleri hâkim. Ben bu yazıda bunlara değinmedim bile.

Bir noktanın altını yeniden çizme ihtiyacı hissediyorum. Büyüklerin bakıp algıladıklarıyla çocukların gördükleri örtüşmeyebilir. Biz on yıllarca birtakım saçmalıkları doğallaştırıp görmemeye alışıyoruz. O yüzden bazı detaylar bize önemsiz gözükebilir. Çocukların gördüğünden başka sonuçlara ulaşabiliriz. Ancak çocuk zihninde henüz bizdeki kalıplar gelişmemiş.

Belki biraz da bu yüzden bize doğru gelen yöntemler sürekli yanlış sonuçlar veriyor. Bir kitap “zalim olmak kötüdür” mesajı vermeye çalışsa da aslında çocuğa dünyanın zıtlıklardan oluştuğunu, belli tiplerin (mesela kurtların) kötülüğe yatkın olduğunu, farkların sabit olduğunu ve mazlumun her zaman kazandığını öğretiyor. Oysa bu mesajların hiçbiri doğru değil.

Sonuçta hayatı boyunca insanları tipine göre ayıran, hiyerarşi düşkünü, dünyaya iyiler (örneğin Türkler) ve kötüler (örneğin Ermeniler) gözlüğüyle bakan, yani henüz çocuk kitaplarının etkisinden kurtulamamış bir toplum çıkıyor karşımıza. En basit zalimlikler çocuk kitapları gibi zararsız görünen araçlarla nesilden nesile aktarılıyor

[1]-Po Bronson ve Ashley Merryman (2009), Nurture Shock: New Thinking About Children.

 

Sezai Ozan Zeybek

ozanoyunbozan.blogspot.com/

 

 

 

Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) ile Yeşiller Partisi birleşiyor. – Aydın Engin

 

 

Eğer bu “birleşme” daha önce benzerlerini çok görüp yaşadığımız, kapalı kapılar ardında “Yönetimde beş senden, sekiz benden, iki de ordan burdan” pazarlıkları ile kotarılan, bir de her iki taraftan olmayan namlı bir başkan adayında uzlaşıp kurulacak bir parti olaydı ne bu yazı yazılırdı ne de bu satırlarının yazarının umurunda olurdu. Kanımca soldaki irili ufaklı (aslında “ufaklı”) partilere birinin daha eklenmesinden ibaret olurdu ve bana kalırsa doğmadan ölmüş olurdu.

 

Oysa izleyebildiğim kadarıyla olabildiğince açık bir tartışma ve tanışma ortamında, “Bize bir parti lazım, o da bu gece lazım” aceleciliğine kapılmadan, iskemle dağılımı pazarlığını değil ilkeleri öne çıkaran ve hiç de kısa olmayan bir süreç yaşandı. Sanırım önümüzdeki ay(larda) bu birleşmenin adı konacak; dahası her iki parti saflarında yer almamış kimi sosyalistleri de kucaklayacak.

 

Sonrası ne olur?

 

Bilmiyorum. Bilen olduğunu da sanmıyorum. Bir başarı elde edilecekse, AKP’nin katlanılmaz ve kabullenilemez “otoriter ve dayatmacı iktidar” zihniyetini engelleyebilecek bir caydırıcı güç oluşacaksa bu ancak bu parti saflarında yer alanların çabalarıyla, siyasal düzlemdeki bilgi, birikim, hüner, sabır ve çalışkanlıkları ile mümkün. Ancak tersi olur ve bunların üstesinden gelinemezse İçişleri Bakanlığı raflarında kayıtlı çok sayıdaki “Olsa da olurdu, olmasa da olurdu” partilerden birine dönüşür.

 

Peki bu doğumu çok yaklaşmış bebeğe umut bağlanabilir mi ?

 

Bu soru bugünden cevaplanamaz.

 

Eğer AKP iktidarına sahici bir demokrasi arayış ve kültürü ile karşı çıkacak, bunu sürekli kılacak, siyasal islamcı vesayete olduğu kadar burnu çok sürtülmüş de olsa beli henüz kırılmamış askeri vesayete de açıkça karşı çıkan bir başka siyasal güç olaydı “Ne lüzum var şimdi yeni bir partiye” denirdi.

 

Keza siyasal ve toplumsal duyarlıklarını AKP karşıtlığıyla sınırlamayıp başta emekçi sınıflar olmak üzere toplumun etnik, dinsel, cinsel ve kültürel yüzünden mağdur edilen kesimlerin sesi, sözü ve örgütü olabilecek bir siyasal partiye sahip olaydık birleşmek üzere olan EDP ve Yeşiller’e dönüp “Gidin gücünüzü, enerjinizi, birikiminizi o siyasal partiyle, hareketle birleştirin, güçleri dağıtmayın” denirdi ve haklı olunurdu.

 

Keza solculuğu, Marksizmi alışılmış ezberlerin içine hapsetmemiş; sınanmış ve sınıfta kalmış “parti modelleri”nin ötesine geçmeyi “günah” bellememiş, tüm insanlık için öngördüğü özgürlüğü, parti içinde de olanca zenginliği ile ete kemiğe büründürmeye kararlı bir partimiz olaydı sanırım ne Yeşiller ne EDP yeni bir parti kuruluşu için kolları sıvarlardı.

 

Ama 2012 Türkiye’sinde öyle bir parti ya da siyasal hareket yok. (“Var” diyen önce kendini inandırsın, sonra beni, bizi…)

 

*  *  *

 

Bitirmeden birkaç kişisel not:

 

EDP’nin kuruluş aşamasında aklımın erdiği, gücümün ettiği, dilimin döndüğünce etkinlik gösterdim. Ancak partinin “resmi” kuruluşuna bir gün kala EDP’de yer almayacağımı açıkladım.

 

Yeni bir sol parti kuruluşunu bir “meydan okuma”, adı konmadan kullanılan “Yeni sol” kavramının zorunlu olarak içermesi gereken ilkelere ödünsüz uyma olarak kavrıyorum. Oysa “Aman gecikiyoruz” aculluğu ile “solun en geniş kesimlerini kucaklama” adına “yeni sol”la uzaktan yakından ilişkisi olmayan yaklaşımları huy edinmiş, partiyi tanımlayacak ilkelerde dayatmacı bir anlayışla “Ya böyle olur ya da biz yokuz” diyen, kanımca siyaset sahnesinde aşırı kirlenmeye uğramış kesimlerle birlikte olmak eğilimi ağır bastı. En azından benim değerlendirmem böyle oldu ve EDP’de yer almadım.

 

Ardından köprülerin altından epey su aktı. Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğini, Dersimliliğini pek önemseyenler, sosyal demokrat hareketi alışılmış ve kanımca çoktan aşılmış yöntemlerle yürütmek isteyenler EDP’den koptular. Bu kopuşun parti içinde de çalkantılar yarattığını sanıyorum. Ama yine de EDP’nin omurgasını oluşturan ve kendilerini “Özgürlükçü sol” olarak tanımlayanlarla Aleviliğini ya da CHP-SHP’li kökenlerini öne çıkarmak yerine “solculuğu, demokratlığı, özgürlükçülüğü ve zorlu bir süreçte mağdurların yanında saf tutmayı” yeğleyip EDP’de kalanlar o fırtınalı günleri atlatmayı başardılar ve partilerini bugünlere taşıdılar.

 

Ben geçen süreyi ve süreci EDP’nin kuruluşu için kollar sıvandığı günlerdeki ilkelere bir dönüş ve arınma dönemi olarak kavrıyorum.

 

Birkaç cümle de Yeşiller üstüne. Çok yakından izlemedim. Ama izlediğim kadarıyla Avrupa’daki yeşil hareketlerin “çocukluk hastalıkları”nı , onlardan daha kısa sürede aştılar. EDP ile aynı çatı altında buluşma kararı bile bunun yeterli kanıtı.

 

Kaldı ki “Kalkınma, ne pahasına olursa olsun kalkınma; insandan önce kalkınma” diye isterik çığlıklar atan bir siyasal iktidarın üstümüze çöktüğü bu ülkenin çevre duyarlığını öne çıkaran yeşil harekete ekmek kadar, su kadar ihtiyacı olduğu kanısındayım.

 

Sonuç:

 

“Kürt sorunuymuş, kadın sorunuymuş, erkek egemen toplummuş, dinsel, cinsel ve etnik nedenlerle mağdur edilenlerin sorunuymuş. Boşverin, bunların hepsi devrim olunca çözülür” deme ezberciliğini ve saplanmışlığını aşan sosyalistlerle “Çevreye zarar veren her şeye karşı çıkarım. Ötesi seni ilgilendirmez” mızmızlığından sıyrılmış Yeşillerin, bu iki küçük (hatta çok küçük) partinin birleşmesini önemsiyorum.

 

Son bir not: Bu yazı “umut saçmak” amacıyla yazılmadı. Bir sınavı, çok zorlu bir sınavı ve bir meydan okumayı vurgulamak için yazıldı ve sadece bunun için yazıldı.

 

Aydın Engin – www.t24.com

 

AKP’li vekil: Zorunlu askerlik kalkmalı

TBMM – NATO Parlamenterler Asamblesi (NATOPA) Türk Grubu Başkanı ve AKP Aksaray Milletvekili Ali Rıza Alaboyun, zorunlu askerlik uygulamasının bir an evvel kalkması gerektiğini ifade etti.

Alaboyun, yaptığı yazılı açıklamada, son yıllarda yaşanan olayların ve Afyonkarahisar’daki patlamanın Türkiye’de zorunlu askerlik uygulamasını masaya yatırmayı zorunlu kıldığını belirterek, ”Türkiye zorunlu askerlik uygulamasından bir an evvel vazgeçerek yerine çağdaş ve demokratik ülkelere olduğu gibi askerliğin kariyer meslek olarak yapıldığı, tamamı gönüllülerden oluşan yeni bir yapılanmaya gitmelidir” görüşünü savundu.

Türkiye’nin, demokratikleşme ve şeffaflaşmaya rağmen ordu ve askerlik konularının konuşulmasının hala tabu olduğu ülke konumunda bulunduğunu ifade eden Alaboyun, bu tabu nedeniyle üniversitelerde ordunun yapısı, askerlik, terörle mücadele gibi konularda akademik çalışmalar yapılamadığı ve uzmanlaşmanın olmadığını kaydetti.

‘BEDELİ YOKSULLAR ÖDÜYOR’
NATO ülkeleri içinde zorunlu askerliği en katı uygulayan ülkelerin Türkiye ve Yunanistan olduğunu vurgulayan Alaboyun, ”İnsanımız askerliği, ‘her Türk gencinin yapması gereken vatan borcu’ olarak görmesine rağmen bu borcun daha çok alt gelir grubu insanlar tarafından ödendiğini görmekteyiz” dedi.

‘SİSTEM TIKANMIŞ DURUMDA’
Askerlik çağına gelmiş her gencin askere gitmesini mecburi kılan zorunlu askerlik sisteminin tıkanmış durumda olduğunu ileri süren Alaboyun, ”Türkiye, içinde bulunduğu ve terörle mücadele ettiği coğrafyayı dikkate alarak askeri yapılanmasını yeniden ve hızlı şekilde ele almalı. Kararlı duruş ve bir takım düzenlemelerle zorunlu askerliği tamamen kaldırabilecek altyapı oluşmuştur. Gönüllülerden oluşan profesyonel orduya geçiş sürecinde harcamalarda kısmi artışlar olmuşsa da daha sonra sistemin oturmasıyla ABD dahil bir çok NATO ülkesinde savunma harcamaları ve personel giderleri aşağıya çekilmiştir” görüşünü belirtti.

www.demokrathaber.net

 

Akkuyu raporunu devlet bile eleştirdi – Mehveş Evin

Çevreciler, muhalifler ve sivil toplum, nükleere karşı oldukları için “istemezükçü” olarak yaftalanır… Ancak neden karşı oldukları atlanır! Sıkı durun: Akkuyu nükleer santrali için Rosatom’un hazırlattığı  ÇED başvuru dosyası o kadar eksik, yanlış ve gayrı ciddi ki, devletin kurumları bile önemli uyarılarda bulunmuş.
Hatırlatma yapalım: Prosedür gereği Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) raporuna dair ilgili kurum ve uzmanların görüşlerine başvuruyor. Masamda duran yaklaşık 200 sayfalık dosyada tüm bu yazışmalar yer alıyor.
Bazı kurumlar, mesela Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, “ilave edilecek bir görüşümüz yok” şeklinde görüş belirtmiş. Yahut Kültür ve Turizm Bakanlığı, bölgenin herhangi bir turizm merkezi sınırının içinde kalmadığını beyan etmiş…
Ancak haricindeki pek çok kurum, rapordaki eksikliklere, yanlışlara dikkat çekmiş. Buna Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Nükleer Enerji Proje Uygulama Dairesi Başkanlığı ve TAEK  (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) dahil!

TAEK’ten kritik sorular
Her şeyden evvel Akkuyu raporu, en önemli sorulara cevap vermiyor. Mesela, bölge halkı ne kadar radyasyona maruz kalacak? Radyasyon ölçümleri nasıl yapılacak? İnanabiliyor musunuz, hiçbiri belli değil! TAEK, raporda bulunmayan fakat yanıtlanması elzem soruları tam altı sayfada sıralamış. Yanıt bekleyen sorular, kısaca şöyle:
–  Radyasyondan korunma ve nükleer güvenlik nasıl sağlanacak?
–  Nükleer santral için bir acil durum planı var mı?
–  Radyolojik izleme planı var mı? Ölçüm nasıl yapılacak?
–  Tesisin radyoaktif yakıt yönetimi nasıl olacak? Atıklar nasıl (ve nereye) taşınacak, nasıl depolanacak ve en önemlisi, nasıl bertaraf edilecek?
–  Bölge halkı radyasyona ne şekilde maruz kalacak?
–  Bu tesiste kaza olmaması için ne gibi önlemler alındı?
–  Akkuyu’daki “en büyük” kazada ortaya çıkan senaryo nedir?
–  Tesis işletmeden nasıl çıkarılacak? (Not: Bir nükleer santralin ömrü 40 yıldır. Kurulması kadar kapatılması da ciddi bir iştir.)
–  Projenin alternatifleri ne?

Deprem analizi eski
Aslında sadece bu işin 1 numaralı otoritesi olan TAEK’in yukarıdaki maddelerine bakarak, Akkuyu için hazırlanan raporun ne kadar hayati sorulara yanıt vermediğini anlayabilirsiniz… Keşke bununla kalsa!
Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü, dosyada sunulan bilgilerin jeoloji, hidrojeoloji, ve doğal afet durumları açısından, özellikle tektonik ve tsunami başlıklarında “yetersiz” bulmuş… ODTÜ Jeoloji Mühendisliği’nden Prof. Erdin Bozkurt, dosyada sunulan tüm “depremsellik” bilgilerinin 1990 öncesi raporlara dayandığını belirtiyor. Bu nedenle güncel bir jeolojik çalışma ve fay haritasının çıkarılıp dosyaya eklenmesi gerektiğine işaret etmiş.
Rosatom’un Worley Parsons Nuclear Services ve Dokay Çevre Mühendisliği şirketine hazırlattığı Akkuyu raporu, tam anlamıyla içler acısı. Çevre ve atık yönetimiyle ilgili uzman görüşlerine giremedim, o da yarına…

 

BU SORULARA YANIT VERİN!
Devletin başvurduğu kurum ve uzmanlarının, Akkuyu ÇED dosyasında yanıt bulamadıkları sorular:
–  Doğal afet planı nedir?
–  Planlanan VVER tipi reaktörler dünyada kullanılıyor mu?
–  Jeolojik etüt raporu neden dosyada yok?
–  Santralin denetlenmesi için gereken, ancak Türkiye’de bulunmayan eğitimli kamu personeliaçığı  ne olacak?
–  Santralin işletmesi için gerekli (özel) yakıtın üretimi Rusya’da mı yapılacak?
–  Türkiye’de uranyum zenginleştirme tesisi kurulacak mı?
–  Reaktör, bir saldırı karşısında nasıl korunacak?
–  Nükleer santralin civarında yaşayan halkın sağlık araştırması (kanser vakası gibi) raporda neden yok?

 

Mehveş Evin – Milliyet

 

Afyon’da yıkılan duvarlar

Toplumsal tartışmaların gelip tıkandığı yerler, direnç noktaları vardır. Toplumda geniş kesimlerin ortaklaştığı (varsayılan) savlar, yargılar ve değerlerin kesişim noktalarıdır bu eşikler.

Eşitliğe karşı tahakkümü, özgürlüğe karşı baskıyı, barışa karşı savaşı devam ettirmek isteyenler bol bol yararlanırlar bu direnç noktalarından. Tekrarlana tekrarlana, kafalara kaktırıla kaktırıla “hikmetinden sual olunmaz, tartışılmaz mutlak gerçekler” haline getirilmeye çalışılan böylesi önyargılar üzerine inşa ederler kara propagandalarını; tahakküm, baskı ve savaştan faydalanan zalimler.

Sorgulayanlara “hain” denmesi de bundandır. Korkarlar kara propagandaların sahibi zalimler. Korkarlar çünkü bilirler, o eşikler çok kırılgandır. İnsanlar zulmü, sömürüyü, riyakarlığı gördükçe biriktirirler gizli saklı bi’ yerlerde öfkelerini. Büyür de büyür o tepki. Bir gün biri çıkar, yürekleri parçalayan bir feryat koyuverir, son damla da düşer o gizli-saklı bi’ yerlerde biriktirilen öfkelere.

Eşik kırılıverir. Hakikatin, vicdanın, doğrunun önünde darmadağın olur kara propagandacıların zalim kandırıkçılıkları.

Türkiye’deki o eşiklerden biri de, hiç kuşkusuz, “şehitler ölmez-vatan bölünmez”le “vatan sağolsun” nidaları. “Devletimiz muktedirdir” dayılanmaları. “Ölenlere rahmet, yakınlarına başsağlığı” sahtelikleri.

Zorla emrine soktuğu, eline cebren silah tutuşturduğu, güya “emanet aldığı” insanların ölümlerini “deftere atılmış bir çentik daha” hesabıyla tutanların kara güneş gözlükleri arkasından ezbere söylediği rahmet dualarından, verdiği taziye mesajlarından hangisi gerçek, içten, samimi olabilir ki? Üzülüyormuş gibi bile yapamayan, “hata yaptık” demekten aciz, gülünç kibirleri yüzünden sonuna kadar ve tartışmasız haksızken bile “bizi yıpratmayın” mesajı verenlerin, son cümlelerinin en sonuna sıkıştırdıkları “Şehitlerimize rahmet…” dilekleri riyakarlığın canlı-kanlı örnekleri değilse nedir?

Zaten hemen ardından “yakınlarına sabır…” derler. “Sabredin, biraz daha ölün. Yeter ki bize başkaldırmayın, sizi sömürmeye devam edelim.”

“Sabredin, ölmeye devam edin.”

Hepsi yalandır. Koca birer yalan. Ve bunu herkes bilir. Bildiğinin henüz farkında olmasa da bilir. Bildikçe de o gizli-saklı bi’ yerlerde habersizce biriktirdiği öfkesine katık yapar.

“Millet olarak birlik beraberlik içinde olmamız gereken…” yalanı papağan gibi tekrarlandıkça sulanır, anlamsızlaşır, sinir bozucu olmaya başlar.

Eşiği, direnci ayakta tutan duvar çatlamıştır. Patlamak üzeredir.

***

Türkiye’deki toplumsal durumu, “ben ve habitus’um” dışında olanların halet-i ruhiyelerini takip etmek için kullandığım yöntemlerden biri de şu: Habertürk’ün sayfasına girer, bu bahsettiğim eşiklerle ilintili önemli olayların haberlerini bulmaya çalışırım. Her defasında başarılı olduğum söylenemez, zira Habertürk’ün doğru düzgün habercilik yaptığı sık sık görülen bir durum değildir.

Nispeten iyi yapılmış bir haberlerini bulduğumda ama, hemen oturur, altına yazılan okuyucu yorumlarını okurum. Kimi zaman yüzlerceyi bulur bu yorumlar. Üşenmem, okurum. Yorumlara yapılan yorumlar, okuyucular arasında geçen kısa tartışmalar misal, benim için bulunmaz nimettir.

Çünkü Habertürk okuyucuları, bu ülkenin büyük kısmını temsil ederler. Solcuların, özgürlükçülerin, Yeşiller’in, gerçek demokratların, meseleleri tartışırken “direnç noktalarını” pek de iplemeyenlerin “Bu ülkeden bi’ cacık olmaz” serzenişlerinde bulunurken hayallerine getirdikleri (doğru bi’ şey midir bu?!) “bu ülke”dir onlar.

***

Afyon’da gerçekleşen patlamanın üzerinden neredeyse 3 gün geçti. (Zorunlu) askerlik denen saçmalığın, herkesin tek vücut olup reddetmesi gereken “vatan borcu” yalanının, ortak tarihimizdeki en büyük darbeyi aldığı o kara çarşambanın ardından önce “9 yaralı var canım, bi’ şey yok” dendi. Sonra “Olur böyle şeyler”. Özgür Mumcu’nun çok haklı olarak sorduğu “Bu vesileyle… Bir vali ne işe yarar?” sorusuna Afyon valisi (Genelkurmay başkanıyla beraber, üstelik) çok açık, kafalardaki bütün soru işaretlerini bitiren, tartışmalara son noktayı koyan bir cevap verdi varlığı ve edasıyla.

İhtiyacımız olan, o son damlayı görünür kılan, musluğu açık bırakan haber de tam bu sırada geldi, Habertürk’te: Ölen askerlerden Burak Umut Gedik’in evine “oğlunuz öldü” haberi vermeye gelen askeri görevlilere, Gedik’in dayısı “Geç kalmadınız mı!” dedi. Yetmedi, teyzesi de “Bu şehitlik değil, katliamdır. Devlete karşı her türlü davayı açacağız” dedi.

“Vatan sağolsun” yalanına ortak olmadılar onlar.

“Canımız feda sizin saçmalıklarınıza, kibirlerinize, cebinize, riyakarlığınıza, kötü kalpliliğinize, sömürü düzeninize” de demediler.

Olanı-biteni, bu topraklarda en aşağı 40 yıldır olup bitmekte olanı ismiyle çağırdılar.

Sabırlı olması dilenen ölen asker yakınlarıydılar. Sabrımız sonsuz, sizin bu katliamın hesabını vermeniz için sabırla, bıkmadan uğraşacağız, dediler.

İsmiyle çağırdılar olanı. İsmiyle çağrılansa gelir mutlaka, ama yavaş yavaş, ama koşa koşa.

***

Haberin altında okuyucu yorumlarını okudum. Sevindim, çok sevindim. İçim içime sığmadı. Bu ülkenin muhtemelen dört bir yanından, farklı yaşlarda ve mesleklerde, farklı partilere oy vermiş/veren yüzü aşkın kişi son damlanın da düştüğünü, eşiğin yıkılmaya başladığını haykırıyordu adeta. Hem de muhtemelen çoğu “adam”dı, erkek yani. Toplumsal sistemin içinde ölmeye-öldürmeye-iktidara-sömürmeye-hiyerarşiye yatkın ve yakın büyütülenler.

Gizli-saklı bi’ yerlerde büyütülen o öfkenin son damlaları birikti o haberin altında. Üç-beş örneği aşağıya aldım, dokunmadan

evet mutlaka hesap sorulmalı ama o komutandan değil.. milli savunma bakanlığından başbakandan genelkurmaydan hesap sorulmalı. askerlik irdelenmeli.. vatan borcu diye millet kandırılıyor kimsenin bu vatana borcu olduğu düşünmüyorum

lafa gelince de yok dünyanın bilmem kaçıncı büyük ordusu, yok dünyanın en güçlü bilmem kaçıncı ordusu…… birinin artık gerçekleri gizlemeyip bu orduyu sıfırdan yapılandırması gerekiyor.

asker, komutan da olsa herkes yaptigi hatanin hesabini vermeli. vatan millet sehitlik vs. diye insanlari gaza getirip uyutma ve hatalari örtbas etme dönemi gecti. aile cok hakli. devlet kendi himayesinde olan o 20 yasindaki cocuklarin hayatindan sorumlu degil mi ?

gençleri askeriyede kendi uşakları olarak gören komutan,böyle olaylara takdiri ilahi diyen siyasetçi ne kadar midemi bulandırıyorsa,vatan sağolsun diyip sineye çeken ailelerde midemi bulandırıyor,vatan sağolmasın çocuklarınızın hakkını arayın kolay mı okutup büyüttünüz.hakkınızı aramazsanız vatanın şehitliğin dinin arkasına sığınmaya devam edecekler,görün gencecik mühendis öldü gitti

Bunları okuduğunuzda “Ama tam sistem eleştirisi yok ki, militer bir tını var yine de.” demeyin. Direnç duvarlarında hangi tuğlanın çatladığı çok önemli değil. Yalan tuğlalarından biri ortaya çıktığında diğerlerinin de dayanağı kalmıyor çünkü, çatlamalarına ise ramak kalıyor. Aynı yalan duvarının yalanları hepsi, ne de olsa.

Hasıl-ı kelam, Türkiye eşitsizlikten, vicdansızlıktan, sömürüden, tahakkümden, baskıdan arınmaya bir koca adım daha yakın bugün. Pratikte “zorunlu şehitlik” şeklinde vuku bulan zorunlu askerlik saçmalığından kurtulmamıza.

Afyon’da ölen askerlerin hepsinin (varsa yukarıda bir yerlerde) cennete gidecek olması da bundandır. “Vatan için can verdikleri…” falan yalanından değil.

Toplumun hakikate, doğruya, özgürlüğe ve yeryüzündeki cennete gözlerini biraz daha aralamasını sağladıklarından.

Ha bir de, Genelkurmay da sağolsun, varolsun. Gerçekten. Ciddiyim. Zira bugün öyle bir açıklama yapmışlar ki, öyle ruhsuz, öyle anlamsız, öyle sahte…

Öyle yalan.

Biraz daha aralamışlar gözlerimizi. Kendilerini ve tüm bu militer sistemi silip süpürecek Nuhvari tufanın önündeki tek cılız ama kadim duvardan bir tuğlayı daha, kibirlerinden körleşmiş gözleriyle, farkında bile olmadan, çekip almışlar.

Sağolsunlar. Vadelerini biraz daha kısaltmışlar.

 

Son: Eratın, insanın orduda masadan-sandalyeden farkı olmadığını “içeriden” anlatan, Namık Çınar imzalı şahane bir yazı için: http://www.taraf.com.tr/namik-cinar/makale-yorgun-hukumet-yorgun-ordu.htm (tamamı da şuradan okunabilir)

(Yeşil Gazete)

6-7 Eylül kapanmadı – Foti Benlisoy

Kürt ve Alevi karşıtı linç vakaları giderek artarken ve hatta mini pogromlarla karşı karşıyayken “6-7 Eylül’le yüzleştik, hesaplaştık artık” diyebilir miyiz?

6-7 Eylül ‘olayları’ üzerine bilhassa son yıllarda çokça şey yazıldı çizildi. (Siyasal hiçbir iması olmayan, fail ya da mağdura referans vermeyen ‘olaylar’ ya da ‘hadiseler’ gibi nötr bir tabir tercihi asla masum değil elbet, unutmayalım.) Bir ‘6-7 Eylül’ü anma’ piyasası oluştu demek belki biraz haksızlık olacak ama siyasal yelpazenin solundan sağına ‘hadiseleri’ geçmişimizin üzücü, tekerrürü asla istenmeyen bir epizodu olarak ‘lanetlemek’ âdetten sayılır oldu. Buradan hareketle 6-7 Eylül ile ‘hesaplaştık’, bu elim ‘olaylarla’ yüzleştik denilebilir mi peki? 6-7 Eylül’ü tarihimizin karanlık ama artık ‘kapanmış’ sayfalarından biri olarak değerlendirmek mümkün mü? Eğer öyleyse, yani 6-7 Eylül’ün defteri kapanmışsa, ‘olaylar’ tarihteki yerlerini almışsa, bugün 6-7 Eylül üzerine kelam etmenin siyasal bir anlamı olabilir mi?

Devlet destekli pogrom
Öncelikle hatırladığımızın ne olduğundan başlayalım. Aslında ‘olaylar’ kolektif hafızamıza esas itibariyle Beyoğlu, İstiklal Caddesi’nde cereyan etmiş büyük bir yağma hareketi olarak yer etmiştir. Taksim’deki tahrip eylemlerini aksettiren dönemin fotoğrafları, söz konusu izlenimin oluşmasında belirleyici bir etkide bulunmuştur elbette. Bundan yıllar önce, 6-7 Eylül gecesini yaşamış tanıkların anlatımlarını içeren Yunanca bir kitaptan bazı bölümleri Express (o zaman galiba Postexpress idi) dergisine çevirmiştim. İyi bir Osmanlı tarihçisi olan yakın bir arkadaş, çeviriyi okuduktan sonra aramış ve kendisinin 6-7 Eylül’ü büyük ölçüde Taksim ve civarında yaşanmış bir hadise olarak bildiğini, İstanbul’un dört bir yanında o geceki saldırıları yaşamış insanların tanıklıklarını okuyunca şaşırdığını söylemişti. Evet, maalesef çoğumuz için6-7 Eylül denince akla hâlâ Taksim gelebiliyor, belki de gayrimüslim denince aklımıza Pera geldiği için. Oysa 6-7 Eylül Pera’daki Rum dükkânlarına yönelik sistemli bir yağma hareketinden ibaret değildi. Beykoz’dan Samatya’ya İstanbul’da Rumların meskûn bulunduğu hemen bütün yerleşimlerde evlere, işyerlerine, kiliselere, okullara, hatta mezarlıklara karşı bir saldırıydı. İstanbul’un büyük bir bölümünde 100 bine yakın insanın seferber olduğu bu saldırılarda yaklaşık 15 kişi öldürüldü. Merkezden uzak semtlerde saldırılar özellikle hanelerin basılması ve insanların dövülmesi biçimini aldı. 6-7 Eylül gecesi yaklaşık 200 kadına saldırganlarca tecavüz edildiği sanılmakta. Dolayısıyla ‘hadiseleri’, Cumhuriyet tarihinde İstanbul’da yaşanmış en büyük ve kitlesel ‘pogrom’ hareketi olarak tanımlamak pekâlâ mümkün. Bilindiği gibi ‘pogrom’, Rusya’da 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Yahudilere karşı devlet destekli (devletin göz yumduğu, özendirdiği, bazen de bizzat örgütlediği) kitle isyanlarıydı. Bu şiddet hareketleri sırasında Yahudilerin evlerine, dükkânlarına ve dini merkezlerine saldırılır, genellikle çok sayıda Yahudi katledilirdi. Zamanla terim, Yahudi karşıtlığından daha genel bağlamda belli bir gruba yönelik bu tür saldırıları, kitlesel ‘linç’ vakalarını tanımlar oldu. İşte 6-7 Eylül de basitçe kozmopolit Pera’da ‘varlıklı’ Rumların mallarının yağmalanmasından, Müslüman İstanbul’un kozmopolit Pera’ya olan hıncının bir ifadesinden ibaret ‘olaylar’ değil, devletin bizzat örgütleyicisi-destekleyicisi olduğu devasa bir pogromdu. Bu anlamda 6-7 Eylül, Türkiye tarihindeki Maraş ya da Çorum gibi başka katliam girişimleri ya da pogromlarla mukayese edilebilir ancak. 6-7 Eylül pogromunun örgütlenmesinde Demokrat Parti (DP) iktidarının rolü konusunda da bir hayli yazıldı, çizildi. Selanik’te ‘Atatürk’ün evinde’ gerçekleşen bombalı saldırının aslında Türk istihbaratının manipülasyonu olduğunu, bu provokasyonun failinin (böyle ‘değerler’ sık yetişmediğinden olacak) daha sonra Nevşehir’de vali yapıldığını artık herhalde sağır sultan bile duydu. DP il ve ilçe teşkilatlarının pogrom hareketinin bütün aşamalarına katılmakla kalmayıp liderlik ettiği biliniyor, ‘olayların’ gelişiminde kritik rol oynayan Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin adeta DP’nin bir paravan örgütü olduğu da.

‘Milli mutabakat cinayeti’
Dolayısıyla Menderes ve çevresinin Kıbrıs konusunda Türk kamuoyunun ne kadar ‘hassas’ olduğunu cümle âleme göstermek ve Yunanistan’ı ‘sıkıştırmak’ için Rum karşıtı bu pogromu nasıl orkestre ettiği üzerine bir de burada uzun uzadıya yazmaya ve çiğnenmiş sakızı bir kez daha ağızda dolandırmaya gerek yok. Ancak Menderes’in AKP hükümetince (hani başında ne kadar ağır ithamlara maruz bırakıldığını ifade etmek için “Affedersiniz bana Rum bile dediler” diyebilen bir başbakanın bulunduğu hükümetçe) ‘demokrasinin şampiyonlarından’ sayıldığı, devletin kirli işlerinin neredeyse bütünüyle ‘İttihatçı-Kemalist’ cenaha ‘yazıldığı’ (böylece de günümüz muktedirlerinin aklandığı) bir devirde DP’nin ‘hadiselerin’ asli faili olduğu vurgusundan şaşmamak da elzem. AKP’nin muhafazakâr vesayet karşıtı popülizmi uyarınca ‘derin devlet’ provokasyonları, kontrgerilla eylemleri yahut ‘özel harp’ operasyonları neredeyse bütünüyle alnı secde görmemiş ve millete yabancılaşmış Kemalist elitin marifetidir.
Türkiye tarihini gâvur-İttihatçı-Kemalist ‘devletin’ derin operasyonlarına ve milletin bunlara karşı sandık aracılığıyla (DP ve elbette şimdi AKP) indirgeyen ve bütün ‘muhalif’ görünümüne rağmen aslında geçmişten bugüne gelen iktidar yapılarını ve egemenlik ilişkilerini perdeleyen bu tarih görüşüne karşı durabilmek açısından ‘azınlık’ karşıtı 6-7 Eylül tipi ‘hadiseler’ tam manasıyla bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Çünkü gayrimüslim topluluklara yönelik (devlet kaynaklı-destekli) eylem ve saldırılar, egemenlerin ve devletin farklı eğilim ve fraksiyonlarının, çelişkileri olsa da temeldeki birlik ve bütünlüğünün en büyük göstergesi aslında. Abdülhamid’in Hamidiye Alayları’ndan İttihat ve Terakki’nin Teşkilat-ı Mahsusası’na, 1909 Adana katliamından 1915’te soykırıma, 1894-96 kırımlarından Hrant’a, İsmet Paşa’dan Komitacı Celal Bayar’a, ‘Ergenekon’dan AKP’ye, ‘yüce’ Türk devletinin Ermeni meselesindeki birlik ve bölünemez bütünlüğü tam ve tartışılmazdır. İsmail Saymaz’ın Zirve katliamı için kullandığı o çok başarılı ifadeyi (‘milli mutabakat cinayeti’) genele teşmil etmek oldukça isabetli olacaktır: Gayrimüslim topluluklar karşısında bizde hep cinai bir ‘milli mutabakat’ söz konusu oldu. Bu hususta devlette devamlılık, kelimenin tam manasıyla tam ve esas oldu.

‘Yüzleşmek’ten anladığımız
Baştaki soruya geri dönelim. “6-7 Eylül’le yüzleştik, hesaplaştık artık” diyebilir miyiz? Soruya soruyla karşılık vermek belki de en iyisi: Giderek artan bir sıklıkta Kürt karşıtı (son zamanlarda bir de Alevi karşıtı) linç vakalarıyla, hatta mini pogromlarla karşı karşıya kalırken, yani 6-7 Eylül’ün ‘ruhu’ dimdik ayaktayken böyle bir iddiada bulunulabilir mi? Pogrom prova ya da girişimleri milliyetçi teyakkuz repertuvarımızın başköşesinde yer almaya devam ederken böyle bir hesaplaşmadan bahsedilebilir mi? Asla unutmayalım: ‘Geçmişle yüzleşme’ dediğimiz şey, mazide bir yerlerde duran objektif bir geçmişin pasif biçimde hatırlanması, geriye çağrılması değil, tam aksine bugünkü gerçeklik bağlamında yeniden hatırlanmasıdır. Ancak Tarlabaşı ya da Zeytinburnu’nda Kürtlere yapılan saldırılarda 6-7 Eylül gecesini görebildiğimizde bu tarihle hesaplaşmaya başlayacağız. Yoksa 6-7 Eylül’le ‘yüzleşme’ denen şey, İstanbul’un kozmopolit mazisine dair orta sınıf fantezilerinin ürünü boş bir hayıflanmanın, bir statü söylemi olarak ekalliyet muhipliğinin ötesine geçmeyecek.

Foti Benlisoy – Radikal

 

Kaya gazı neyin modası – Önder Algedik

Son günlerde kaya gazı rezervleri ile ilgili olarak tartışmalar Diyarbakır’da yatırım haberleri ile bir anda çoğaldı. Diyarbakır ve bazı kentlerde, 20 trilyon metreküplük doğalgaz ve 500 milyar varil petrol rezervi taşıyabilecek kaya yapıları olduğu tahmin edildiğine dair haberler peşi sıra çıktı.

Uluslararası Enerji Ajansı-UEA, Nisan 2011 tarihli analizinde küresel kaya gazı rezervi için 187 Trilyon metreküplük bir tahminde bulunuyor. Yani Türkiye’de bulunacak rezervin topu topu 9 katı. UEA’nın Türkiye için rezerv tahmini ise sadece 0.42 trilyon metreküp! Yani UEA’nın verilerinin 50 katı kadar rezervimiz bir anda oluşmuş!

Kaya gazını yer altındaki “gözenekli” yapıya hapsolmuş doğalgaz diye tanımlayabiliriz. Fosilleşme ile oluşan çürüme neticesinde oluşan metan gazı boşluk bulursa doğalgaz yatağında hapsolurken, boşluk bulamazsa gözeneklerde daha seyrek olarak kalıyor. 1871’de ilk New York civarlarında çıkartılırken, bugüne kadar adının geçmemesi, 2000’lerin başında ABD’de gelişmeye başlaması ile bugün Türkiye’ye gelmesi oldukça ilginç. Böylesi bir gelişmenin çeşitli nedenleri var.

Birincisi, kayagazını çıkarmak için gerekli teknoloji son dönemde gelişti. İkincisi ise, fosil yakıt fiyatlarındaki artış ile kaya gazı gibi pahalı bir kaynağı çıkarmak uygun hale geldi.

Bu iki faktör madalyonun bir yüzü. Diğer yüzü ise oldukça karanlık.

Kayagazını hapsolduğu gözeneklerden çıkarmak için bulunduğu katmana kadar sondaj yapmak gerekiyor. Sonrasında, katman içinde yatay sondajla devam edilerek küçük hidrolik-patlamalar (hydraulic fracturing) gerçekleştirerek gözenekli yapıyı bozmanız ve gazı çıkmaya zorlamanız lazım. Bu da çok ciddi miktarda kimyasal ile doldurulmuş su kullanımı demek. Sonrasında pompaladığınız suyun gaz ile yer değiştirmesi sonucunda borulara giren gazı   yeryüzüne çıkartıp kullanıma servis edebiliyorsunuz.

İşte bu noktada, kayagazı 3 şeyi bozuyor; yer altındaki yapıyı, yer üstündeki yapıyı ve geleceğinizi.

Yer altında yapılacak düşük yoğunluklu ama geniş bir alandaki patlamalar doğal olarak yapıyı bozacaktır. Bu konuda, deprem miktarında artış ve yer altı su rezervlerinin kirlenmesine dair bilgi ve çalışmalar kaya gazı üretimi yaygınlaştıkça ortaya çıkmaya başladı. Bu durumu yer altında bozulma olarak da tanımlayabiliriz.

Yer üstündeki bozulmaya gelecek olursak, yer altındaki kirlenmiş suyun yer yüzündeki kaynakları kirletmesi, kullanılan yüksek miktardaki suyun yaratacağı yokluk ve çatlaklardan atmosfere kaçan metanın yaratacağı hava kirliliğini örnek olarak verebiliriz.

Şimdilik bu iki faktör, bölgede yaşayan insanları bezdirecek diyebilirsiniz. Ancak yanıldığımızı üçüncü faktörü anladığımızda göreceğiz.

Doğalgaz ya da kaya gazı aslında metan. Küresel ısınma faktörü 21. Yani atmosfere kaçan metan gazı iklimi karbondioksite göre 21 kat daha fazla güçlü değiştiriyor.

Yakılması durumunda ise ortaya karbondiksit çıkartarak iklimi değiştirmeye devam ediyor. Kısacası, iklim değişikliğini arttıran kömür, petrol ve doğalgaza birde kaya gazını ekleyerek yaşadığımız iklim felaketlerini daha da fazla artacağını, iklim değişikliğini durdumamızın neredeyse imkansız hale gelebileceğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla, bugün iklim değişikliğini durdurmak için kömürü yatağında, petrolü ve doğalgazı toprakta bırakmak gerekiyorken, kaya gazınıda kayaçların gözeneklerinde bırakmak en doğru çözüm.

Kaya gazı modasında “söylenenler inandırıcı mı?” sorusuna cevap vermeye çalıştım. Ama, siz duyduklarınıza inanmayın, gördüklerinize inanın. Yaşadığımız iklim felaketleri yeterince gözler önünde iken bu dünyada fosil yakıtlara artık yer kalmamışken, derdimiz yeni fosil yakıtlar değil, enerji verimliliği ve iklim dostu enerjiler olmalı!

Önder Algedik –  www.yesilekonomi.com

http://www.yesilekonomi.com/kose-yazilari/onder-algedik/kaya-gazi-neyin-modasi

Karaburun Bilim Kongresi devam ediyor

Karaburun Gündelik Yaşam Bilim ve Kültür Derneği tarafından düzenlenmekte olan ve 5 Eylül’de başlayan 7. Karaburun Bilim Kongresi’nin 9 Eylül Pazar günü sona erecek. Kongrenin ana teması bu yıl  “kapitalizmin kıskacında doğa – toplum – teknoloji”.

Kongreye Türkiye’nin her yerinden akademisyenler, öğrenciler katılıyor.  Kolektif bir bilim pratiği örgütlenmesi olarak örgütlenen Karaburun Bilim Kongresi, sadece bildiri sunan akademisyenlerin değil, temaya dair söyleyecek sözü olan herkesin oturum, çalışma grubu forum panel vb. etkinlikleri örgütleyebileceği bir formda düzenleniyor. Düzenleme Kurulu kongre kapsamındaki çalışmaları, incelemeleri, tartışmaları, deneyimleri, gözlemleri, eleştirel ve muhalif yaklaşımları, fikirleri, alan araştırmalarını, felsefî ve kuramsal sorgulamaları, araştırma taslaklarını, hatta karalama defterlerine düşülen küçük notları paylaşmak isteyen herkesi kongrenin izleyicisi olmaya değil, aktif katılımcıları olmaya davet ediyorlar.

Kapitalizmin kıskacında doğa, toplum, teknoloji

Düzenleme Kurulu bu seneki kongrenin toplum-teknoloji-doğa başlığıyla yapılmasının sebebini şöyle özetlemiş:

“Toplum-teknoloji-doğa ilişkisinde sıçrama anını, amacın bütünüyle kâr için üretim olduğu kapitalist üretim tarzının ortaya çıkışı oluşturur. Kapitalizmin daha fazla artı değer elde etme çabası kapitalisti, hem ürettiği artı değere el konulan işçinin hem de doğanın olanaklarını sonuna kadar kullanmaya zorlar. Bunun gerçekleşmesi sürecinde teknoloji ikili bir rol oynar; bir yandan işçi sınıfının sömürüsünü derinleştirir, bir yandan da doğanın temellükünü hızlandırır. Burada piyasa ve teknoloji arasında karşılıklı bir ilişki söz konusudur. Teknoloji, kâr güdüsünü doyurmaya çalışırken piyasa, bütün insansal özneleri kapitalist toplumun bileşenleri kılarak aynılaştırır. Tam da burada teknolojizmin doğa açısından ontolojik, işçi sınıfı açısından ideolojik ve ekonomik bir silaha dönüştüğü bu anda, teknolojiyle toplumun ve doğanın yararına, en başta kâr amacı gütmeden, kurulacak her türlü ilişkinin şimdiden düşünülmesi, ortaya çıkarılması ve imkân varsa bunların uygulanması da apayrı bir cesaret ve mücadele gerektirmektedir.  Bu nedenle teknoloji imgesini parçalara ayırmak, yapıcı ve yıkıcı yanlarını ortaya koymak doğa ve insan üzerine düşünen bütün bilim insanlarının görevi olarak görünüyor.”

Tutuklu öğrenciler ve akademisyenler için oturum

Karaburun Bilim Kongresi “Kapitalizmin kıskacında doğa – toplum – teknoloji” teması altında şu başlıklarda oturumlar gerçekleşecek: Teknoloji karşısında işçi sınıfının konumu, Yeni üretim teknolojileri – üretim ilişkileri – iş ve işyeri, Teknoloji – ilerleme – ideoloji, Doğanın yeniden üretim(sizliğ)i, Gündelik hayat ve teknoloji, Tüketim ve teknoloji, Teknoloji – beden – cinsiyet, Doğa – tarımsal üretim – teknoloji, Yeni medya ve iktidar, Toplumun medikalizasyonu, Teknoloji ve eğitim, Teknoparklar / Üniversite – sermaye işbirliği, Teknoloji ve mekânsal dönüşümler, Sanat – kültür – estetik, Eğlence – spor – teknoloji, Doğa için mücadele, Doğa – Toplum – Teknoloji İlişkileri Açısından Reel Sosyalizm Deneyimleri, Yeni Sosyalist Alternatifler.

Bu yıl düzenleme kurulunda; Zuhal Okuyan, Ahmet Haşim Köse, Aydın Arı, Aydın Gelmez, Doğan Emrah Zıraman, Erkin Başer, Ferda Dönmez Atbaşı, M. Meryem Kurtulmuş Kıroğlu, Suzan Orhan ve Tansel Güçlü yer alıyor

Karaburun Bilim Kongresi’nin programına buradan ulaşabilirsiniz.

(Bianet)

İstanbul Şiir Festivalinin programı açıklandı

11 – 15 Eylül tarihleri arasında İstanbul’un çeşitli yerlerinde gerçekleştirilecek şiir etkinlikleri ile şiir şehri İstanbul’u bir kez daha şiire doyurmak amacı ile yola çıkan 7. Uluslararası İstanbul Şiir Festivali’nin programı açıklandı.

Her yıl İstanbul’un en güzide mekanlarında şiir dinletileri ile şair buluşmalarının yaşandığı festivalin bu seneki mekanları. Sultanahmetteki Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müzesi, Fatih Camii’nin arkasında bulunan At Pazarı, Sultanahmetteki Caferağa Medresesi, İstiklal Caddesi üzerinde bulunan İnsan Kitabevi, Şişhanedeki İstanbul Kültür Sanat Vakfı, Sultanahmetteki Kızlarağası Medresesi (Türkiye Yazarlar Birliği), Cezayir Sokakta bulunan Sakman Bar, Eyüpteki Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği, Sultanahmetteki Yerebatan Sarnıcı ve artık bir şiir festivali geleneğine dönüşen Şiir Hatları Vapuru.

Yerli ve Yabancı pek çok şairin katılacağı Şiir Festivaline her yıl olduğu gibi bu yıl da İstanbulluların yoğun olarak ilgi göstermesi bekleniyor.

Festival programına ve festivale katılacak şairlerin tam listesine istanbulsiirfestivali.org/tr/ adresinden erişmek mümkün

(Yeşil Gazete)