Ana Sayfa Blog Sayfa 4562

Sessiz bir Pazar günü – Tuğçe Tuğran

Daha bebekken oyuncak olarak elimize tutuşturdular onları. Biraz daha büyüyünce akülü olanlarının hayaliyle yanıp tutuştuk, ilk fırsatta da gerçeğine sahip olmak istedik. Evet, arabalardan bahsediyorum. Onlarsız bir hayatı düşlemek gibi bir şansımız oldu mu hiç? Üstelik sadece bireysel ve pratik anlamda değil, toplumsal ve kültürel anlamda da arabalara tutkunuz. Karl Benz bir asır kadar önce ilk modern otomobili geliştirdiğinden beri arabalar, yüzyılın en gözde buluşlarından biri oldu; hayatımızın her alanında kendine yer bulmayı başardı. Belki de başka hiçbir icat 20. yüzyılın toplumlarını ve içinde yaşadığımız dünyanın fiziki çehresini bu kadar değiştirmedi. Geçtiğimiz yüzyılda, arabaların ‘bildiğimiz’ dünyayı nasıl da geri dönülemez biçimde dönüştürdüğüne tanık olduk. Mesafeler kısaldı, kendimizi daha özgür hissettik. Bu yeni oyuncağı o kadar çok sevdik ki, içinde yaşadığımız şehirleri ona göre düzenledik. Mekânın büyük çoğunluğunu ona tahsis ettik, kendimiz daracık kaldırımlarla yetindik. Bazen mevcut alanlar yetmedi, denizleri doldurduk, ormanları yok ettik arabalarımıza yer açmak için.

Şüphesiz ki arabaya olan hayranlığımızın haklı sebepleri vardı. Alternatiflerin yokluğunda araba,  doğum yapan eşini hastaneye yetiştirebilen bir erkek/kadın, kan kaybeden hastasına kan yetiştirebilen bir doktor, ya da sadece arabasız gidemeyeceğimiz bir doğa köşesine gidebilme özgürlüğünü yaşamak demekti. Ama yine de, istediğimiz her yere istediğimiz anda arabalarla gidebilmek için, büyük bedeller ödememiz gerekti. İlk akla gelen, her yıl trafik kazalarına kurban verdiğimiz bir milyondan fazla insan ve ailelerin yıkılan hayatları, bu kayıpların toplumlara verdiği zarar[i]. Durum özellikle gelişmekte olan ülkelerde o kadar çok çığırından çıkmış görünüyor ki, Mayıs ayında yayınlanan Güvenli ve Sürdürülebilir Yollar raporu, konunun Rio +20 çerçevesine dahil edilmesini istedi[ii].

Daha uzun vadeli bir sorun ise hiç kuşkusuz havaya salınan ve atmosferde biriken sera gazları. Motorlu taşıtlar atmosfere yılda 900 milyon metrik tondan fazla CO² salınımına sebep oluyorlar. Bu dünyadaki CO² salınımının %15’i demek[iii]. Neredeyse 30 yıldan fazla bir süredir tartışılan iklim değişikliğinin olası sonuçları düşünüldüğünde, bu azımsanmayacak kadar büyük bir rakam. Evet, arabalar bizi ve dünyamızı boğuyorlar. Kendi hayatına son vermek için garajındaki arabasına binip motoru çalıştıran ve yavaş yavaş boğulmayı bekleyen bir insandan ne farkımız var?

Sadece biz değil, diğer canlılar da araba aşkımızdan nasibini aldı. Yaptığımız yollar diğer canlılar için birer ölüm tuzağı haline geldi. ABD’de yol üzerinde can veren hayvanların sayısı sincaplar için 41 milyon, kediler için 26 milyon, fareler için 22 milyon, kirpiler için 19 milyon, rakunlar için 15  milyon, köpekler için 6 milyon ve geyikler için 350.000 olarak ifade ediliyor[iv]. Üstelik sadece yollarda ölen hayvanlar da değil sorun. Bu aynı zamanda insanın doğayla olan ilişkisinde bir dönüm noktası çünkü ekolojik sistemler sürekliliğe ve bütünlüğe bağımlıdır. Bir ormanın, bir sulak alanın biyoçeşitliliğini sürdürebilmesi için bütünlüğe sahip olması gerekir. Biz ise yaptığımız yollarla o bütünlüğü parçaladık, ormanları ortasından bıçak gibi kesen asfalt yollar inşa ettik. Doğanın serbest dolaşımına, kendi serbest dolaşımımız uğruna büyük bir darbe indirdik. Yaşadığımız bu ‘ilerleme’ bir kerelik de değildi üstelik. Nasıl olsa arabalarımız vardı artık, uzak mesafelere gidebilir, şehirde çalışıp şehrin dışındaki yeşil alanlardaki bahçeli evlerimizde oturabilirdik. Böylece, biz doğayı sevdiğimiz için, doğayı yok etmeyi göze aldık. Evimizle işimiz arasındaki mesafeler büyüdükçe büyüdü, atmosfere bıraktığımız sera gazları da, çocuklarımızı astım hastası yapan hava kirliliği de, yol kenarlarında saydığımız hayvan cesetleri de, petrol elde etmek için mahvettiğimiz vahşi yaşam alanları da, arabada geçirdiğimiz yalnız zamanlar da katlanarak arttı, bir kısırdöngü haline geldi.

Tüm bunlardan sonra, çok da mutlu olduk diyebilir miyiz? Pek değil. Arabalar, yapıları gereği anti-sosyal bir alan düzenlemesi gerektirirler. Şehirlerin ortasından geçen kocaman bulvarları düşünün: orada mutlu bir insan, cıvıldayan bir kuş, salına salına gezinen bir kedi gördüğünüz oldu mu hiç? Durup da yol sormak, adres ararken bir insandan yardım almak bile mümkün değildir arabaların baskın olduğu yerlerde. Gece karanlığında büyük bir otoyol kenarında yürüdüyseniz, bunun ne kadar korkunç ve insansız bir deneyim olduğunu da bilirsiniz mutlaka. İşte bu insansızlık betimler araba kültürünü. Bu kültürde sadece arabalarına hapsolmuş, birbirinden kopmuş bireyler vardır. Arabanın olduğu yerde insanlar durup birbirlerine hal hatır soramazlar. Bu kültürde insan insanla karşılaşmaz, insan yürümez, insan insansızdır ve insan şişmandır.

İşte tüm bunlar arabayla olan uzatmalı aşkımızın sorgulanmaya başlamasına neden oldu son zamanlarda. Dünyanın dört bir yanında, özellikle de gelişmiş ülkelerde insanlar araba karşıtı hareketler başlattılar, içinden arabaların geçmediği şehirlerin hayalini kurar oldular. Bisikleti, toplu taşımayı ve yürümeyi teşvik eden alan tasarımları geliştiren mimarların, şehir planlamacılarının sayısı hızla arttı. Köprü üstüne köprü yapan, İstanbul’un tüm doğal ve kültürel güzelliğini otoyollara feda eden, ‘kalkınma’nın hala viyadüklerle ve otobanlarla ölçüldüğü ülkemizde olmasa da dünyanın birçok şehrinde ‘arabasız günler’ düzenleniyor artık. Örneğin geçen hafta Brüksel’de Arabasız Pazar günüydü. Arabalara ayrılmış kocaman yolların daimi sahipleri ortadan çekilince tüm şehrin çehresi değişti adeta. İnsanlar bisikletleriyle, çocuklarıyla, patenleriyle önce çekinerek, sonra da bu muhteşem özgürlüğün tadını çıkararak sokaklarda koşuşturdular, oturup yemekler yediler, sokağa masalar atıp müzikler dinlediler. Araba seslerinin yerini çocuk ve sohbet eden insanların sesleri aldı. İnsan sokağa yeniden sahip oldu ve hayatın farklı da olabileceğini anladı.

Şüphesiz arabaları kullanmaya devam edeceğiz. Ama onlara olan bağımlılığımızı azaltmaya çalışmak, yakın geleceğin en önemli ve heyecan verici projelerinden biri olacak. Daha demokratik, toplu taşıma sistemleri insanca olan, arabanın bir statü sembolü olmaktan çıktığı, herkesin araba sahibi olmak zorunda olmadığı, bisikletin ve daha kısa mesafelerde ayaklarımızın ana ulaşım aracı olduğu şehirler kuracağız. O şehirlerde çocuklarımız yeniden sokakta oynayabilecekler. Ve pencereden sokağı izleyen kediler de daha özgür olacaklar o zaman.  İçinden araba geçmeyen sokaklarımızın sayısı artıkça, soluduğumuz havanın kalitesi de artacak. Otoparkları şehir dışına kurup, arabalarımızı orada bırakacağız. Şehir içindeki otoparkları yeşil alanlara, oyun parklarına dönüştüreceğiz. Sokaklar yeniden bize, çocuklarımıza ve kedilere ait olacak.

Daha mutlu olacağız. Daha sosyal. Daha insancıl.

aptalinsan.blogspot.be/

Hayvan öldüren yasaya hayır diyenler kendini köprüye zincirledi

5199 sayılı Hayvanları Koruma Yasası’nda yapılacak değişiklikleri protesto eden bir grup aktivist bu sabah kendini Boğaz köprüsünün korkuluklarına zincirledi.

Aktivistlerin tişortlarında “Hayvan Öldüren Yasaya Hayır” yazıyordu.

Aralarında Yeşiller Partisi üyesi Tolga Öztorun ve oyuncu Tuna Arman’ın da bulunduğu yedi aktivist eylem sonunda gözaltına alındı.

Eylemciler şu anda Emniyet Müdürlüğü’nde sorgulanıyor.

(Yeşil Gazete)

Kaçak Ağaç Ticareti Uyuşturucu Ticaretinin En Az Üç Katı

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı ve Interpol tarafından ortak kaleme alınan Green Carbon – Black Trade (Yeşil Karbon – Kara Ticaret) isimli yeni rapora göre dünyadaki kerestelik ağaç ticaretinin yaklaşık yüzde 15 ila 30’u kaçak olarak yapılıyor.

Rapor, organize suç şebekelerinin bu sektörde yoğun şekilde faaliyet gösterdiğini ortaya koyarken, bu şebekelerin kaçak ağaç ticaretinden yılda yaklaşık 30 ila 100 milyar dolar arası gelir elde ettiğini vurguluyor. Kıyasla, uyuşturucu ticaretinin suç şebekelerine senelik getirisinin 13 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu şebekeler, ağacı elde ettikleri yerdeki yerel halkı tehdit etmek, şiddet uygulamak ve hatta öldürmekle kalmıyor; aynı zamanda yerel liderlere komisyon vererek işbirliğini sağlıyor.

Öte yandan, suç şebekelerinin kaçak olarak elde ettikleri ağaçları piyasaya sürmek için uyguladıkları yöntemlerden örnekler de raporda yer buluyor. Rüşvet ve şantaj her zamanki gibi bu yöntemler arasında yer alsa da, artık bu örgütlerin daha “yaratıcı” yöntemlere başvurdukları da belirtiliyor. İthalat izni almak için hükümet kuruluşlarının internet sitelerinin “hack”lenmesi bu yöntemlere örnek olarak raporda yer buluyor.

UNEP’in raporundaki bir diğer korkutucu ayrıntı ise geçtiğimiz on yıl içinde kaçak ağaç kesiminde gözlenen küçük düşüşün aslında bu suç şebekelerinin daha karmaşık yöntemler kullanarak faaliyetlerini saklamayı öğrenmesinden kaynaklandığı bulgusu.

Kaçak ağaç kesimi sadece dünyanın karbon emme kapasitesini ve biyoçeşitliliğini azaltmıyor; aynı zamanda BM Ormansızlaşmadan ve Orman Bozulmasından Kaynaklanan Emisyonların Azaltılması (REDD) sistemi altında gelişmekte olan ülkelere yapılan ödemeleri de düşürüyor.

Raporda artan kaçak ağaç kesimiyle mücadele için kanunların daha sıkı uygulanması gerektiği belirtiliyor. Interpol, kaçak kesimle senede 30 milyon dolarlık ek kaynakla etkin mücadele edilebileceğine dikkat çekiyor.

(Yeşil Gazete, UNEP)

Turgut Özal’ın mezarı açılıyor

Ölümüyle ilgili soruşturma kapsamında mezarının açılmasına karar verilen 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın mezarında bu işlem başladı.

8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın kabrinin açılması işlemleri başladı.

Ölümüyle ilgili soruşturma kapsamında yaklaşık 2 hafta önce Ankara Cumhuriyet Başsavcılığını’nın aldığı karar üzerine, kabrin açılma işlemleri bu sabah başladı.

Anıt mezarın bulunduğu bölgeye sabah saat 6.30 sıralarında 2 iş makinesi getirildi. İş makinelerinden biri anıt mezarın içinde, diğeri de hemen dışında bekletiliyor. Olay yeri inceleme, bomba imha ve çevik kuvvet ekipleri de anıt mezarın bulunduğu bölgeye geldi.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, ölümüyle ilgili iddialar üzerine, 17 Eylül’de, soruşturma yürüttüğü 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın mezarının açılarak inceleme yapılmasına karar vermişti.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın mezarın açılarak inceleme yapılmasına dair talimat yazısının, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na ulaşması üzerine, konuyla ilgili özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Ümit Zafer Çolak görevlendirilmişti.

Anıt mezarın çevresi, kabirde yapılacak işlemlerin dışarıdan görüntülenmemesi için sac levhalarla çevrilmişti.

Öte yandan, mezarın açılma işlemine aileden birinin katılması gerekliliği üzerine, Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal orada olacağını açıklamıştı ancak bu saat itibariyle Ahmet Özal anıt mezara gitmedi.

Gürcistan’da iki parti zafer ilan etti

0

Gürcistan’da yapılan parlamento seçimleri sonrasında iktidar olmaya aday iki büyük parti, kendilerinin zafere ulaştıklarını iddia etti.

Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili’nin Birleşik Ulusal Hareket Partisi (BUHP) seçimi ‘çoğunluk’ temelinde yapılan kesimlerde yüzde 73 ile kazandıklarını açıkladı: “Hepimiz Gürcistanlıyız. Hepimiz, bu ülkenin vatandaşlarıyız. Yanyana durmalıyız ve bu demokratik koşullarda birlikte çalışmalıyız.”

Sandık çıkışı anket sonuçlarına göre Bidzina Ivanişvili’nin partisi Gürcistan Hayali koalisyonu yüzde 51 ile ilk sırada yer aldı. İvanişvili, büyük başarı kazandıklarını söyledi: “Gürcistan tarihinde ilk defa halkımız hükümeti seçimler yoluyla değiştirme iradesi ortaya koydu. Bu, Gürcistan’ın tarihinde büyük bir olay. Bu durum Gürcistan tarihine altın harflerle yazılacak. Bence hükümeti destekleyenler ve muhalefet bu süreçte birbirlerine çok iyi davrandı.”

Gürcistan Hayali koalisyonu taraftarları, Özgürlük Meydanı’nda resmi sonuçların açıklanmasını bekliyor.

Seçimlerde 150 sandalye için 14 parti ve 2 seçim koalisyonundan toplam 2 bin 805 aday mücadele verdi.

Çeber davasında 3 müebbet

Engin Çeber davasında, 3 Metris Cezaevi görevlisi müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

Bakırköy 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Engin Çeber’in ”işkence ve kötü muamele” sonucu öldüğü iddiasına ilişkin davada haklarında kurulan hüküm Yargtay tarafından bozulan 52 sanıktan, tutuklu yargılanan Selahattin Apaydın, Sami Ergazi ve Fuat Karaosmanoğlu’na ”müebbet hapis” cezası verdi.

Mahkeme, tutuklu sanıklardan Nihat Kızılkaya’ya ise 2 yıl 6 ay hapis cezası vererek, Kızılkaya’yı tahliye etti.

Bakırköy Adliye’sinde görülen davaya Engin Çeber’in ailesi avukatları ve yakınları katıldı.

Duruşma öncesi Adliye önünde toplanan yaklaşık 30 kişilik bir grup “Katillerden hesap soracağız” yazılı pankart açarak, Çeber ailesine destek verdi.

Alex gitti heykeli kaldı yadigar

0

Fenerbahçe’de kadro dışı bırakılan Alex de Souza, sarı-lacivertli kulüple olan sözleşmesinin sona erdiğini açıkladı.

Can Bartu Tesisleri’nden ayrıldıktan sonra Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı’nda bulunan kulüp binasına gelen Brezilyalı futbolcu, burada Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım ve yöneticilerle görüştü. Alex, sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada, ”Kontratımı sonlandırdım. Hayatımın en üzücü imzası oldu. Fenerbahçe bir oyuncu kaybetti ama bir taraftar kazandı. Her şey için teşekkürler” ifadelerini kullandı.

Sözleşmenin sona erdirildiği borsaya bildirildi

Fenerbahçe Kulübü, futbol takımında kadro dışı bırakılan Alex de Souza ile yolların ayrıldığını açıkladı.

Kulüp binasında Alex ile yapılan toplantının ardından, Brezilyalı futbolcunun sözleşmesinin sona erdirildiği borsaya bildirildi. KAP’a yapılan açıklamada; ”Futbolcumuz Alexsandro De Souza ile bugün yapılan görüşmede, kendisinin takımımıza bugüne kadar olan katkılarından dolayı teşekkür edilerek, sözleşmemiz karşılıklı mutabakat ile bugün itibariyle feshedilmiştir” ifadelerine yer verildi.

2004 yılında Brezilya’nın Cruzerio kulübünden sarı lacivertli takıma transfer olan Alex De Souza geçen  8 yılda tabiri caizse Fenerbahçe’de kırılmadık rekor bırakmadı. Tek rekor hariç. Şu anda takımın teknik direktörü olan Aykut Kocaman’ın Fenerbahçe’nin tarihte en çok gol kaydeden futbolcusu olma rekoru. Bu rekoru kırmasına da 10 gol kalmış iken önce kadro dışı bırakılan ardından sözleşmesi feshedilen ve efsane kaptan Lefter Küçükandonyadis’ten sonra heykeli dikilen ikinci futbolcu olan Alex’ten sonra fenerbahçe taraftarının nasıl bir tavır takınacağı ise merak konusu.

(Yeşil Gazete)

İklim değişikliği balıkların boyutlarını küçültecek

Yapılan son bilimsel araştırmalar balık türlerinin boyutlarının iklim değişikliği nedeniyle %24 oranında küçülebileceğini gösteriyor.

araştırmacılar 2001 ve 2050 yılları arasında beklenen ısı artışının 600 canlı türü üzerindeki etkilerini modelledi. Suların ısısı arttıkça oksijen miktarı da azalıyor ve bu durum doğrudan balık boyutlarının küçülmesi sonucunu doğuruyor.

Bilim insanları sera gazı emisyonlarının kontrolünde başarı sağlanamaması durumunda artan ıscakların deniz ekosistemine etkilerinin daha önce öngördüklerinden çok daha fazla olabileceği konusunu masaya yatırmış durumda. Daha önce yapılan bilimsel araştırmalar artan deniz sıcaklığının ve düşen oksijen miktarının pek çok balık türünün üreme ve yayılma alışkanlıklarının değişimine etkisi üzerine yoğunlaşmakta idi. Yeni  bulgular iklim değişiminin balık türlerine etkisinin çok daha büyük olduğu ve direkt olarak balıkların boyutlarına etki ettiği yönünde.

Bilim insanlarının düşük oksijen miktarının balıklara etkisi konusundakş araştırmalarında kullanıkları modellemelerde IPCC”nin (Intergovernmental Panel on Climate Change – Hükümetlerarası İklim Değişkliği Bölümü) Yüksek Sera Gazı Emisyon Senaryoları‘nda yer verdiği bilgiler kullanıldı.

Bu bilgiler ışığında yapılan naraştırmalar okyanus tabanında oluşan sıcaklıklarındaki ufak çapta bir değişimin bile balık boylarına etkisi beklenmedik derecede büyük.

Okyanus sıcaklığı arttıkça balıkların vücut sıcaklığı da buna bağlı olarak artıyor fakat British Columbia Üniversitesi’nden yazar Dr William Cheung’a göre burada anahtar vazifesi gören durum oksijen seviyesi.

Cheung, BBC’ye yaptığı açıklamada “Yükselen ısı doğrudan balığın metabolizmasını da etkilemekte” tespitinde bulunuyor. Cheung ayrıca balığın kendi kendi bedensel aktiviteleri için yüksek oksijene ihtiyaç duyduğunu ancak oksijen miktarı düştükçe bunun doğal sonucu olarak balık bedeninin de ufalacağını sözlerine ekliyor.

Araştırmalar aynı zamanda iklim değişiminin balık göçlerine yaptığı etkiyi de mercek altına almış durumda. Araştırma grubunun yaptığı öngörüye göre gelecekte her on yılda bir balık nüfusu 36 km daha kuzeye, kutuplara doğru göç etmeye başlayacak.

Nature.com’da yayımlanan araştırmanın tüm sonuçlarına buradan erişmek mümkün.

(Yeşil Gazete, BBC)

Yeşil hareket bir öncüsünü daha kaybetti: Barry Commoner’ın ardından…

Seçim konuşmasında (1980) ve Time'ın kapağında (1970) Barry Commoner

Yeşil hareketin kurucularından, yeşil düşüncenin birinci kuşağının son isimlerinden ABD’li bilim insanı, ekososyalist Barry Commoner, önceki gün, 95 yaşında aramızdan ayrıldı.

Commoner, 60’lı yıllarda ortaya çıkan ve yeşil politikanın öncülü sayılabilecek “sağkalım politikasının” (politics of survival) kurucularından biriydi. Ama Commoner öncü bir politik isim olmadan çok önce, 50’lerin ikinci yarısında nükleer denemelerden kaynaklanan radyoaktif serpintinin izlerini binlerce bebeğin dişlerinde gösteren çok önemli araştırmalara imza atmış, büyük bir bilim insanı olarak tanınmıştı. Harvard ve Columbia’da biyoloji öğrenimi görmüş olan Commoner’ın bu araştırmalarının ve bilimsel çalışmalarını tamamlayan aktivizminin sayesinde, yer üstündeki nükleer denemeler 1963’te yasaklandı.

Barry Commoner (1917-2012)

Commoner sadece radyasyonun değil, kimyasal kirleticilerin etkileri üzerine de önemli çalışmalar yaptı. 60’lı yıllardan başlayarak Science and Survival (Bilim ve Sağkalım), The Closing Circle (Kapanan Çember), Making Peace with the Planet (Gezegenle Barış Yapmak) gibi çığır açıcı kitaplar yazdı. 1980’de kurucularından olduğu Citizen’s Party (Yurttaş Partisi) adına çevre, sosyal haklar ve insan hakları gündemli bir seçim kampanyası yaparak başkan adayı oldu. Bu anlamda ABD’de yeşil politikanın öncülüğünü yaptığı söylenebilir.

Commoner’ın The Closing Circle‘da yer verdiği “ekolojinin dört yasası” onun en iyi bilinen yazıları arasındadır. Commoner’a “ekolojinin babası” ünvanını kazandıran bu dört yasa şöyle özetlenir:

Barry Commoner Exxon'a karşı bir eylemde

1. Her şey diğer her şeyle bağlantılıdır.
2. Her şey bir yerlere gitmek zorundadır.
3. Doğa en iyisini bilir.
4. Hiçbir şey bedelsiz değildir.

Barry Commoner’ın ve onun ekososyalizminin yeşil politika için önemini, geçen yıl, Üç Ekoloji’nin 8. sayısı için yazdığım “Yeşiller ile Sosyalizmin Tarihsel Kesişme Noktası Anarşizm mi?” başlıklı yazıda anlatmıştım. O yazıdaki Barry Commoner bölümünü, ölümünün hemen ardından Yeşil Gazete okurları için alıntılamak istiyorum.

“Bugün yaygın anlamıyla “çevrecilik” olarak bildiğimiz akımın ABD’deki öncüleri arasında yer alan Barry Commoner, bir biyoloji profesörü ve bir sosyalistti. Commoner, insanların yeryüzündeki varlıklarını sürdürebilmek için nasıl politikalar izlenmesi gerektiğinden bahsetmeye başladığında, yani “sağkalım politikası (politics of survival)” denen akıma dahil olduğunda 70’li yıllar daha başlamamıştı. Henüz ekosferin bir bütün olarak tehlikede olduğundan, doğal yaşam alanlarındaki ve büyük ekosistemlerdeki çevresel krizlerden, küresel bir sorun haline gelmeye başlayan hava, su ve sanayi kirlililiğinden, teknolojinin ölümcül kusurlarından, nükleerin hem silahlanma hem de enerji üretiminde bir bütün olarak yıkım tehlikesi yarattığından söz etmek bugünkü kadar alışılmış ve “basmakalıp” hale gelmemişti. Time dergisinin çevreyi konu alan ilk kapağında, 7 Şubat 1970 tarihinde Barry Commoner’ın resminin yer aldığını söylersek, bu ismin o dönemler için en azından ABD’deki önemi daha iyi anlaşılır. (1)

Commoner’ın çevre sorunlarının kökenlerinden ve çözüm önerilerinden bahsettiği en ünlü kitabı The Closing Circle 1971’de yayınladığı zaman büyük ilgi toplamıştı. Çoğu insan bunları ilk kez duyuyor ya da derli toplu olarak ilk kez bir arada görüyordu. Aynı yıllarda Roma Kulübü’nün hazırlattığı “Büyümenin Sınırları” (Limits to Growth) bugün bu türün en önemli örneği olarak bilinse de, bilimsel bulgular, veriler ve haberler ışığında hazırlanan uyarı tonu yüksek yazı ve kitaplar çevresel sorunlar yaygınlaştıkça ve üzerinde çalışan kişi sayısı arttıkça hızla çoğaldı. İşte Barry Commoner bu türün birkaç öncüsünden biridir.

Commoner’in çevreciliğe yaptığı en önemli katkı, diğer bazı isimlerle birlikte bugün çevrecilik dediğimiz zaman aklımıza ilk gelen şeylerin daha sosyal bir çerçeveye oturtulmasını sağlamasıdır. Bugün çevre sorunlarından kaygı duyan insanların çoğunluğu, toplumsal eşitsizliklerin çevre meseleleriyle ilgisini, yoksulların çevre sorunlarından daha fazla etkilendiğini, çevreye duyarsız şirketlerin denetlenmeyen faaliyetlerinin yarattığı kirliliği ve çevreye duyarsız üretimlerin şirket karlarını arttırmak için körüklendiğini kabul eder. Farklı kesimlerin çözüm önerileri farklı olsa da, çevre sorunlarının sosyal sorunlarla bağı genel kabul görür. Commoner’ın dediği gibi “Irkçılık, yoksulluk, güçsüzlük ve kimyasal kirliliğin çevreye saldırısı arasında fonksiyonel bir bağlantı vardır.” (2)

Çevreciliğin sosyal sorunlarla bağının anlaşılması önemliydi. Hala da önemlidir… Bunun nedeni sadece çevre sorunlarının temelinin siyasi olduğunu ve sistem sorununu görmek de değildir. Günlük hayatta, yaşam biçimi tartışmalarında ve gündelik politika içinde çevre sorunlarının ayrı tutulmasının ve yalnız bırakılmasının bedelini hala ödüyoruz. Bu anlayış çevre sorunlarını yanlış yönetime, insanların “kötülüğüne”, ya da nüfus fazlalığına bağlar. Sorunu siyasal özünden sıyıran bu anlayış hareketin tabanında hala yaygındır. Ama çevre meselesini sosyal sorunlarla birleştiren Commoner gibi sol kanat çevreciler sayesinde çevrecilik bundan ibaret olmaktan çıkmıştır.

Commoner’ın “Nüfus Bombası” kitabının yazarı ve Yeni-Malthusçu çevreciliğin öncüsü Paul Ehrlich ile yaptığı tartışma zamanında son derece popüler olmuş ve suçu nüfus fazlalığına (dolayısıyla ayrımsız bir biçimde insana, hatta daha fazla “üreyen” yoksul ülkelere ve aslında doğrudan yoksullara) yıkan anlayış Commoner’in sert “ekososyalist” muhalefetiyle karşılaşmıştı. (3) Commoner’in ekososyalizmi bugünkü örneklerin tersine Marksist kaynaklara çok fazla referans veren bir ekososyalizm olmadığı gibi, zamanın Ortodoks Marksist yorumlarına da uzaktı. Üstelik 1980’de, henüz yeşil bir partinin olmadığı ABD’de Yurttaş Partisi adında bir parti kurarak Reagan’a karşı başkan adayı olan Commoner mücadelesini seçimlere taşımış ve bu anlamda ülkesinde yeşil politikanın da öncülüğünü yapmıştı. Commoner bu nedenle ekososyalizmi çevre hareketinin içine ve yeşil politikaya taşıyan belirleyici isimler arasındadır.”

(1)   Michael Egan, Barry Commoner and the Science of Survival: The Remaking of American Environmentalism. The MIT Press, Cambridge, 2007
(2)   Barry Commoner, The Closing Circle: Nature, Man, and Technology. Knopf, New York, 1971
(3)   Andrew Feenberg, The Commoner-Ehrlich Debate: Environmentalism and the Politics of Survival. (içinde) Minding Nature: The Philosophers of Ecology (ed. David Macauley). The Press, New York, 1996.

Büyük insandı Barry Commoner. Bize çok şey öğretti. En çok da bilimle ekolojinin, ekolojiyle aktivizmin, aktivizmle siyasetin birbirinden ayrılamayacağını ve yeşil hareketin dünyaya soldan bakması gerektiğini.

Toprağı bol olsun. Doğayla uyusun.

Tarihçi Eric Hobsbawm 95 yaşında öldü

20. yüzyılın önemli tarihçilerinden Eric Hobsbawm 95 yaşında hayatını kaybetti. Ailesi yaptığı açıklamada ” O, eşi  Marlene, üç çocuğu ve sekiz torununun yanında dünyanın dört bir yanındaki binlerce okuyucu ve öğrenciler tarafından da özlenecek” dedi.

Hobsbawm özellikle 20. yüzyıl tarihi üzerine çalışmaları ve 40 dile çevrilen Aşırılıklar Çağı adlı kitabıyla tanınmaktaydı.

Tarihçi Niall Ferguson, Hobsbawm’ın Devrim Çağı ve Aşırılık Çağı eserleri için, ” Modern tarih çalışmaya başlamak isteyenler için en iyi başlangıç noktası” demişti.

Hobsbawm’ın Marksizm’e hayatı boyu bağlılığı ve Sovyetler Birliği’nin 1956’daki Macaristan işgalinden sonra da İngiltere Komünist Partisi üyesi olması onu tartışmalı bir figür yapmıştı.

Rus Devrimi’nin gerçekleştiği 1917 yılında Mısır’da doğan Hobsbawm’ın hayatı ve çalışmaları radikal sosyalizme bağlılığıyla şekillendi. Hitler’in iktidara geldiği yıl ailesiyle birlikte Berlin’e yerleşen Hobsbawm, 14 yaşında Komünist Parti’ye üye oldu. Hitler’in etkisinin arttığı 1933 yılında Londra giden Hobsbawm, Cambridge Üniversitesi’nde doktorasını tamamlayıp, 1947’de Birkbeck Koleji’nde eğitmen oldu. Hobsbawn 1970 yılında profesör unvanını alarak 1978’de İngiliz Akademisi üyesi oldu.

(Bianet)