Ana Sayfa Blog Sayfa 4429

Anayasayı hallederken!- Ayhan Bilgen

Bir başbakanın kendi ülkesinde “tek” resmi ve yaygın dili nasıl kullandığı son derece önemlidir. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki Türkiye’de bir çocuğun kullandığı kelime sayısı akranları ile kıyaslandığında son derece düşüktür. Eğitim sisteminin ortaya çıkarttığı tabloyu aşabilen ve kendi çabaları ile bunun üzerinde bir seviye yakalayabilen insan sayısı son derece azdır. Kelime hazinesi zekâ seviyesinin göstergesidir.

Ancak unutmamak gerekir ki düşünceleri ifade ederken tercih edilen kelimeler aynı zamanda bilinçaltını da yansıtır.

Anayasa konusunu “halletme” fiili ile ele almak bir tercihi yansıtmaktadır. Sorunları çözmek ve halletmek farklı anlamlara gelir. Türkiye’nin bir anayasa sorunu olduğu gibi anayasa yapamama sorunu olduğu da göz ardı edilmemelidir.

Anayasa’yı halledilecek iş gibi gören siyasetçilerin “hukuk” algısı sorgulanmaya değer bir sorundur. Hukuk-toplum, hukuk-güç, hukuk-değerler ilişkisi Türkiye siyasetçilerinin zihin dünyasında son derece çarpık bir yere sahiptir.

Mevcut hukuka itirazı olmak ve ondan kaynaklı sorunlara karşı duyarlı davranmak başka bir şeydir. İşine geldiğinde mevcut hukukun arkasına sığınıp, işine gelmediğinde hukuku yok sayan yaklaşımlar içine girmek, siyaseti ilkesiz ve tutarsız davranma sanatı haline getirmiştir.

Anayasa konusunu halledilecek bir iş olarak ele aldığınızda onu kiminle birlikte halletmek istediğinizin de özel bir anlamı olacaktır. Erdoğan son değerlendirmesinde “anayasayı BDP ile halletme” ihtimalinden söz ederken, “dağla kucaklaşmayan”, “kalleş” olmayanlar, gibi özel vurguları da çok net biçimde yapmaktadır.

Bu işin anayasayı “hallederken”, BDP’yi de “halletme” operasyonuna dönüşme ihtimali son derece yüksek gözükmektedir.

Ortada bırakın 367 rakamını bir 330 sorunu olduğu son derece açıktır. Anayasayı mevcut anayasanın bağlayıcı hükümleri doğrultusunda değiştirmeye kalkmanın “yeni anayasa yapmak” anlamına gelmeyeceğini azıcık bu işle uğraşan herkesin kabul etmesi gerekir.

Değiştirme işine gelince neyi değiştirmek istediğiniz ile kiminle değiştirmek istediğiniz son derece ilişkilidir. Hoş Türkiye siyasetinde bu denklem ve ilişki genellikle tersine kurulur. Toplum devlet çelişkisinin beslendiği bu çarpık ilişkinin anayasa sürecinde de önümüze çıkması kimseyi şaşırtmamalıdır.

Ben şimdilik “BDP ile hallederim” cümlesinin iki kesime verilmiş farklı mesajlar olduğunu düşünüyorum.

Bir taraftan Kürt siyasetini beklenti içinde tutmak ve hatta bu vesile ile silahlı çatışma sürecine anayasa gündemi ile müdahil olmak, ama diğer yandan diğer partileri ya da partilileri BDP ile korkutup iktidar ile işbirliğine zorlamak. Başkanlık konusundaki ısrarının dozuna göre kendi partisinden verebileceği fire ölçüsünde dışarıdan desteğe ihtiyaç var. Bu işi en karlı biçimde yapmanın yolu, resmen hiçbir parti ile ittifak yapmadan bireysel destekler ile “halletmek”. Mart ayının sonuna kadar verilen süre dâhil, başından beri en gerçekçi plan ve nihai olarak zorlanacak alternatif bu yöntemin tercihine dayanmaktadır. Hedef başkanlık olduğunda 367 rakamını bulacak işbirliği imkânsızlaşır. Hedef 330 olduğunda ise referandumda kurgulanacak kamplaşma dili, meclis içindeki işbirliğinden etkilenecektir.

Herkesin mesajı aldığını düşünüyorum. Ortada siyaseten mesaj verme ve oyun kurma yeteneği sergileyen tek aktör Erdoğan. Onun, oyun kurmalarından korktuğu aktörler ise resmi siyasi muhatapları değil. O anayasayı “halletmeye” çalışırken birileri O’nu “halletmenin” sinyallerini veriyor.

Osmanlıdan buyana anayasa sorununu “halledemedik” ama birbirimizi “halletme” konusunda gayet deneyimliyiz.

Ayhan Bilgen – www.alternatifsiyaset.net

ABD’de neden Kültür Bakanlığı yok?- Cemal Tunçdemir

ABD’de bir Kültür Bakanlığı yok. Amerikan sistemi, kültür ve sanatı, “devletin her türlü tasarrufundan azade kendi doğası içinde gelişmesi gereken unsurlar” gördüğü için Kültür Bakanlığı tesis etmiyor. ABD’deki müzeler ve kütüphaneler ya kar amacı gütmeyen bir sivil kuruluşa ya vakıflara ya da yerel yönetimlere ait. Kendi kendinize şahsi müze kurmanız da serbest ama müzenizin Amerikan Müzeler Birliği üyesi olmasını istiyorsanız bazı etik ve standart şartları taşımanız lazım. Sanat hayatına özel sektör yatırımı ise olağanüstü düzeyde. Dolayısıyla, ABD’de sanatın neredeyse hiçbir türünün ‘devlet desteğine’ ihtiyacı yok.

Dünyadaki ilk kültür bakanı efsanevi Fransız sosyalist yazar Andre Malraux’dur. Charles De Gaulle“kültürün demokratikleşmesi” saikiyle böyle bir bakanlık kurmaya karar verdi ve 1959 yılında Malraux’yu atadı. De Gaulle’un Malraux’dan tek bir beklentisi vardı:  “Kültürü ve sanatı sadece elitler için olmaktan çıkarıp, herkes için ulaşılabilir hale getirmek.”Ancak kültür bakanlığı fikrini en çok, böylesi bir bakanlığın ‘propaganda’ gücüne hayran kalan Naziler ile ‘kültürel planlama’ gücüne hayran kalan Sovyetler sevdi.

Bizde 1971 yılında kurulan Kültür Bakanlığı’nı başlatan ise şair ve kültür tarihçisi Talat Halman’dır. Kültür varlıklarımızı ve maalesef ülkemizde başka türlü yoluna devam edemeyecek bazı sanat kollarını koruma yolunda bugüne kadarki katkılarını görmezden gelemem ama varlığı ve fonksiyonu üzerinde yeniden ciddi bir tartışmaya gerek olduğunu düşünüyorum. Çünkü, 42 yıllık tarihinde bizim Kültür Bakanlığı, De Gaulle’ün “kültürün demokratikleşmesi ve halkın kültür ve sanata erişimini kolaylaştırma” saikinden çok, SSCB’nin ve Nazi Almanya’sının “kültürü iktidarın propaganda alanı haline getirme ve kültürel planlama” anlayışına daha yakın durdu. Tarihsel, toplumsal karşılığı olmayan yapay bir ‘ulusal kültür’ oluşturma çabası ve sanat dünyasını rant arenasına dönüştürme etkisi de cabası…

Aslında ABD’de de bir kültür bakanlığı kurulmasını isteyenler var. Hatta Obama’nın 2009’da seçilmesiyle bu konuda yeniden tartışmalar yaşanmıştı. Seçim kampanyası boyunca sanata ve kültüre yönelik yatırım vaatlerinde bulunan Barack Obama’nın bir kültür bakanlığı tesis etmesi için ünlü caz sanatçısı Quincy Jones, 2009 Nisan ayında bir imza kampanyası bile başlattı. Ancak, Fransa’daki gibi “ülkenin ulusal kimliğinin ve kültürünün bekçisi misyonlu” bir kültür bakanlığı fikrine, en başta Amerikan kültür ve sanat çevreleri sıcak bakmadı. Bu çevreler, sağlıklı bir toplumda devletin kültürü değil kültürün devleti manipüle etmesi gerektiğini savunuyorlar. Kültür Bakanlığı fikrine şiddetle karşı çıkanlar arasında ABD’nin tek bir bakanlığın tanımlayacağı ‘ulusal bir kültür’e sığmayacak kadar çoğulcu ve büyük olduğunu savunanından, kültüre resmi bir sınırlama ve tanımlama yapılamayacağını vurgulayanına, kültürel etkinliği yönlendirmekten ve sanatçılar arasında ayrımcı olmaktan kendini koruyamayacağına inanananlardan, kültürün teşvik ve reklamı yapılamayacak bir olgu olduğunu düşünenlere kadar farklı saiklerden hareket edenler var.

Obama’nın başkanlığa geçiş döneminde kültür sanat faaliyetleri danışmanı Bill Ivey, “ABD’nin kültürel çoğulculuğa dayalı serbest ve verimli sistemini merkezileştirerek, neyin sanat ve kültür olup neyin olmayacağını tayin edecek merkezi bir otoritenin kurulmasının Amerikan kültürüne vereceği zarara” dikkat çekmişti.

Baylor Universitesi Amerikan Tarihi profesörü ve “Money for Art: The Tangled Web of Art and Politics in American Democracy” adlı kitabın yazarı David Smith de Quincy Jones’un Kültür Bakanlığı kurulması önerisine şiddetle karşı çıkarak, sanatın devletle bu kadar güçlü bir bağının olmaması gerektiğini dile getirmişti. NPR’a verdiği röportajda, “ABD sanat yaşamının en muhteşem yönü ademi merkeziyetçi doğasıdır” diyen Smith, sanatın bu ‘başıbozuk’ düzenine müdahalenin kültür sanat yaşamını kurutucağının altını çizmişti.

 

Her 100 Amerikalı çalışandan biri sanatçı

 

Bir Kültür Bakanlığı olmayan ABD’de 2 milyonu aşkın kişi birincil mesleki uğraşını ‘sanatçı (artist)’ olarak belirtmekte. Bu ABD’deki toplam işgücünün yüzde 1.4’üne denk geliyor. Sanatçılar ABD’deki en kalabalık birkaç meslek grubundan biri. Bir başka deyişle, ABD’de toplam avukat sayısından da, doktor sayısından da, tarım işçisi sayısından da daha fazla profesyonel sanatçı var.

T.C. Kültür Bakanlığı web sitesine göre, binlerce yıllık tarihi olan İstanbul’da, 120 türbeyi saymazsak, 37 özel, 27 de bakanlık müzesi var. Yüzölçümü, İstanbul’un en küçük ilçesi kadar bile olmayan 300 yıllık Manhattan adası üzerinde 60 tane kapsamlı müze var. New Yorkşehrinde 50’den fazla sanat müzesi, 34 kültür ve tarih müzesi, 7 tasarım müzesi, 10 tane doğa, bilim ve yaşam müzesi, 6 tane de çocuk müzesi var.

Bütün Türkiye’de toplam 317 müze var. ABD’de 2006 yılı verilerine göre 17 bin 500 müze var.

Yine Kültür Bakanlığı verilerine göre bütün Türkiye’de 1118 kütüphane var. Sadece New York Halk Kütüphanesi’nin New York içinde 300′e yakın şubesi var. ABD’de sayısı onbinleri bulan üniversite kütüphaneleri, araştırma kütüphaneleri, özel amaçlı kütüphaneleri katmazsak 16 binhalk kütüphanesi var.

ABD’de halk kütüphanelerinin kullanıcı sayısı yılda 1,4 milyar. Yani ülkenin toplam nüfusunun 4 katında fazla. Türkiye’deki kütüphane kullanıcı sayısı yılda 19 milyon. Yani Türkiye nüfusunun dörtte biri.

Türkiye’deki halk kütüphanelerinde toplam kitap sayısı 13 milyon 662 bin. Sadece New York halk kütüphanesinin şubelerinde toplam 30 milyon kitap, 21 milyon da CD ve DVD var.

Türkiye’de halk kütüphanelerine kayıtlı üye sayısı 503 bin kişi. Amerikalıların yüzde 68’i yani her 3 Amerikalıdan 2’si bir halk kütüphanesinin kayıtlı üyesi.

Ve bütün bu kültürel istatistik tablosunda, bizde olup da Amerika’da olmayan tek şey var: 14 bin personelli bir Kültür Bakanlığı.

Yeniden tartışmaya değmez mi?

Cemal Tunçdemir – www.t24.com.tr

Bu yıl “Dünya Commedia dell’Arte Günü”, İstanbul’da

Her yılın 25 Şubat günü “European Cultural Association-Avrupa Kültür Derneği” aracılığıyla kutlanmakta olan “Dünya Commedia dell’Arte Günü”nün bu yılki ev sahibi İstanbul olarak seçildi.

Navelli/Palazzo Santucci, fotoğraf: Franco Soldani

Kutlamaların merkezi Bologna (İtalya), Torino (İtalya), Malaga (İspanya) kentlerinden sonra bu yıl İstanbul oldu ve 25 Şubat günü, başta İstanbul olmak üzere Avrupa, Amerika, Orta ve Uzak Doğu dâhil olmak üzere dünyanın ulaşılır her yerinde Commedia dell’Arte ile ilgili gösteriler ve tanıtımlarla kutlandı. Ayrıca 25 Şubat Dünya Commedia dell’Arte Günü kapsamında 22-23-24 Şubat’ta Kumbaracı50′de Mario Gallo ile Commedia dell’Arte Atölyesi gerçekleşecek.

2010 yılında Dario Fo, 2011 yılında Roberto Tessari, 2012 yılında Miguel Romero Esteo tarafından kaleme alınan bildirilere bu yıl Türkiye’den tiyatro eleştirmeni Üstün Akmen’in mesajı eklendi.

Üstün Akmen’in “2013-Dünya Commedia Dell’Arte Günü” üzerine bilgilendirici tanıtımı şöyle:

25 Şubat Uluslararası Commedia dell’Arte Günü’nün 4. yıldönümünü kutlarken İtalyan Kültür ve Sanat Birliği (SAT) bir ileti hazırlamamı isteyerek onurlandırdı beni. Bu vesileyle, İtalya’da doğan, ama günümüzde bütün dünyaya yayılmış olan Commedia dell’Arte geleneğini tanıtmak amacıyla tiyatrocu dostlara, dünyadaki tüm tiyatroseverlere sesleniyorum.

Önce şunu söylemeliyim ki, Commedia dell’Arte, yaklaşık iki yüzyıl kadar Avrupa tiyatrosunu etkisi altına almış, çeşitli ülkelerin tiyatro yaşantılarını derinden etkilemiş İtalyan halk tiyatrosu geleneğinin adıdır.

Diğer taraftan, Commedia dell’Arte, bir kültür geleneği haline gelen, popüler kökenlerden türemiş organik ve güçlü bir gelişimin koruması altına girmezden önce, halkın geçmişteki bilgilerinin parçası olan bir halk olayı olarak tarihe kazınmıştır.

Bu halk olayının, anadili farklı insanların konuştukları teatral dili bulmalarını sağlayan yol olduğunda da ayrı bir gerçek payı vardır.

25 Şubat Uluslararası Dünya Commedia dell’Arte Günü’nün bu yılki ev sahibinin İstanbul olması da bence bir rastlantı sayılmamalıdır. Nedenine gelince, açık alanda halkın ortasında oynanan geleneksel Türkiye halk tiyatrosu olan “ortaoyunu” kökleri de mimuslara ve commedia dell’Arte oyunlarına uzanmaktadır. Commedia dell’Arte ile Ortaoyunu arasındaki kişiler, konular, kurgu benzerlikleri şaşırtıcıdır.

Batılı incelemeciler Commedia dell’Arte’nin geleneksel Türkiye tiyatrosu üzerindeki etkisi üzerinde durmuş; bu etkinin kaynağını Türklerin Venedik ve Cenevizlilerle uzun süren ilişkilerine bağlamışlardır. Arlecchino, Pantalone, Scaramuccia, Colombina’nın sırasıyla Pişekâr, Kavuklu, Sevgili (Çelebi) ve Zenne tiplerine benzemeleri hiç kuşkusuz tesadüf değildir. Gerçekten de iki gelenek arasındaki yakınlığı Pişekâr’ın kullandığı pastav/şakşak ile Arlecchino’nun tahta sopası (battocio) arasındaki benzerlik de desteklemektedir.

Diğer taraftan, Ortaoyunu’ndaki “orta” sözcüğünün Commedia dell’Arte’deki “arte” sözcüğü ile benzerliğinin de etkilenmenin doğrudan kanıtı olduğu iddia edilmektedir. Ayrıca, benzerlikler elbette bunlarla da sınırlı değildir: Bir ortaoyunu terimi olan “palanga” (meydan) sözcüğü, İtalyancadaki “palanca”yı; ortaoyunu kişilerinden ayyaş’a verilen isim olan “Matiz” sözcüğü “madidus”u (ayyaş) çağrıştırmaktadır.

Commedia dell’Arte’nin doğasında şenlik ruhu olduğundan, Uluslararası Dünya Commedia dell’Arte Günü’nün de şenlik havası içinde kutlanması gerektiğine inanmaktayım. Şenliğin hayatın ve kültürün gizli gücünü ve dinamizmini dışa vurduğunu, toplumda egemen kılınmaya çalışılan güçlerin, ideolojilerin bastırmaya çalıştıkları dinamikleri gün ışığına çıkardığını açık yüreklilikle savunuyorum.

Şenliğin bireyi değil topluluğu eksene aldığını, böylece topluluğun diğer bireyleriyle, samimi ve köklü ilişkiler kurarak varolma ve paylaşma sevincini hayata geçirme imkânı yarattığı kanısındayım.

Şenlik anlayışında olduğu gibi, Commedia dell’Arte dünyasında da her an her şeyin olabileceği, sınırların kalktığı, her türlü aşırılığın, abartının mümkün olduğu, gülünç ve korkunçluk karşıtlığının bir arada olduğu grotesk bir zemin vardır.

2013-Uluslararası Dünya Commedia dell’Arte Günü, şenlik havası içinde tiyatroculara, tiyatroseverlere kutlu olsun.

****

Faction of Fools tiyatro kumpanyası tarafından 2010 yılından bu yana bütün dünyada düzenlenen etkinliklerle ilgili olarak, İtalyan Kültür ve Sanat  Birliği (SAT) tarafından “Dünya Commedia dell’Arte Günü”nün amacı İtalya’da doğan, ama bugün bütün dünyaya yayılan bu geleneği tanıtmak olarak özetlendi. Diğer taraftan, UNESCO’nun önde gelen sivil toplum kuruluşlarından Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (I.T.I) tarafından ilan edilen “Dünya Tiyatro Günü’nde olduğu gibi, aynı kurum tarafından kabul edilen “Dünya Commedia dell’Arte Günü”nün de bütün tiyatro topluluklarına ve bireylere açık olduğu açıklandı.

Mario Gallo ile Commedia dell’Arte Atölyesi, 22-23-24 Şubat’ta Kumbaracı50′de…

Bu proje kapsamında yapılacak etkinliklerden birisi de Tiyatro Barbone’nin misafir ettiği Mario Gallo’nun vereceği “Maske Yapımı Atölyesi”.

Tiyatro Barbone’nin uluslararası partneri Teatro Ricerche’nin Sanat Yönetmeni Mario Gallo’nun vereceği atölyede katılımcılar kendi maskelerini yapmayı öğrenmenin yanısıra Commedia dell’Arte hakkında kapsamlı bilgi sahibi de olabilecekler. Atölye sonunda katılımcılar evlerine dönerken yapmış oldukları maskelerini de yanlarında götürecekler.

Mario Gallo ile Commedia dell’Arte Atölyesi
25 Şubat Dünya Commedia dell’Arte Günü kapsamında
22-23-24 Şubat’ta Kumbaracı50′de…
Atölye çalışması İtalyanca olacak, Türkçe ardıl çeviri yapılacaktır.

Atölyede yapılan maskelerden biri 25 Şubat’ta İtalyan Kültür Merkezi’nde yapılacak sergide yer alacak.

Bilgi ve Rezervasyon için:
0 532 684 32 03

Commedia dell’Arte tiyatrosunda kullanılan maskeler ile ilgili ayrıntılı bilgi için Yeşil Gazete’de şu günlerde devam etmekte olan Venedik Karnavalı haberine tıklayınız.

-Tiyatro Dünyası, Yeşil Gazete

İntihalle suçlanan Almanya Milli Eğitim Bakanı istifa etti

Almanya Eğitim Bakanı Annette Schavan, doktora tezinde intihal yaptığı suçlamalarının ardından, 7 yıldır sürdürdüğü görevi bıraktı.

Düsseldorf Heinrich Heine Üniversitesi, yaptıkları incelemenin ardından geçtiğimiz hafta Schavan’ın “doktor” unvanını iptal etmişti.

Afrika gezisinin ardından Başbakan Angela Merkel ile birlikte kameraların karşısına çıkan Schavan, görevinden ayrıldığını açıkladı. Suçlamaları kabul etmeyen Schavan, hakkını yargıda arayacağı mesajını verdi.

Merkel hükümetinde iki yıl önce de Savunma Bakanı Karl-Theodor zu Guttenberg, doktora tezinin önemli bir bölümünün intihal olduğunun ortaya çıkması üzerine istifa etmek zorunda kalmıştı.

Eğitim Bakanı Schavan hakkındaki intihal iddiaları ve kamuoyunda günlerdir süren tartışma, Eylül ayında yapılacak genel seçimler öncesinde Başbakan Angela Merkel’i zor durumda bırakmıştı.

Suçlamaları kabul etmiyor

Federal Eğitim ve Araştırma Bakanı Annette Schavan’ın avukatları, üniversitenin intihal yapıldığı sonucuna varan kararının, hatalı bir süreç neticesinde alındığını ve hukuka aykırı olduğunu öne sürüyor. Avukatlar ayrıca üniversitenin kararının ölçüsüz olduğunu da iddia ediyorlar. Schavan’ın doktora tezinde kullandığı kaynakların hepsini çalışmasının kaynakça bölümünde listelediği, kaynaklara atıfta bulunurken yapılan hataların doktora derecesinin iptal edilmesini haklı çıkaramayacağı belirtiliyor.

(Deutsche Welle Türkçe)

 

Gen Bankaları ile saklama mı? Doğal ortamda koruma mı?

Gen rezervuarı ya da bilinen adıyla gen bankası, DNA dizilerinin veritabanı sıralamasıdır.

Yani siz bir canlıyı, örneğin Anadolu yaban koyunu (latince bilimsel ismi:ovis gmelinii Anatolica) nun gen diziliminin bilgisini tam şu anda yani 9 Şubat 2013 saat: 12:55′ te alıp, o canlının tam bu ana kadar gelişmiş DNA bilgisini bir yerde depoluyorsunuz.

Bu ex-situ koruma yöntemlerinden biridir.

Ex-Situ (Doğal Habitatı Dışında) Koruma: Tehlike altında olan biyolojik çeşitlilik öğeleri, bulundukları alan dışına çıkarılarak koruma altına alınabilmektedir. Ancak bu öğelerden ekosistemlerin, ex-situ korunması mümkün değildir. Genetik kaynakların ex-situ korunması, söz konusu genetik materyalin çeşidine ve kaynağına bağlı olarak, botanik bahçelerinde, zooloji bahçelerinde, orijin ve döl deneme alanlarında, tohum bahçelerinde, klon arşivlerinde, doku kültürü, tohum, polen ve DNA saklama bankalarında mümkün olmaktadır(1).

Oysa koruma olmak zorunda ise bu mutlaka in-situ yöntemlerle yapılmak zorundadır.

In-Situ (Doğal Habitatı İçinde) Koruma: Bir türün ve onun taşıdığı genlerin korunması işlemi, en iyi şekilde o türün doğal yaşama ortamlarında gerçekleşebilir. Bu doğal ortam, aynı zamanda başka türlerin de yaşadığı bir ekosistemdir ve bu ekosistemde bir hedef tür korunurken bu arada birçok başka tür de korunmuş olur. In-situ koruma, biyolojik çeşitliliğin ve onun bir parçası olan gen kaynaklarının korunması için etkin bir biyolojik yöntemdir. Milli Parklar, Tabiat Parkları, Tabiatı (Doğayı) Koruma Alanları, Habitat/Tür Yönetim ve İşletme Alanları, Gen Yönetim Zonları, Gen Koruma Ormanları, Özel Çevre Koruma Alanları, Tabiat (Doğa) Anıt alanları vb. yerler, başlıca in-situ koruma alanlarıdır(1).

Peki bir Gen Bankasında Genetik Bilgi Doğru Şekilde saklanabilir mi?

Gen bankalarında genetik bilgi doğru şekilde saklanamaz. Sebepleri şunlardır:

1- Genetik materyalinin bilgisi alınan hücre örneği sağlıklı olmayabilir.

2- Genetik materyalinin bilgisi alınan organizma “tetragametik kimer” olabilir. Bu durumda örneğin fenotipi ile genotipi birbiri ile aynı olmayabilir.

3- Gen bankasının bilgiyi koruma-saklama için ihtiyaç duyduğu enerji, güvenlik vb. şartlar bozulabilir, değişebilir, aksayabilir. Bilgi deformasyona uğrayabilir, kısmen ya da tamamen kaybolabilir.

4- Bilginin, üzerinde-içerisinde saklandığı medya bozulabilir.

5- Kodlanan bilgi, ileride kodu çözecek olanlar tarafından yanlış anlaşılabilir. Zaman içerisinde kodlama sistemi bu saklanan örnekler unutularak revizyona uğrayabilir.

6- DNA’ nın tamamı çekirdekte bulunmaz. Örneğin az da olsa mitokondride de “mitokondriyal DNA” denen bir miktar DNA bulunur. Gen saklamada bu DNA’ nın bilgisini de almak ya da tüm genetik kod içerisinde hangi kısmın mitokondriden geldiğini bilmek pek mümkün değildir.

7- Alınan gen numunesi, türü-ırkı yanlış temsil eden bir örnek olabilir.

8- Tür-ırk tespiti yanlış yapılmış ya da yanlış kaydedilmiş olabilir.

Ve saire, vesaire.

Müzik ve Genetik

Açıkçası genetik bilgi (DNA) ile müzik notaları birbirine çok benzer.

Siz bir besteyi nasıl notalara döküyor ve gerektiğinde çalabiliyorsanız genetik bilgi de böyledir. Depolanır ve gerektiğinde çalınır. Organizma, bir çok hücrenin aynı anda, aynı notanın farklı kısımlarının çalındığı bir orkestradır. Farklı organ ve dokular orkestranın farklı kısımlarını oluşturur. Akciğer organı: Üflemeliler, akciğer zarı dokusu: ağız kopuzu çalan grup gibi.. Orkestra kaotik olarak düzenli bir müzikal icra eder.

Bir müzikal kendine özgü, yalın bir olay örgüsü olan, müzik, dans ve diyalogların olaylarla bütünleştiği duygusal ve eğlendirici sahne gösterisi, oyun ya da filmdir(2).

Müzikalde müzik çok önemlidir ancak dans ve diyaloglar da gereklidir ve müzikali bunlar müzikal yapar.

Aynı şekilde organizmanın genetik bilgisi de böyledir. DNA size sadece müziği verir. Oysa dans, diyaloglar ve koreografi olmadan ortaya bir müzikal değil, müzik çıkar.

Kültürler de (örneği Hint kültürü, Teke Yöresi Kültürü vb.) büyük oranda müzik (ninniler, şarkı-türküler) ve sanat ile taşınır ve sadece notalar kaydedilerek bir kültür korunamaz. Kültür kendi doğasında yeterli bir alanda yaşayarak, yaşatılarak korunabilir.

Kısacası ex-situ koruma yöntemleri ile türleri/ırkları ve kültürleri korumak mümkün değildir. Korunan gen veya kültür değil, onun ruhsuz ve eksik bir kopyası olacaktır. Müziği müzikal yapan dans ve diyaloglardır.

Dolayısı ile genler ve kültürler kendi doğasında in situ yöntemlerle korunmalı; yerinden yönetim, tüm canlılara saygı ve yaşam hakkı, yerel duyarlılık pratikleri uygulamaya geçirilmelidir.

Kaynaklar:

(1)  Işık, K., Biyolojik Çeşitlilik, Anadolu Üniversitesi, Ünite 2, Eskişehir, sf: 31-33

(2)  http://tr.wikipedia.org/wiki/M%C3%BCzikal [indirme: 09.02.2013)

 

Hakan Ozan Erzincanlı

Biyoteknolog Ziraat Yüksek Mühendisi

 

 

 

“Kadın cinayetlerini durduracağız”

Kadıköy‘de Cuma akşamı, son dönemde endişe verici bir artış gösteren kadın cinayetlerine karşı bir yürüyüş ve basın açıklaması düzenlendi.  Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu tarafından düzenlenen eylemde; 22 Ocak günü kocası tarafından öldürülen, 1987 doğumlu Mehtap C. Bülbül‘ün ailesi, yakınları ve arkadaşları da yer aldılar. Saat 19:00 ‘da, Kadıköy Akmar Pasajı önünde toplanan grup sloganlar eşliğinde kısa bir yürüyüş yaptı.

“Adalet bizim, susmayacağız”, “Kadın cinayetlerini durduracağız”,  “Kadınlara koruma, katillere ağır ceza”, “Asla yalnız yürümeyeceksin”, “Yaşam hakkımızı alacağız” sloganları eşliğinde devam eden yürüyüş sırasında, Platform Üyelerinden Özge Akman, Yeşil Gazete okurları için yaptığı değerlendirmede şunları söyledi:

“Bu mücadeleyi cinayete kurban giden kadınların aileleriyle birlikte veriyoruz. Koruma yasasının çıkması bizim için büyük bir kazanım olmuştur. Şimdi sıra uygulamadadır. Bu cinayetleri işleyenlere hiçbir indirim uygulanmaması ve ağır ceza verilmesini sağlayacak ek madde ile ilgili mücadelemiz devam ediyor. Kadın cinayetlerinde gözle görülür bir artış var, çünkü kadınlar artık kendi kararlarını kendileri veriyor. Dikkat edilirse en çok ölüm boşanmak isteyen kadınlarda görülüyor.”

Yürüyüşün sonunda öldürülen kadınların yakınları birer konuşma yaparak, hükümete ve başbakana,  acil olarak çözüm üretilmesi çağrısında bulundular. Daha sonra Platform adına söz alan  Rukiye Kılıç, Volkan Civelek‘in, Mehtap C. Bülbül‘ü, kendisine verilen uzaklaştırma cezası biter bitmez öldürdüğünü hatırlatarak şunları söyledi: “Polisler uzaklaştırma cezasını uzatmak için gerekeni yapmadı. Ailenin talebine karşılık polislerin cevabı “Çok fazla Arka Sokaklar dizisi izliyorsunuz” oldu. “Devlet, Bülbül ailesine bu cevabı reva görürken, şimdi bizler Bülbül Ailesi ile omuz omuzayız. Mehtap kardeşimize Platform olarak sahip çıkıyoruz ve Volkan Civelek’e ağır ceza verilmesini istiyoruz.”

Son olarak Ezgi Üçkardeşler, Platform adına basın açıklamasını okudu ve şu bilgileri verdi:

 

“18 Ocak tarihli Koruma Yasası ve Yönetmeliği büyük bir kazanımdır. Bizim yaşam güvencemizdir. 16 Şubat günü İTÜ Taşkışla Kampüsü‘nde yapacağımız eğitimle yaşam hakkının nasıl korunacağını tüm kadınlara anlatacağız. Kadınlar artık haklarını ve korunmanın mümkün olduğunu bilecek. Adalet biziz, susmayacağız.”

Açıklamanın ardından eylem sona erdi.

Haber ve Fotoğraflar: Gülden Akyol

(Yeşil Gazete)

Tohumları takas etmeye Bodrum’a

Ekolojik Üreticiler Derneği ve Dereköy Doğasevenler Derneği tarafından 17. Şubat Pazar günü Bodrum’da Tohum Takas Şenliği düzenleniyor.

2009 yılında Torbalı ile başlayan ve en son Şile/Ovacık’ta yapılan ona yakın tohum takas şenliğinden sonra Bodrum’da  ilk kez düzenlenecek Tohum Takas Şenliği 17 Şubat Pazar günü Dereköy’de yapılıyor.

Şenlikte Dereköy’de üretim yapan çiftçiler ve köylüler kendi ürettikleri ürünleri satacak, aşı atölyesi, sepet atölyesi, ebru atölyesi gibi atölyelerlerle birlikte, çocukların tohumla teması ile ilgili resim ve seramik atölyeleri yapılacak. Prof. Dr. Yavuz Dizdar, Yard. Doç. Dr. Özlem Akan’ın konuşmacı olarak yer alacağı şenlikte Kemer Köyü’nde  doğal tarım yapan çiftçi Cevdet Türk ve bir toplumsal destekli tarım projesi olan Bizim Bostan Projesi hakkında bir  konuşma gerçekleşecek.

Bodrum Belediye’si tarafından desteklenen şenlikte ayrıca, halk oyunları ve tiyatro gösterisi, çocuklar tarafından doğayla ilgili dans gösterileri yapılacak.

Sürdürülebilir yaşamla ilgili yayınlar çıkaran Sinek Sekiz Yayınevi, Muğla Arıcılar Birliği, Ekolojik Üreticiler Birliği‘nin yanısıra Evciler e-atık ve Geri Dönüşüm stand açıp elektronik atıkları toplayacak.

Getirilen tohumlar şenlik başlangıcında tohum takas masasına teslim edilecek, burada kayıt altına alınan tohumlar zarflanarak takasa hazırlanacak ve sahiplerine geri verilecek. 14:00-15:30 saatleri arasında gerçekleştirilecek takasta  getirilen tohumlar kişiler arasında herhangi bir satış olmaksızın değiş tokuş edilecek. Takasa tohumsuz gelenler için kitap kabul edilebiliyor.Getirilen kitaplar Dereköy İlkokulu ve Kumköy kütüphanesine bağışlanacak. Çiçek, sebze, bakliyat her türlü yerel tohum takas edilebilecek.

Daha detaylı ve güncel bilgiler için:

http://www.facebook.com/groups/permakulturbodrum/

http://www.facebook.com/events/134797080007726/?ref=ts&fref=ts

(Yeşil Gazete)

 

Fotoğrafı çektirdikten sonra… – Mehmet Fırat Pürselim

2006 yılının nisan ayı, Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nın ödül töreni için AKM’deyiz. Bir anma günü etkinliği olmasına rağmen çektirdiğimiz bütün fotoğraflarda mutluyuz. Sevgili Aysel Ekiz’le ödüllerimizin karışması dahi mutluluğumuzu bozmuyor. Hatta bu ufak karışıklık bile bir mutluluk vesilesi oluyor. Sonrasında da bir yazı dostluğunu başlatıyor.

Birbirimize yazdıklarımızsa fotoğraf karelerindeki mutlu anlar olmuyor genellikle; ölümler, hastalıklar, hayatın boğucu dertleri, bir de üzerine yazının sıkıntıları… Yaşarken mutlu olduğumuz anları bile -yıllar sonra- anlatırken, satırlarımıza hüzün yerleşiveriyor. O hüznü kovmak için de gene edebiyata sığınıyoruz. Henüz bitmiş bir öykünün sıcaklığını, dergide yayımlanan bir yazının mutluluğunu, kazanılan bir ödülün sevincini, çıkan kitaplarımızın mahcup gururunu da paylaşıyoruz.

Şimdi elimde Aysel Ekiz’in ilk kitabı olan Oysa Bütün Fotoğraflar Mutludur’u* tutuyorum. Kapağında, salıncakta sallanırken kahkaha atan iki çocuğun sevinci var. Arka kapakta da mutlu anları ölümsüzleştiren kareler. Düşünüyorum; gerçekten de bütün fotoğraflar mutludur, insanın mutsuzluğu o poz verme ânı bittikten sonra başlar diye. Zaten Aysel Ekiz de öyle demiyor mu, on dört öykülü kitabının, on beşinci ve en güzel öyküsü olan giriş yazısında: “Mutluluk, siz mutlu olduğunuz için değil, fotoğrafını çektiğiniz için ölümsüz olurdu oysa, hiç bilmezdiniz.”

Kitapta da genel olarak, o mutluluk anlarının sonrası anlatılıyor. Fotoğrafı çekilmeyen o anlar öyküleşiyor, insanın içini yakan kor bir ateş oluyor, elimizle o ateşi tutuyoruz, elimiz yanıyor. Şimdiye kadar hep güldüğümüz için fotoğrafımızın çekildiğini düşünmüşsek de, aslında fotoğraf çekilirken güldüğümüz gerçeğiyle yüzleşiveriyoruz.

Kitabın ilk öyküsü Sobe’de, iki yalnız kadının dağılan parçalarıyla saklambaç oynamaları; sakızlı kahveyle, hanımeli kokusuyla, eski aşklarla kaybettikleri benlerini bulmaları anlatılıyor. Ta ki, hayat oyununda parçaları yeniden dağılıp saklanana kadar… “Öfkemin sessizliğini dinliyor Nisan. Suskunluğunu seviyorum. Sokağın betonunu kıran dantel perdesini sevdiğim gibi seviyorum. Damağımda siyah çikolatalı kahve tadını, bana annemi getiren hanımelilerinin kokusunu, kıvırcık oğullu Hasan’ın gönlümde kanat çırpan kuşlarını sever gibi.”

Günden güne artan kadın cinayetlerine dikkat çeken bir öykü Selvi’nin Yıldız. İnsanın seviyorum dediğini öldürmesi, gündüz yıldız kayması kadar anlaşılmaz bir şey ama ülkemizde gece gündüz yıldızlar kaynamaya devam ediyor. Bu yıldızlardan biri de Selvi’ninki… Mevsimsiz bırakılan bütün kadınlara adanan Biz Baharken, aynı konuyu işleyen kitaptaki bir başka öykü. “Ben, dün gece uyurken öldürdüler Cemre’yi / Baharın yüzüne bakamadım. / Çok öncelerimde kalan on yedi yaşımdan utandım.”

Yoğun anlatımıyla dikkat çeken bir öykü Kırmızı. Nasıl anlatırsam anlatayım yazarı kadar güzel anlatamayacağım için aradan çekilip, yazıyı asıl sahibine bırakıyorum: “Tanıdıklarımın yaşam öykülerinde azaltmaya çalışırken kendimi, hiç tanımadığım bir yaşamın öyküsüne dahil olmak istemiyorum. Üstelik kuyumdaki sözcüklerim arasında artık kimsenin nabzına şerbet olacak söz bulamayışımın sıkıntısı bunaltıyor beni.” “İkimiz aynı şiiri sevmezmişiz. Başka şiirleri de birlikteyken sevmemişiz. Biz birlikte şiir sevmemişiz. Sevseydik, tanırdım onu.” “Telaşlı sözcükleri yıllar var, çıkardım sözlüğümden. Çoğu bana dokunmadan yok oluyor. Sabun köpüğünden baloncuklar gibi havada patlıyor. Neden bu kadar yoruyor kendini ve beni? ‘Seni birazdan bir daha unutacağım, üstelik hiç hatırlamamışken. Yazık ikimize de.’ demek istiyorum.” “Saatine bakıyor. Vedalaşacağız. Yan masada oturan yaşlı çift unutulmuş vedalarını hatırlayacaklar. Garson, yüzümüzün ayrıntılarını apar topar kazıyacak aklına. Sonraki gelişlerimizde kalabalıklarını, tanışlarını çoğaltabilme umuduyla. ‘hoşça kal, görüşelim’ diyeceğiz birbirimizi öperken. Görüşmeyeceğiz. Bütün yaşamı bir saatte tükendi. On beş yıl dolmadı. Ve biz birlikte bir şiiri sevmedik… Onun kalabalıkları çoğalacak… Benim… Ben… kırmızı ışığa takılmasın diye adımlarımın hızını değiştireceğim.”

Aysel Ekiz’le tanışmama vesile olan, Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nın ödüllü öyküsü Eşik de yer alıyor kitapta. Her okuduğumda beni etkileyen öyküyü, okurken gene etkileniyorum.  Hayatımızdaki çemberi anlatıyor bize, mutlu sandığımız mutsuz hayatlarımızı anlatıyor, en çok kendimizi kandırdığımız yalanlarımızı anlatıyor. Bunaldığımız evlerimize her gün bıkmadan usanmadan geri döneriz. O kapının eşiği yok mu, onu geçmek her geçen gün daha zor gelse de gene de adımımızı evimizden içeri atarız. O eşik kırılsa alıp başımızı gidebileceğimizi düşünürüz, bizi tutan tek şeyin o eşik olduğunu düşünürüz. Bir gün kendimizden geçeriz ve eşiği kırar parçalarız, artık özgür olduğumuzu düşünürüz. Sonra bir bakarız ki eşik yeniden yapılmış hem de bu sefer mermerden sapasağlam yapılmış. Gene eşik, gene ev, gene sıkıntı…

Eskiden dokunduğumuz, sarıldığımız, yüz yüze konuştuğumuz dostlarımız vardı, artık yüzünü hiç görmediğimiz ama tüm fotoğraf albümüne baktığımız, hiç konuşmadığımız ama o gün yediği yemekten, çocuğunun karın ağrısına varıncaya kadar her şeyinden haberdar olduğumuz arkadaşlarımız var. Eskiden yalnız çocuklar bir başınalıklarına çare olsun diye oyun arkadaşları uydururlardı kendilerine, şimdi tüm arkadaşlıklar sanal ve biz onu gerçekleriyle çoktan değiştirdik bile… “Bu tür tanışmalara uzağım. Gözüne bakmadığım, sesini duymadığım, soluğuna tanık olmadığım hiç kimseyi almıyorum yaşamıma. Adını telefon defterime kaydettiğim herkesin varlığına beş duyu organımın en az biriyle dokundum. Bilgisayarı sevmeyişim bunda belki. Çıktısını almadan hiçbir şeyi okuyamam da bundan.” Karakutu öyküsünde, kadın anneannesi gibi -kendi prensini bulmak için- kurbağaları öpmeye niyetlenir ama zamane prenslerinin öpücükle asla yetinmediklerini görür. Kadının kara kutusu hep kara kalır, kara kalır…

Camdan Gözyaşları’yla birlikte kitabın bence en iyi öyküsü Kahverengi-Kar ve Tren. “Kahverengi, kar ve tren… Kaç insanın ömründe bir araya gelir ki üçü? Kim bilir… Belki beyaz, kar ve tren. Ya da kahverengi, sonbahar ve tren…” Kahverengi bavuluyla karlı bir günde buğulanmış tren camından, 14.15 treniyle veda edilmiş bir babanın dönmeyişi… “Babam gitti ve bir daha dönmedi. Öldü mü, kaçtı mı hiç bilmedik. ‘Bilmeyince daha zor.’ dedi bir keresinde annem. Öldüğünü bilse. Ölseydi belki korkusuzca sevebilirdim birini. Kim bilir, evlenir çoluk çocuğa karışırdım belki de. Diriliğimi ölüsüyle getirebilseydi bana keşke gittiği yerden.” Babanın hep o gittiği trenle, hep o 14.15 treniyle döneceğini umma… Ömrünü istasyona bakan evde geçirip, 14.15 treniyle dönecek bir babayı bekledikten sonra, karlı bir günde, kahverengi bir bavulla, mutlaka 14.15 treniyle… babanın, belki de kendi geçmişinin peşine düşme…  mutlaka 14.15 treniyle… “Ben gibi bir daha hiç haberini alamadıkları babalarını sonra sonra sadece kahverengi bir bavul, kar ve buğulanmış tren camından sallanan el olarak hatırlayıp hatırlamadıklarını düşündüğüm çok oldu. Nasıl oldu bilmiyorum. Giderken çok küçük değildim. Ama zamanla fotoğraflardaki babamı yabancı olarak görmeye başladım. Hiç tanışmadığım bir akraba, uzaklarda bir aile büyüğü, annemin çok eski bir ahbabı. Unuttuğum bir ‘Kim’. Onu sevip sevmediğimi, onun beni sevip sevmediğini hatırlayamadım. Sonra hatırlayamadığımı da unuttum.”

Camdan Gözyaşları, bana Nursel Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya öyküsünü hatırlattı. Türkçe edebiyatın, pek çok yazara göre en iyi öykülerinden biri olan, o unutulmaz öyküyü. Aysel Ekiz’in öyküsü de en az Nursel Duruel’inki kadar etkileyici. Birinde annenin Almanya’ya gidişi anlatılırken diğerinde dönüşü anlatılıyor ama ikisinde de aynı camdan gözyaşları dökülüyor. Temmuzda sevilen anneler, temmuzda göğsünde uyunan babalar, bütün bir yıl beklenenler için akıtılan camdan gözyaşları anlatılıyor. “Bu gece ikisinin arasında uyuyacak. Düşünü kuruveriyor. Şimdi babası sıcacık öpecek alnından. Hemen eliyle alnını siliyor kız. Geçen yıl ayrılırken izi kalmış babanın öptüğü yerde. Tazesini koymalı oraya. Kollarını çok seviyor. Birini annesine uzatıyor, birini babasına. İki damla cam gözyaşı takılı kalıyor boğazına. Biri annesi için, diğeri babası.”

Zımba Kitap etiketiyle çıkmış olan Oysa Bütün Fotoğraflar Mutludur, Aysel Ekiz’in ilk kitabı. Kitap uzun bir zaman aralığı içinde yazılan öykülerden oluşmuşsa da, genellikle yalnızlıklar, kadınlık halleri, hayat karşısında savunmada kalanlar anlatıldığı için bu durum bütünlüğü bozmuyor. Kahramanlar genellikle kadın ve ben anlatıcının ağırlığı daha fazla hissediliyor. Yoğun ve şiirsel anlatımıyla dikkat çeken kitap, bütün fotoğraflar mutludur ama ben sana fotoğrafların çekiminden sonrası anlatıyorum, diyerek, objektife bakarken gülen yüzümüzün sonrasında neden asıldığına ışık tutuyor.

“İkimiz aynı şiiri sevmezmişiz. Başka şiirleri de birlikteyken sevmemişiz. Biz birlikte şiir sevmemişiz. Sevseydik, tanırdım onu.”

Öyküyü, şiiri seviyorsanız, Oysa Bütün Fotoğraflar Mutludur’u seversiniz. Sevseydiniz tanırdınız onu. Henüz tanımıyorsanız, okursanız mutlaka seversiniz onu…

Oysa Bütün Fotoğraflar Mutludur – Aysel Ekiz
Zımba Kitap, Öykü, 72 Sayfa.

 

Mehmet Fırat Pürselim

 

En iyi Türkiye belgeselleri Madrid’de

Son dönemde Türkiye’de yapılmış en iyi belgesellerden oluşan bir seçki, Documentarist işbirliğiyle 9-17 Şubat tarihleri arasında Madrid’de seyirciyle buluşuyor. Etkinlik bu sene konuk ülke olarak Türkiye’ye özel yer ayrılan ARCO 2013’e paralel olarak gerçekleşecek.

Dünyanın önemli çağdaş sanat fuarlarından ARCO’da bu sene konuk ülke olarak yer alan Türkiye, en iyi belgeselleriyle gündeme gelecek. Madrid’te düzenlenen ARCO 2013’e paralel olarak gerçekleştirilen “Türkiye Belgeselleri” etkinliğinde 2000’li yıllarda en çok öne çıkan, ulusal ve uluslararası festivallerde başarı elde etmiş belgesellerden 13 filmlik bir seçki sunuluyor. DOCUMENTARIST’in işbirliği ile hazırlanan seçki, 9-17 Şubat 2013 tarihleri arasında Madrid’in ünlü kültür merkezi Matadero Madrid’te yer alan Cineteca’da ücretsiz olarak izlenebilecek.

T.C. Madrid Büyükelçiliği’nin desteğiyle gerçekleşen etkinlik, seyirciye son 12 yılda Türkiye’den yeni kuşak belgeselcilerin seçkin ürünlerini topluca izleme fırsatı sunacak.

 

ARCO 2013: Türkiye Belgeselleri” seçkisinde yer alan filmler:

THE MOUSTACHE (BIYIK, Belmin Söylemez, 2000, 27’)

THE PLAY (OYUN, Pelin Esmer, 2005, 70’)

10th PLANET – A SINGLE LIFE IN BAGHDAD (ONUNCU GEZEGEN – BAĞDAT’TA TEK BAŞINA, Melis Birder, 2004, 38’)

IN TRANSIT (Berke Baş, 2004, 40’)

CICADANT (AĞUSTOS KARINCASI, Bingöl Elmas, 2005, 50’)

TO MAKE AN EXAMPLE OF (İBRET OLSUN DİYE, Necati Sönmez, 2007, 50’)

SISTERS OF LILITH (LİLİT’İN KIZKARDEŞLERİ, Emel Çelebi, 2008, 41’)

ON THE WAY TO SCHOOL (İKİ DİL BİR BAVUL, Özgür Doğan – Orhan Eskiköy, 2009, 82’)

THE LAST NOMADS OF ANATOLIA: SARIKECILIS (ANADOLU’NUN SON GÖÇERLERİ: SARIKEÇİLİLER, Yüksel Aksu, 2010, 75’)

ON THE COAST (BU SAHİLDE, Zeynep Dadak – Merve Karan, 2010, 22’)

ECUMENOPOLIS: CITY WITHOUT LIMITS (EKÜMENOPOLİS: UCU OLMAYAN ŞEHİR, İmre Azem, 2011, 93’)

OVERTIME (FAZLAMESAİ, Gürcan Keltek, 2012, 20′)

HERE IS MY MOTHER TONGUE? (ANA DİLİM NEREDE, Veli Kahraman, 2012,)

Ayrıntılar için: www.cinetecamadrid.com

(Yeşil Gazete)

Evliliğe Karşı

Bir İlişkinin Sosyal, Yasal, Ekonomik ve Psikolojik Sonuçları

Milyonlarca insanın hayatını etkileyen büyük bir sorunumuz var: Evlilik! Hayatın, her gün gözümüzün içine soktuğu gerçekler, artık nikâh masalarındaki emanet kostümlerle maskelenemeyecek kadar çıplak: Evlilik giderek daha fazla sayıda insana hayatı zindan ediyor.

Etrafımızdaki her şey evliliğe işaret ediyor. Hemen hemen bütün dinler, ideolojiler ve rejimler evliliği teşvik ediyor. Eğitim, bilim, kültür, sanat ve gelenekler evliliği yüceltiyor. Çocukluktan yetişkinliğe kadar adeta evliliğe endekslenerek büyüyoruz. Kutsallığını sorgulamayalım diye her türlü yol ve yöntem deneniyor. Çarpıtma, yalan ve manipülasyon bazen gelenek kisvesi altında bazen de bilimsel bilgi kılığında üzerimize çörekleniyor.

İnsanlar adeta arkadan havuza itilir gibi evlilik kurumunun içine itiliyor. Sonra da, ya acı dolu bir alışma döneminin ardından mecburen kaderlerini kabulleniyorlar; ya da işler dayanılmaz boyutlara ulaştığında, proje büyük bir patlamayla havaya uçuyor. Evet, “mutlu evlilik” diyebileceğimiz örnekler de var ama çoğu durumda evlilik bireyin hayatında ciddi tahribatlar yaratıyor. Onlarca yıla ya da koca bir ömre yayılan trajedilere yol açabiliyor.

Peki evlilik denilen şey aslında nedir? Sevdiğim insanla bir hayat kurmak için neden toplumun ve devletin onayını almam gerekiyor? Bir ilişkinin nasıl yaşandığı mı önemlidir, yoksa onun belgelenmesi mi? Peki aşk, sevgi, sadakat ve ömür boyu sürmesi arzulanan bir beraberlik, resmi bir sözleşmeyle güvence altına alınabilir mi?

Kendisi de “evliliğin çemberinden” geçen Amerikalı yazar Glenn Campbell, evliliğe karşı adeta bir manifestoya dönüşen bu kitapta, evliliğin sosyal, yasal, ekonomik ve psikolojik sonuçlarını ele alıyor. Aklınızda kasvetli bir teorik kitap canlanmasın sakın! Çünkü Campbell, eksilmeyen bir ironi ve zengin örneklemelerle, gayet açık ve net, az ve öz konuşuyor.

Evlilik Nedir? – Bağlanma – Cinsellik ve Yakınlık – Narsisizmden Kurtulmak – Özgürlük – Sınırlar – Duygusal İlişki Teorileri – Güzellik Meselesi – Seçme Sorunu – Aşk Bir Hayır Kurumu Değildir – Evlilikte Komünizm Sorunu – İki Kişilik Bürokrasi – Reklam Aldatmacaları – Düğün Hastalığı – Charles ve Diana’nın Düğün Felaketi – Bağlılık ve Pazarlık – Sevmek ve Vermek – Kişilik – Paranın Gücü – Çocuklar – Akıl Hocaları ve Parazitler – Değişen İhtiyaçlar – Yatırım Etkisi – 1960’lardan Günümüze – Karanlık Yıldız Düeti – Aşk Bitip De Evlilik Bitmediğinde – Erkek ile Kadın Arasında Kırık Kalpler Güreşi – Seks Aldatmacası – Yeninin Baştan Çıkarıcılığı – Yaşam Sorunları – Kendi Platonuza Ulaşmak – Gelişimin Durması – Kendi Müzenize Tıkılıp Kalmak – Değişimin Kaçınılmazlığı – Büyük Boşanma Dalgası: Tsunami Bize Doğru Geliyor! – Eşcinsel Evlilikler Yasaklansın (Heteroseksüel Evlilikler De)! – Ölüm Yardımları

 

Evliliğe Karşı
Glenn Campbell
İngilizceden Çeviren: Habibe Şentürk
Yayına Hazırlayan: Cemal Atila
Geoaktif Yayınları

(Yeşil Gazete)