Ana Sayfa Blog Sayfa 4465

Psikologlar “Tarihin Sonu” yanılsamasını keşfetti

Roarmag.org’da Jerome Rood imzasıyla yayınlanan makaleyi, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Evrim Şahin‘in çevirisiyle sunuyoruz.

***

Bu hafta, Science çok derin sosyal, politik ve felsefi çıkarımları olan heyecan verici bir makale yayımladı.  19.000 insanın karakterlerinin, değer ve tercihlerinin ölçüldüğü geniş kapsamlı bir çalışmada, Harvard ve Virginia Üniversiteleri’nden 3 kişilik bir psikolog grubu tüm yaş gruplarındaki insanların- geçmişte çok değiştiklerini iddia ettikleri halde bile- gelecekte karakterlerinin, değer ve tercihlerinin ne kadar değişebileceğini hafife almaya sistemli olarak eğilimli olduklarını buldular.

Bu inancı “Tarihin sonu yanılsaması”  olarak adlandırarak, yazarlar “ insanlar, öyle görünüyor ki, içinde bulunduğumuz zamanı, nihayet ömürlerinin geri kalanında olacakları kişi oldukları önemli bir dönüm noktası anı sayıyorlar” sonucunu çıkardılar. Çalışma, şimdiki tercihlerinden keyif almak için gelecek fırsatlar için değerinden fazla ödeme eğiliminin de dahil olduğu bir takım pratik sonuçların listelenmesiyle devam etti. Ancak çalışmanın tüm bu çıkarımları içinde en belirgin olanı araştırmacılar tarafından asla açık bir şekilde ayrıntılarıyla açıklanmıyor.

Benim gibi bir politik ekonomist için, hemen akla gelen soru şu: Bu buluşların politik çıkarımları nelerdir? Açıkca görülüyor ki, “tarihin sonu” kavramı Hegel tarafından bulunmuş politik-felsefi bir fikirdir. Fransız düşünür  Alexandre Kojève kanalıyla, sonrasında Sovyetler Birliği’nin dağılmasının Batı liberal demokrasisi ve kapitalizminin esas zaferini başlattığını öne sürmek için konsepti kullanan Amerikalı politik ekonomist Francis Fukuyama tarafından geliştirilmiştir.

Fukuyama’nın 1992’deki kötü şöhretli Tarihin Sonu ve Son İnsan kitabında yazdığı “Tanık olabileceğimiz şey” sadece Soğuk Savaş’ın sonu, ya da savaş-sonrası tarihin belirli bir dönem geçişi değil,  tarihin sonudur, şöyle ki insanoğlunun ideolojik evrimi ve insan hükümetinin son formu olarak Batı liberal demokrasisinin evrenselleşmesinin son noktasıdır. Bir bakıma, Fukuyama, Thatcher’in “alternatif yok” iddiasına mükemmel bir ideolojik  dayanak oluşmasını sağladı.

Son yıllarda, bununla birlikte, Fukuyama’nın tezi gerçek dünya olaylarıyla fena halde sarsıldı. 2011’deki bir makalede yazdığım gibi, Arap Ayaklanması’yla başlayan global kapitalizm krizi ve global devrimsel dalga Tarihin Sonunun Sonuna işaret etti. O zaman da yazdığım gibi, “Parçalanıyor olan şey pek de demokratik kapitalist sistem değil aslında, daha ziyade bu sistemin sonsuz özgürlük, eşitlik ve mutluluk arayışındaki sosyal hayatı organize etmek için tek yol olduğu şeklindeki Ütopik inançtır”.

Liberal demokrasinin kurumlarını reddederek, tüm dünyadaki aktivistler herşeyin doğrudan demokrasi, karşılıklı yardım, lidersiz özörgütlenme ve hayır kurumları inancı etrafında döndüğü, kökten farklı değer ve tercihlerle yeni sosyal organizasyon formlarını ön plana çıkardılar. Bugünün devrimcileri politik sistem üzerine baskı yapmıyorlar. Daha çok, doğrudan eylemle, henüz gelmemiş bir şimdiyi önceden tasarlıyorlar- eskinin içinde doğmayı bekleyen yeni bir dünya.

Ancak eski dünyanın temsilcileri bunu göremiyor. Gelecek değişimin kaçınılmazlığıyla yüzleşmektense, liberaller şimdinin ölümsüz mucizelerini sürekli olarak överken muhafazakarlar geçmişe bağlı kalıyor. Tarihin Sonu’ndaki hayalgücü noksanlığının çarpıcı tasvirinde,  dünyanın sonunu hayal etmenin kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay olduğu belirtilmiştir. Sosyal değişim için gerçek umudun yokluğunda bugün hepimizin hayal edebileceği şey çevresel değişimdir- yada daha doğrusu, felakettir.

Bizi bekleyen değişimleri – hem bireysel hem sosyal olarak- hayal etmekten neden bu kadar aciziz ? Science makalesi yazarlarına göre, bunun sebeplerinden biri  “kendi mükemmelliklerini gözünde büyütmek için insanların yazılı olarak da desteklenmiş eğilimi.” Eğer biz içinde bulunduğumuz zamanda çok harikaysak, neden gelecekte değişmek isteyelim? Ancak liberal demokrasi ve global kapitalizmin mükemmelliğine kesinlikle fazla değer verilmesi söz konusuyken, burada daha fazlası oynanmakta görünüyor.

Hepsinden önemlisi, geleceğin öngörülebilirliği bize güvenlik hissi sağlıyor gibi görünüyor. Geçmişteki değişimler şuan olduğumuz kişi olmamıza yardımcı olduğu halde, gelecekteki değişimler  tabiatı gereği bilinmezdir, bu nedenle titizlikle yapılandırdığımız ben kavramı anlayışını tehdit eder. Pek çok insan için,  önümüzdeki 10 yılda kendi değer ve tercihlerimizi tanıyamayabileceğimiz düşüncesiyle ilgili son derece tedirginlik veren bir şey var. Benzer bir korku gelecekteki sosyal değişim beklentilerini de altüst edecek gibi görünüyor.

Ancak ne olursa olsun, hep aynı kalacak olan tek bir şey var ki o da herşeyin değiştiğidir. Zapatistas’ların Subcomandante  Marcos’unun en sonki EZLN communiqué’de açıkladığı gibi, başarısız olmak için bize ihtiyaçları yok; ve başarılı olmak için de bizim onlara ihtiyacımız yok. Kapitalist devlet devrimciler olmadan kendi kendini yok edecektir, ve devrim kapitalist devlet olmadan devam edebilir. Radikal değişim kaçınılmazdır.  Bu gerçeğe bile bile gözünü kapatanlar yalnızca Tarihin Sonu İlüzyonuna kapılırlar. Bunu zaten bilmiyor değildik. Ama şimdi kanıtımız var.

Yeşil Gazete için çeviren: Evrim Şahin

Yazının özgüh hali için (ingilizce) tıklayınız

(Roarmag, Yeşil Gazete)

Yılda 2 milyar ton gıda doğrudan çöpe gidiyor

Britanya’da bulunan Makina Mühendisleri Enstitüsü‘nün yayınladığı yeni bir rapora göre dünyada üretilen tüm gıdanın %30 – %50 arasındaki kısmı sofraya gelemeden çöpe atılıyor. Sofraya gelemeden atığa dönüşen gıda miktarı yılda 2 milyar tonu buluyor.

“Küresel Gıda: Çöpe Atma, İsteme” başlıklı rapora göre bu israfın nedenleri arasında gıdalara gereksiz katılıkta son kullanma tarihi kısıtlamaları getirilmesi, marketlerdeki bir tane alana bir tane bedava gibi kampanyalar, Batılı tüketicilerin kozmetik olarak mükemmel görünüşte gıda talep etmesi ve yetersiz altyapı ve saklama koşulları gibi yanlış tarımsal ve mühendislik pratikleri yer alıyor.

"Küresel Gıda: Çöpe Atma, İsteme" başlıklı raporun kapağı

Britanya’da üretilen sebzelerin %30’u satıcıların fiziksel görünüş standartlarına uymadığı için hiç hasat edilmiyor. Avrupa ve Amerika’da tüketicilerin de satın aldıkları ürünlerin yarısını yemeden çöpe attıkları tahmin ediliyor.

Hiç tüketilmeyecek gıdaları üretmek için bir yılda harcanan su miktarı 550 milyar metre küp. 1 kilogram et üretimi için gereken su miktarının 1 kg sebzeyi üretmek için gerekenin 20-50 kat üzerinde olması da etobur beslenmenin gereksiz su tüketimini artırdığı anlamına geliyor.

Enstitü’nün çevre ve enerji bölümünün başındaki Tim Fox dünya çağında çöpe atılan gıda miktarının akıl durdurucu miktarda olduğunu söylüyor. Fox’a göre bu gıda artan nüfusun ve açlık çeken insanlarrın ihtiyacını karşılayabilirdi. Ayrıca çöpe atılacak gıdaların üretilmesi, işlenmesi ve dağıtılması için gereksiz ölçüde su, enerji ve toprak da harcanıyor.

(The Guardian, Yeşil Gazete)

“Siz Metin Kaçan’la Geceler Boyu Geyik Çevirirken…” – Osman Akınhay

Dün ve bugün gazetelerde ve internet sitelerinde Metin Kaçan’ın edebiyatçılığına ve hayat rajonuna dair güzellemeler okuduk. Pek de itinayla kaleme alınmışlardı. Ellerine sağlık.

Tabii ki Metin Kaçan’ı seviniz, ölümüne üzülünüz. Bu sizin hakkınız.

Tabii ki Metin Kaçan’ın Ağır Roman’ını çok beğeniniz (ben de çok beğendim!), göklere çıkarınız, bu da sizin hakkınız.

Metin Kaçan’la duygudaşlığınızı her vesileyle belli ediniz, onunla yaşadığınız hatıralarınızı dökünüz. Tabii ki bu da hakkınız.

Tabii ki bir edebiyatçının eseriyle, hayatındaki fiilleri aynı terazide tartılmaz. Doğrudur. Bir örnek yeter: Celine de hayatının sonlarına doğru faşist ve Yahudi düşmanı olmuştur, ama Gecenin Sonuna Yolculuk’un yazarıdır.

Fakat Metin Kaçan’ın ölümüyle, onun hayatından başka bir gerçeği hatırlatanlara, hele ki o dönemde ‘olay’daki kadına tek sahip çıkan feministlere şarlamaya, ya da Metin Kaçan yalnızca bir ‘edebiyatçı’ymış gibi tek yönlü methiyeler düzmeye kalkmayınız, ya da onun edebiyatçılığını göklere çıkaracaksanız, en azından ‘adının anıldığı diğer olay’a dair, en azından bir ihtimal payı bırakmayı ihmal etmeyiniz.

Çünkü siz onun hatırasıyla doluyken, başkaları da başka hatıralarla doludur.

Ben Güneş K.’yı tanımadım, bir kere, bizim ikinci el kitapçı dükkânına gelmiş olması vesilesiyle, tesadüfen tanıştım. Fakat onun başından geçen olayı, hem dergilerden okudum, hem de onun başından geçen olayla ilgili olarak hüküm giyen kişinin yakın arkadaşlarından, ‘gece’ye dair ‘mazeret bulucu’ bir dille sıraladıklarını dinledim.

Ama, Güneş K.’nın babasıyla tanıştım. Birlikte çalıştım. Everest editörüyken iki romanını, birkaç çevirisini yayına hazırladım. Bu vesileyle birkaç defa güzel sohbetler ettim.

Şimdi:

Metin Kaçan, Ayşe Arman’a verdiği söyleşisinde kendi kelimeleriyle, ‘kafalar 1500’ halde ‘o inanılmaz flu gece’den bahsediyor: “Ama iki salon tokatı, birkaç tekme ve birbirimize tükürmenin dışında başka birşey olmadı.”

Kafalar: “Ben uyuşturucu almıştım, ama Güneş kadar değil.”

Güneş’in kafa ‘daha 1500’ yani.

Ayrıca: “Zaten ne görgü tanığı var ne de başka bir şey.”

Görgü tanığı nerede olacaktı?

Keza: “Güneş’in ağabeyi Oktay, eroin kullandığı için Kanada’ya gidip tedavi olmuş biri. Güneş’in yanında para da vardı o gece. Belki de Oktay’a mal almaya gidiyordu, ne malum.”

He ya, ne malum?

Hem Güneş K.’nın çalıştığı yer de düzgün bir yer değilmiş ki:

“Her nasılsa Güneş de bir dükkan sahibi oldu orada. Ama tekin bir yer değildi. Kadın satmaktan, kumar oynatmaktan, küçük yaşta kız, travesti ve transseksüel bulundurmaktan kapandı.”

Uf, bayağı pis bir yermiş!

Ama bereket versin, kahraman ‘beyaz atlı prens’, Kolera’nın çocuğu Ağır Roman yazarı var devrede:

“Güneş’le ilişkim sürdüğü müddetçe orada yapılan işlere izin vermeyecektim.”

Her şey düzgün olacak ya, Ağır Roman’ın ‘yeraltı numaralarına karşı’ yazarı herhalde vergi falan bilem kaçırtmamıştır!

Her neyse, son bir iki gün twitter ve facebook yoluyla yayılan bütün söyleşileri, haberleri, yorumları tekrar ve dikkatle okudum.

Madem ki doktor raporuyla lehte tescilli, tecavüz meselesini -bir yazı bağlamında- hiç konu etmeyelim hadi.

Fakat kadına şiddetin ölçüsü, terazisi kaç gramdan, kaç tokattan başlar, nerede biter değerli yazar, şair ve yazar-şair kardeşlerimiz?

“İki salon tokadı, birkaç tekme.”

Tekmeler ve (salon) tokatlar(ı)! Şu Osmanlı bakiyesi Türkiye’de bundan ne olacak canım?

Peki, var mı o geceye dair bir özür, bir üzüntü, ya da hatta, bir özür, bir üzüntü iması?

Yok.

Ha, ‘keşke’ var:

Yine: “Keşke bir sürü sigara sarıp tartışmasaydık…”

Yanlış anlamayın: ‘Keşke [kadının] canı yanmasaydı’ değil, ‘keşke sigara sarmasaydık’.

“Psikolojim bozuldu, ağır travmalar geçirdim.”

Haliyle.

Ya arkadaşı, Alp Buğdaycı: “Hayatı kaydı adamın.”

Arkadaşının hayatının kaydığı kayıtlara geçmiş oluyor böylece.

Peki, ya kadın?

Ya kadının babası, annesi?

Onların hayatı eğilip bükülmez bir kaidenin üzerinde dimdik mi duruyor(du)?

Dedim ya, ben, feministlerin gayretleri dışında ‘hayatının kayıp kaymadığının kaydının tutulmadığı’ bu kadının babasını tanıdım. Everest’in editörlüğünü yürütüyordum o sıralar. Şimdi Metin Kaçan’ın kitaplarını yayınlayan aynı yayınevinde; kitapları hâlâ aynı yayınevinde satışta. İlkin Adnan Özer tanıştırmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam, Azerbaycan’lı yazar Anar’ın Sıraselviler’de Bir Otel Odası’nın çevirisi için. Başka çevirileri vardı, Behrengi’nin kitaplarını çevirmişti mesela, bir de romanı: Amcam Hamlet.

Amcam Hamlet’i okuyun. Çok yakınımızdaki bir coğrafyaya dair, çok az bilinen bir tarihi anlatır. Azerbaycan Musavat (Eşitlik) Partisi’nin kurucularını, yazarın kendi babasını, Londra’da tiyatro eğitimi görüp, daha sonra Sibirya’ya sürgüne gönderildiğinde Hamlet’i sergilemeye çalışan ve orada soğuktan donarak ölen amcasını (roman, adını buradan alır). En son roman, Van’da istasyondan bir trene bindirilip Türkiye’ye gelişiyle biter.

Sorulunca, İldeniz Bey şöyle anlatır: 1920. Sovyetleştirilen Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bir subayı, aynı zamanda devlet ve hükümette söz sahibi Müsavat Partisi gizli kurumunun faal bir üyesi, uzun hapislik yıllarından sonra tam yaşamından umut kesilmişken, bir rastlantı sonucu İran’a sürülür. Bu cumhuriyetin Sovyetleştirilmesinde büyük payı olan bir Azeri, Bolşevik’in kızına sevdalanır. Ve evlenirler. Bu sevdadan ben doğdum” (daha fazlası için bkz. http://ildenizkurtulan.blogspot.com).

İldeniz Bey’in başka romanları da vardır. Başından geçen olayları romanlaştırmayı seven bir kalemdir. Ben orada editörken, doktor olarak bulunduğu zamanları anlattığı Kurtalan’da Doktor Olmak kitabını da basmıştım.

İldeniz Bey, başına gelen olayları romanlaştırmayı sever dedim ya. Bir gün, romanlarıyla ilgili bir televizyon çekimi için Haydarpaşa istasyonundayken, ara öğünü kaçırmış olduğu için şeker komasına girer. Çekimi yapamaz, alelacele hastaneye kaldırırız, sonra evine götürürüz. Aylar sonra getirdiği bir dosyada, henüz bitirmediği romanında bu olayı anlattığını da okurum. O romana ne oldu bilmem, ben ayrıldıktan sonra getirdi mi getirmedi mi, yoksa tamamlayıp tamamlamadı mı, bilmiyorum.

İldeniz Bey birkaç yıl önce ayrıldı bu dünyadan. Onu hep durgun hatırladım; sadece kitaptan bahsettiğimizde gözleri bir ışır sönerdi. Yayınevinin sekreteri Nurhan Hanım’dan tek ricam, bazen Metin Kaçan, Adnan Özer’in misafiri olarak ofise geleceğinde karşılaşmamalarını sağlamaya çalışmak olurdu.

İldeniz Bey’in ‘olay’ın ardından, ‘olay’ın ağırlığını taşıyamadıkları için karısıyla birlikte Kanada’ya göçtüklerini, bir iki yıl sonra orasının iklimine dayanamadıkları için de geri göçtüklerini duymuştum. Ailesi onu Van’dan trene bindirip Haydarpaşa’ya gönderdiklerinde, çok yıllar sonra yaşlılığında kızının başına gelen bir olay yüzünden, bu sefer dünyanın başka bir köşesine göçmek zorunda kalacağını aklına hiç getiremezdi elbette.

Bir kere, “Biz Kanada’dayken…” diye söze başlamış, belki de benim meraklı gözlerimle karşılaşınca susup gözlerini indirmişti hemen, dudaklarını hafif büzerek. İncinmişliği belli oluyordu.

Kim incitmişti onu?

Nihat Genç, Metin Kaçan’a dair ölüm-sonrası yazısını, “Arkadaşlar arası geceler boyu bir geyikti hayatımız,” diye bitiriyor.

Yok ya!?

 

Bu yazı ilk olarak agorakitapligi.com da yayınlanmıştır

 

Osman Akınhay – Agora Kitaplığı

 

 

[Yazı Dizisi] Fransa’nın bereketli topraklarının bize anlattıkları ~2

Alternatif medya kuruluşu UTNE.com‘da Carolyn Lebel imzasıyla yayınlanan makaleyi, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Bora Kabatepe‘nin çevirisi ve önsözüyle iki parça halinde sunuyoruz.

Yazı dizisinin dün yayınladığımız ilk bölümünün ardından ikinci ve son bölümünü de aşağıda sunuyoruz.

***

Toprağımızın sağlığı, bizi bu iklim kaosunun olumsuz etkilerini hafifletmek ve bizi bu onlardan korumak için çok önemli bir rol oynayacak. Bereketli topraklar karbonu yakalamak için okyanuslardan sonra gelen en geniş kaynak. Toprak en kötü selleri tamamen önlemeyi başaramayacak olsa bile, su tutma kapasitesi aşırı yağışların sele dönüp dönmemesi konusunda belirleyici bir etken olmaya devam edecek.

Toprağın verimliliği, bir alana düşen suyun yerkürenin kabuğuna süzülüp, yolda suyun temizlenmesi işini gören mikroorganizmalar tarafından arıtıldıktan sonra yer altı havzalarına  mı ekleneceğini, yoksa yerin üzerinde kayıp giderek yanında yenilenmesi çok zor olan üst toprak tabakasını da beraberinde nehirlere ve su yollarına götüren bir yıkım aracına mı dönüşeceğini belirler. Bu tür toprak erozyonu, ekilebilir alanların üçte birinin karşılaştığı bir problem olarak, toprak varlığımızın kalıcı olarak kaybına sebep olur.

Alsace’nin Sundgau mahallesinde yaşayan köylüler, Doğu Fransa’nın birçok bölgesinde olduğu gibi, ilkbaharın şimşekli gökyüzüne artık korku içinde bakıyorlar. 9 Mayıs 2009’da 500 hektarlık ekilmemiş alan üzerine bir saat içerisinde 5 santimlik yağış düşmüştü. Yağmur suyunu tutamayı başaramayan çorak toprak, suyun yolunu izleyerek tepeden aşağıya köyün üzerine hücum etti. Çamurlu karışım en düşük dirençli yolu takip etti ve caddeleri sel aldı, zemin katları göle döndü ve köylüler artık her bahar tekrarlanmaya başlayan ağır kayıplar yaşadılar.

Geçtiğimiz on yılda, gittikçe şiddetlenerek tropik bölgelerdeki seviyelere ulaşan güçlü ve sık gökgürültülü fırtınalar bölgenin erozyona yatkın topraklarını vurdu. Bölgedeki yüzelli köy en az bir kez çamurlu akıtılara yenik düştü ve bunlar tüm benzerliklerine rağmen Tanrı’nın gazabı değillerdi. Hepsi insan elinden çıkmış felaketlerdi.

Alsace Tarımsal Yenileme Derneği’nden (ARAA) Paul van Kijk’e göre, “hepsi yanlış yöne giden” başlıca sebepler arasında bölgede ekilen ürün türlerinin değiştirilmesi, hayvanların yavaş yavaş sistemden çekilmesi ve dolaylı olarak topraktaki organik maddelerin azalmasına sebep olması var. “Bu bölgede eğilim mısır gibi yaz ekinlerinin daha fazla ekilmesi yönünde. Dolayısıyla tarlaların çoğu bahar aylarında fırtınalar geldiğinde bir korumadan yoksun oluyorlar.” diye açıklıyor. Çıplak alan, bereketli toprakların tutunacak hiçbir şeyinin olmaması anlamına geliyor. “Ekin tercihleri pazar ve yardım paketleri tarafından dikte ediliyor. Bunların beraberinde getirdiği problemlerle ilgili bilinç ise bir gecikmeyle oluşuyor”.

Charles Darwin, son günlerini sıradan toprak solucanlarını incelemekle geçirmişti ve bu süre içerisinde onların kararlı bir şekilde toprağı sürmekle meşgul olduklarını görmüştü. Solucanlara bu yüzden doğanın bahçıvanları demiştir.  Toprak biyologları ise bugün onları yeraltının karanlıklarına hapsolmalarına rağmen suyun akışına, oksijenin dolaşımına ve köklerin ilerlemesine veren dehlizler açtıkları için “toprak mühendisleri” olarak adlandırırlar. Solucanların bol bulunması her zaman sağlıklı bir toprak göstergesi olmamasına rağmen azalmaları kesinlikle endişe verici bir durum.

50 yıllık derin sürümün, aşırı gübre kullanımının ve kimyasal mücadelenin ardından, Yeşil Devrim yeraltındaki yaşamdan götüreceğini götürdü. “Tarlaların çoğu artık biyojik olarak ölü” diyordu tanımış topral biyoloğu Claude Bouruignon tün Fransa’ya 15 Ekim 2008’de akşam haberlerinde. “Topraklarımızdaki biyolojik aktivitenin %90’ını yok ettik. Toprak solucanını örnek alalım. 50 yılda hektarda 2 tondan sadece 50 kiloya düşürdük varlıklarını. Bu çok vahim bir düşüş.”

Vilain’e göre, Fransa’nın geniş tahıl ovalarında hektar başına 40 ton organik madde kaybı yaşandı: “30 senede organik madde oranını %3-4 seviyelerinden %1-1,5’a indirdik. %1’in altı verimsizlik ile ilgili ciddi problem yaşamamız anlamına gelir. Henüz o noktada değiliz. Ama adım adım oraya doğru gidiyoruz.”

“Ne kadar fazla monokültür ekersek, mikrobik yaşamı o ölçüde azaltmış oluyoruz. Üzüm bağları en düşük mikrobik biyokütleye sahip” diyor Fransa’dan 2200 toprak örneğini inceleyen ve Fransız Ulusal Tarım Araştırmaları Enstitüsü’nde (INRA) araştırma direktörü olan Lionel Ranjard. “Hangi noktada biyoçeşitliliği o kadar azaltmış olacağız ki toprak artık ürün veremeyecek hale gelmiş olacak? Bu önemli bir soru.”

Ortalama hasat hala etkileyici bir şekilde hektar başına 7000 kilogramken, çiftçilerin bir problem olduğunu anlaması gerçekten güç. Son 50 yıldaki yoğun gübre kullanımı verim problemlerinin üzerini örttü. Ancak dünya, diğer tüm sektörlerde olduğu gibi tarımda da kendisini 50 yıllık zenginliğimizi ve bel ölçülerimizi borçlu olduğumuz doğal kaynakların kıtlaşmasına hazırlamak zorunda. “Fosfor, Fransa topraklarının büyük bölümünde az bulunur halde ve dünya kaynaklarının önümüzdeki yüzyıl içerisinde tükeneceğini biliyoruz” diyor Arrouays mineral üretiminin ise sadece Fas, Çin ve ABD’de olduğuna dikat çekerek. Sentetik gübrelerin üretimi de talebi hali hazırda tavan yapmış olan petrol kaynaklarına bağlı. “Suni gübre kullanımını sınırlandırmamız gereken günler geliyor” diyor Bispo. “Kontrolü tekrar ele geçirmek için toprağın biyolojisine güvenmemiz ve organik maddeleri toprağa sağlamamız gerekecek.”

Bir diğer deyişle, bizi besleyen hayatı beslemek zorunda kalacağız.

***

Carolyn Lebel çevre ve sosyal konularda araştırma yazıları yazan Paris’li bir serbest muhabir. Yazı  ilk olarak Birleşik Krallık’ta yayınlanan “Resurgence & Ecologist” adlı iki aylık çevre dergisinin Eylül/Ekim 2012 sayısında basılmıştır.

 

– Yazı dizisi sonu –

Yazının özgün hali (ingilizce) için tıklayınız

Yeşil Gazete için çeviren: Bora Kabatepe

(UTNE.com, Yeşil Gazete)


Pınar Aksoğan: “Greenpeace Türkiye’nin 7 bölgesinde kömür kampanyasına başlıyor, Gerze başlangıç”

Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Kampanyası sorumlusu Pınar Aksoğan

Greenpeace Akdeniz, Sinop’un Gerze ilçesinde Anadolu Grubu tarafından yapılmak istenen kömürlü termik santrala karşı yürüttüğü kampanyayı “Gerze Korkmuyor” diyerek yeni bir sloganla sürdürmeye başladı. Kimkorkar.org web sitesine girenler Gerze’de direnen halkın videolarıyla karşılaşıyor ve imzalarıyla destek olmaya davet ediliyorlar.

“Efes Pilsen’in sahibi olan Anadolu Grubu, Sinop Gerze’de kömürlü termik santral kurmak istiyor. Fakat Gerze korkmuyor ve yıllardır direniyor. Sen de bu cesur direnişe destek ver, “Efes’ten kim korkar?” diyenlere katıl” diyen Greenpeace’in kampanyasında şu ana kadar 88 bini aşkın imza toplandı.

Biz de hem kampanyayı, hem de Türkiye’nin kömür sevdasını kampanya sorumlusu Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Kampanyacısı Pınar Aksoğan ile konuştuk.

Gerze’de son durum nedir? Son eylemlerden sonra bir gelişme varmı? Süreci kısaca hatırlatabilir misiniz?

Gerze halkı Anadolu Grubu’nun kömürlü termik santral planına karşı 4 yıldır direniyor, iki yıldır da santral sahası önünde nöbet tutuyor. Bu nöbet bugün hala aynı kararlılıkla devam ediyor. Anadolu Grubu, santrali kurmak için gerekli ÇED raporunu henüz alamadı. Santral kurulmak istenen alanın 100 dönümü orman arazisi. Anadolu Grubu halkın tepkisine rağmen orman arazisi ve tarım alanı olan, bölgenin içme suyunu sağlayan havzaya santral kurma planlarına devam ediyor ancak ÇED raporunu alamazsa projeden vazgeçeceğini de belirtiyor. ÇED raporunun bugüne kadar alınamamasında Gerze’deki mücadelenin de büyük etkisi var. Oradaki insanlar sadece çadırda direniş göstermiyor, aynı zamanda santrali neden istemediklerine dair ciddi bir kampanya yürütüyorlar.

Gerze korkmuyor!

Görünen o ki bütün Gerze halkı termik santrala karşı. Ama siz kampanya videosu için Şükran Çiftçi’yi seçmişsiniz. Şükran Çiftçi’nin hikayesini anlatır mısınız?

Şükran Hanım, santrale karşı olan Yaykıl köyü halkından bir çiftçi. Ancak, sadece Şükran Hanım değil tüm Yaykıl halkı bu santrale karşı ve videoların devamında Yaykıl köyünden birçok kişiyle yapılan röportajları görebiliyoruz. Şükran Hanım, korkusuzca iş makinalarının önüne yatıp gaz bombalarına rağmen direnişten yılmayan bir Gerze sevdalısı, Yaykıl köylüsü. Santrali neden istemediğini ve kararlılığını da çok güzel ortaya koyuyor. Kimkorkar.org adresinden hem Gerze hem de Yaykıl halkından santrale karşı görüşlerini dinleyebilirsiniz.

Gerze termik santralına hangi gerekçelerle karşı çıkıyorsunuz? Gerze’nin 50 civarındaki diğer termik santral projeleri arasındaki özelliği ne?

Gerze

Gerze, kömürlü termik santrallere karşı bir mücadele örneği olarak güçlü bir direniş sergiliyor. Bu projenin diğer projelerden farkı, halkın 7’den 70’e bu projeye karşı olması ve 4 senedir direncinden hiçbir azalma göstermeden mücadeleye devam etmesi. Ancak, Gerze direnişi Türkiye’deki tek mücadele değil; Amasra’dan Adana’ya, İzmir’den Zonguldak’a tüm bölgelerde termik santrallere karşı direnişler devam ediyor. Biz Gerze’deki mücadelenin kazanılmasının diğer mücadeleler için çok güzel bir örnek, ilham ve motivasyon olacağına, tüm Türkiye’deki kömür karşıtı mücadelelere bir domino etkisi yaratacağına inanıyoruz.

Gerze’de termik santral yapılmasını Tuncay Özilhan ve Anadolu Grubu dışında savunan var mı?

Yaykıl köylüleri

Gerze’de kurulması planlanan termik santrale Tuncay Özilhan ve Anadolu Grubu dışında destek veren bir grup olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylanmayan ÇED raporundan ve Gerze halkının taleplerine destek veren odalar, birlikler ve birçok sivil toplum kuruluşu ve girişimin görüşlerinden görebiliriz.

Siz Greenpeace olarak Tuncay Özilhan’a ulaşmayı denediniz mi? Şirket bölgedeki büyük tepkiden etkilenmiyor mu ve geri çekilmeyi düşünmüyor mu?

Tuncay Özilhan, geçtiğimiz yıl Gerze halkı için bir avuç insan tanımlaması yapmıştı.  Bugün dünya çapında en önemli 5 direniş arasında seçilen Gerze direnişi durumun böyle olmadığını ispatladı. Aynı şekilde, Tuncay Özilhan ÇED olumlu raporu alınmazsa projeden vazgeçeceğini açıklamıştı. Bu konuda Tuncay Özilhan ile görüştük, kendisi süreçten haberdar. Anadolu Grubu’nun bu gelişmeleri en doğru şekilde yorumlayıp bu projeden vazgeçeceğine inanıyoruz.

Türkiye son raporlara göre dünyada kömür santrali projesi sayısı açısından Çin ve Hindistan’dan sonra üst sıralarda görünüyor ve hükümet bu yılı kömür yılı ilan etti. Bu durumu hükümetin iklim değişikliği politikalarıyla birlikte nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün Türkiye’de 50 yeni termik santral planının yanında, faaliyette olan 17 santral ve inşaat halinde 16 termik santral var. Türkiye, 50 yeni santral planı ile Çin ve Hindistan’dan sonra dünyanın 4. kömür tehdidi. Buna ragmen 2012’yi kömür yılı ilan etti. Türkiye, enerji politikalarında doğru yola girmeyi kabul etmiyor. Türkiye’nin 1990 yılında kişi başına 3,3 ton olan karbondioksit salımları, 2010 yılında 5,5 tona çıktı. Türkiye’nin 2023 enerji vizyonu stratejisi ile bu rakam 2 katına çıkabilir. Sadece Afşin Elbistan’da planlanan 6 yeni ünite, Türkiye’nin toplamının 6 katı karbon salımına sebep olacak. Buna geri kalan 51 planı dahil ettiğimizde iklim değişikliği politikalarından bahsedilemez hale geliyor.

Türkiye elindeki tüm linyit kaynaklarının kullanımını teşvik ederken, fosil yakıtlara olan bağımlılığı azaltacak herhangi bir politika geliştirmiyor. Türkiye bugün enerji teknolojisini yurtdışından sağlıyor. Buna yakıt maliyetleri de eklendiğinde, enerji politikalarının sürdürülemez olduğu aşikar. Bu politikaların çevre ve insan sağlığına olan maliyetleri ise hiç konuşulmuyor. Türkiye’nin sahip olduğu en değerli kaynak güneş ve rüzgar. Hükümet artık bu gerçeği kabul etmeli, ve sağlam bir enerji yoluna çıkmak için adım atmalı. Aksi halde 20 yıl sonra da aynı sorunları konuşuyor olacak ve enerji çıkmazının yanına olumsuz sağlık etkileri ve çevresel yıkımın sonuçlarını nasıl telafi edeceğimiz sorununu da ekleyeceğiz.

İklim değişikliğiyle mücadelede kömür herhalde en önemli hedef. Siz Greenpeace olarak bu tür genel bir kömür kampanyası mı yürütüyorsunuz? Gerze bunun bir parçası mı?

Kömür, iklim değişikliğinin en büyük sebebi. Türkiye de bu korkunç senaryoda başrol oyuncularından biri. Greenpeace Akdeniz olarak Türkiye’de kömür en önemli hedefimiz.  Önümüzdeki birkaç yıl içerisinde bu planları durdurup Enerji Devrimi yoluna çıkamazsak, iklim değişikliğinde geri dönülmez eşiği geçmiş olacağız. Bu da, önümüzdeki dönemde kömürün iklim ve enerji adına önceliğimiz olacağının bir göstergesi. Bunun yanında Enerji Devrimi’ni başlatmak adına da ciddi çalışmalarımız olacak.

Gerze, kömür kampanyamızın başlangıcı oldu. Anadolu Grubu santral planından vazgeçene kadar da devam edeceğiz. Ancak kömür kampanyası Gerze ile sınırlı kalmayacak. 2013 itibarı ile Türkiye’de kömür santrali planları yoğun olan 7 bölgeyi hedef alacak geniş kapsamlı bir kampanya yürüteceğiz. Bundan sonra birçok bölgede ve farklı açılardan ele alınmış bir kömür kampanyası göreceksiniz.

Greenpeace’in kampanyasından bahsedebilir misiniz? Kampanyacılar neden 5 metrekarelik yere sahip oluyor? Bu fikir nereden aklınıza geldi ve kaç imza hedefliyorsunuz?

Santral kurulmak istenen alanın 100 dönümü orman arazisi. Aynı zamanda santral arazisi içinde kalan birçok alan hala bölge halkına ait. Bu kişiler arazilerini Anadolu Grubu’na satmayı reddediyorlar. Kampanyaya katılan kişilerden bir isteğimiz de, arazilerini satmayan bu kişilere destek vermeleri ve araziyi hep beraber koruma altına almaları. Böylece hem direnişi Türkiye çapında bilinir hale getirmek ve arazilerini satmayan bu cesur insanlara destek vermek istiyoruz. Sembolik bir sahiplenme olsa da, Gerze halkı için yüz binlerce insanın o toprakları Anadolu Grubu’na vermemek için sahipleniyor olması inanın büyük bir motivasyon.

Kampanya nasıl gidiyor?

Bu kampanya, geçtiğimiz sene başlayan ve bukapaginaltında.org sitesi üzerinden yürüyen kampanyanın devamı. Kampanyanın başlangıcından itibaren Gerze halkı ile birlikte ilerledik, tüm aktivite ve eylemlerimizi birlikte gerçekleştirmeye, Gerze’nin sesini olduğu gibi paylaşmaya çalıştık ve bunda başarılı da olduk. Kimkorkar.org kampanyası ile aynı şekilde devam etmeyi hedefliyoruz. Karşımızda büyük bir reklam veren olduğunu düşününce tabii medya etkisi bir yere kadar. Ama yine de şu ana kadar gelen tepkiler güzel ve imza sayıları da giderek artıyor.

Yeşil Gazete okurlarına bir çağrınız var mı?

Gerze halkının yanında olmak isteyen herkesi arazinin 5 m2’sini sahiplenmeye ve arazisini sonuna kadar savunan bu cesur halkın yanında olmaya çağırıyoruz. Türkiye’nin dört bir yanında devam eden direnişlere ilk olumlu haberin Gerze’den gitmesini diliyoruz ve bu kazanımların çoğalarak ortak mücadele ile Türkiye’nin kömür tehdidinden bir an önce kurtulması için herkese destek çağrısında bulunuyoruz.

Teşekkür ederiz.


Kampanyayı desteklemek için web sitesini ziyaret edebilirsiniz.

Röportaj: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Yargıtay 6 yıl sonra “Örgüt var” dedi

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Hrant Dink cinayeti davasında İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi kararının ‘sanıkların atılı suçları örgütün faaliyeti çerçevesinde işlediği’ gerekçesiyle bozulmasını istedi.

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 19 sanık hakkında verdiği kararla ilgili tebliğnamesini hazırlayanYargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, tebliğnamede durduk yere amaçsız bir şekilde sırf ‘örgüt kurdu’ desinler diye hiç kimsenin bir araya gelmeyeceğini belirtti.

Başsavcılık tebliğnamesinde yapılan tespitler şu şekilde:

“Sanıkların kişisel özellikleri, geçmişleri, hedef gözetilen kişilerin etnik ve dini özellikleri ve ülkemizde yaşayan insan profili göz önüne alındığında, olayın henüz ilk aşamasındaki etkin soruşturma eksikliği sebebiyle sanıkların birliği bozmayı hedeflemelerindeki amaçlarının tespiti mümkün olamamış ise de böyle bir amacın varlığını ilk başta tespit edememek, TCK’nın 302/1. maddesindeki kasıtla hareket ettiklerinin tespit ve değerlendirmesine ve hukuki nitelendirme yapmaya engel değildir.

Son eylemin sıradan bir adam öldürme eylemi olmadığı, dosyadaki eylemlerin, devletin birlik ve bütünlüğünü bozmak, otoriteyi zaafa uğratmak, kamu düzenini bozup ülkede kaos, kargaşa ve güvensizlik ortamı oluşturmak, huzursuzluk ortamına zemin hazırlamak, ülkemizi uluslararası arenada sıkıntıya sokmak şeklinde amaçlarının olduğu açıktır.

Dosya kapsamından anlaşıldığı üzere, sanıklar tarafından gerçekleştirilen 19 Ocak 2007 tarihinde sırf başka din ve milliyetten olması nedeniyle Fırat (Hrant) Dink’in öldürülmesi, sistemli, planlı ve organize olarak bir örgüt faaliyeti kapsamında, devletin birliğini bozmaya yönelik eylemler olarak değerlendirilmelidir.”

(Ajanslar)

 

Galatasaray’da nefesler tutuldu. Sneijder için son 24 saat

0
Hollandalı futbolcu. 2010 Dünya Kupası finalinde İspanya'ya 1-0 mağlup oldukları maç sonrası gözyaşlarını tutamamıştı. Sneijder sene sonunda Galatasaray ile Şampiyonlar Ligi Kupasını kaldırarak teselli bulabilir.

Galatasaray Spor Kulübü Başkanı Ünal Aysal’ın danışmanı Bülent Tulun, Wesley Sneijder konusunda kulübü Inter ile anlaştıklarını  futbolcunun da önümüzdeki 24 saat içinde bir cevap vereceğini açıkladı.

Inter Başkanı Morattı’nın ardından, Galatasaray da Inter ile anlaştık dedi. Bülent Tulun konuyla ilgili olarak Radyospor’dan Özgür Sancar’a yaptığı açıklamada “Sneijder, 24 saat içerisinde kararını bildirecek. Ben havanın olumlu olduğunu düşünüyorum; ancak kesin bir şey söyleyemem. Bazen yüzde 99 olacak dediğiniz transferler bile gerçekleşmez. Bu nedenle ne olasılık tahmini yaparım, ne de kesin olarak şöyle ya da böyle olacak derim” dedi.

İş resmiyete dökülmeden bu transfer oluyor demem. Her şey resmi imzalara bağlı. Olumlu bir ivme olduğunu söyleyebilirim; ama ne olacağını bilmiyoruz. Son 24 saatin içerisindeyiz. Futbolcu kararını bu süre içerisinde verecek” dedi.

Bülent Tulun, “Inter Milan’la anlaşıldı. Futbolcunun, Galatasaray’la ilgili fikri de olumlu mu?” sorusuna “Inter’le anlaştık, bir sorun yok. Genel itibariyle futbolcunun da pozitif olduğunu söyleyebiliriz; ancak henüz karar vermiş değil. Ailesiyle konuyu müzakere edip, bir karara varacak. Artık son aşamadayız” şeklinde konuştu.

Tecrübeli futbol adamı, “Sneijder olmazsa, alternatif ya da B planı var mı? O ayarda bir futbolcuyla daha temas olacak mı?” sorusu üzerine ise “Bunu düşünmedik. Şu anda bir şey söyleyemem. Bu işe konsantre olduk. Bu iş bitmeden bir başka transfer ya da ikinci bir transfer olup olmayacağını söyleyemem” dedi.

“Schalke bir kez daha rakip oldu”

Bu arada Schalke 04, sarı kırmızılı takıma sadece Şampiyonlar Ligi’nde değil, Sneijder transferi konusunda da rakip oldu. Alman kulübünün de Sneijder’le temasta olduğu belirtildi.

Sezon başında Barcelona’dan kiralanan İbrahim Affelay’ın bileğinden sakatlanması ve 2 ay sahalardan uzak kalacak olması nedeniyle Schalke, Sneijder’i transfer etmek istiyor. Afellay’ın Galatasaray’la yapılacak ilk maçta kesin olarak oynayamayacağı bildirildi.

(Eurosport)

 

Müzekart’a tepki yağıyor

Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1 Ocak 2013’ten itibaren Müzekart’ın sağladığı müze ve ören yerlerine sınırsız giriş hakkını yılda 1 kez olarak sınırlandırdı. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1 Ocak 2013 tarihinden itibaren Tam 30 TL, İndirimli 15 TL’ye satılan klasik Müzekart’lara sınırlama getirerek geçerli olduğu yıl boyunca her müzeye tek giriş hakkı tanıdı. 50 TL’ye satışa sunulan Müzekart+ alanların ise sınırsız giriş hakkı devam ediyor.

Müzekart, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca “Tarihe yolculuk başlıyor”, “Müze müze gezdiren kart” sloganlarıyla ilk kez 2008 yılında uygulamaya sokulmuştu. Yurttaşlar, 20 TL karşılığında kişiye özel olarak aldığı Müzekart’la, Türkiye genelinde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı 300’ün üzerinde müze ve örenyerine 1 yıl boyunca sınırsız ziyaret hakkı tanıyordu. Son derece ekonomik olması, bilet kuyruğunda beklemelere son vermesi ve kolay temin edilmesi gibi sebeplerden yurttaşların büyük ilgi göstermesi nedeniyle 2008-2012 yılları arasında 5 milyona yakın Müzekart satışı gerçekleştirildi.

Zaman içinde çeşitlenen Müzekart’a, müze ziyaretlerinin yanı sıra diğer sosyal, kültürel ve sanatsal faaliyetlere indirimli katılımı sağlayan “Müzekart+” ve yabancı turistlerin kullanımına sunulan “Museum Pass İstanbul” uygulaması eklenmişti.

Bu karara yurttaşlar, özellikle de üniversitelerin tarih, arkeoloji, sanat tarihi, mimarlık gibi bölümlerinde okuyan öğrenciler, sosyal medyada tepki gösterdi. Twitter’da “#muzekarthashtagiyle tepkiler sürüyor.

Twitter’daki tepkilerin artması üzerine Müzekart’ın twitter hesabından da bir açıklama yapıldı. Açıklamada uygulamanın 1 Ocak 2013 tarihinden itibaren alınan Müzekart’lar için geçerli olduğu, o tarihten önce alınan Müzekartlar’da sınırsız giriş hakkının bulunduğu bildirildi.

Öte yandan Change.org’da düzenlenen bir kampanya ile Kültür Bakanlığı Müzekart Yönetimi, Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği’ne gönderilmek üzere imza toplanıyor.

Katılmak için tıklayınız.

 

Yeşil Gazete, Habertürk

 

Okul sütü ihalesi onaylandı

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’ndan yapılan yazılı açıklamaya göre, dün 4734 Sayılı yasanın 21/b maddesine göre pazarlık usulü ile yapılan okul sütü ihalesi, ihale yetkilisi tarafından onaylandı.

Buna göre, 2012-2013 eğitim öğretim yılının ikinci döneminde, özel okullar dahil, 30 bin 752 okulda, ana sınıfı ve ilkokul olmak üzere toplam 6 milyon 171 bin 692 öğrenciye haftada 3 gün süreyle 200 ml UHT içme sütü dağıtılacak.

İhaleyi kazanan firmalar 11 Şubat 2013 tarihinde okul sütü dağıtımına başlayacak. Program kapsamında 2012-2013 eğitim öğretim yılının ikinci döneminde, özel okullar dahil, 30 bin 752 okulda, anasınıfı ve ilkokul olmak üzere toplam 6 milyon 171 bin 692 öğrencinin tamamına, pazartesi, çarşamba ve cuma olmak üzere haftada 3 gün süreyle 200 ml UHT içme sütü dağıtılacak.

(Cnn Türk)

Hasankeyf’e iyi haber: Ilısu’nun yürütmesi durduruldu

Hasankeyf antik şehrini yok edecek olan Ilısu barajında yürütmeyi durdurma kararı geldi.

Danıştay 14. Dairesi, Ilısu Baraj Projesi’nin Çevre Etki Değerlendirmesinden (ÇED) muaf tutularak inşa edilmesine karşı dava açan TMMOB Mimarlar ve Peyzaj Mimarları Odaları’nı haklı buldu.

TMMOB Mimarlar Odası ve Peyzaj Mimarları Odası geçtiğimiz Mayıs ayında yeni bir dava açarak Başbakanlığın Ilısu barajı ve HES projesine ilişkin bu genelgesinin 7. maddesinin iptal edilmesi ve öncelikle yürütmeyi durdurma kararı alınmasını talep etti. Danıştay 14. Dairesi, davacı Odaları haklı bularak Ilısu Baraj projesine ÇED zorunluluğu getirilmesi ve yürütmenin durdurulması kararı aldı. Karar, davacı odalara 7 Ocak 2013 tarihinde tebliğ edildi.

Türkiye’nin üstünde baraj bulunmayan son doğal nehri Dicle ile 12 bin yıllık Hasankeyf’i tehdit eden Ilısu baraj projesinin ulusal ve uluslararası kanunlar ve sözleşmelere tamamen aykırı olduğunu vurgulayan Doğa Derneği Genel Müdürü Engin Yılmaz  “UNESCO Dünya Kültür Mirası kriterlerinin onda dokuzunu sağlayan dünyadaki tek yer olan Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin korunmasının önündeki en büyük engel olan Ilısu baraj projesinin bir an önce iptal edilmesini bekliyoruz” dedi.

Kaynak: Doğa Derneği