Ana Sayfa Blog Sayfa 4146

Türkiye’den kısa kısa – 7 Ekim Pazartesi

Abdullah Cömert’i de polis öldürdü

Radikal gazetesinden İsmail Saymaz’ın haberine göre 3 Haziran’da Antakya’da yapılan Gezi Parkı gösterilerinde ölen Abdullah Cömert’in adli tıp raporunda ölüm nedeni atılan gaz fişeğinin kafaya isabet etmesi sonucu oluşan kafatası kırıkları ile birlikte beyin kanaması ve beyin doku harabiyeti sonucu meydana geldiği ifade edildi. Raporda tanık ifadeleri arasında polisin ifadesinin de yer alması polisin soruşturmada şüpheli değil tanık olarak sorgulandığını ortaya çıkardı. Gerçek tanıklardan Muhteşem Portakal’ın ifadesine göre “Abdullah’ın sol baş tarafına doğru gaz bombası çarptığını, şahsın ‘Yandım’ diye bağırarak yere düştüğünü gördüm. Abdullah’ın elinde hiçbir şey yoktu”.

Adalet Bakanı Ergin ise adli tıp raporu hakkında “Bugün basında adli tıp raporu yer almış. Soruşturmanın ne kadar hassasiyetle yürütüldüğünün bir işaretidir. İlk günden aynı şeyi söylemiştik, hassas bir soruşturma süreci işliyor. Bununla birlikte adli açıdan savcılık takip ediyor. İdari açıdan da İçişleri Bakanlığımız bir mülkiye müfettişiyle bu olaya özgü incelemeyi derinleştirdi. Temenni ediyorum ki en kısa süre içerisinde tüm boyutlarıyla da açığa çıkacaktır.” dedi.

Destan yazarlarına daha fazla mürekkep

Demokratikleşme paketi yetmedi mi? Yeterince demokratikleşmediniz mi? Korkmayın! “Polis paketi” ile demokrasi istemediğiniz kadar yakınınızda! Gezi eylemlerinde destan yazan polis yeni gelecek paket ile tarih yazacak. Yeni gelecek polis paketi ile “istihbarat” raporlarına göre “olay çıkarma potansiyeli” olduğu belirlenen kişiler hakim veya savcı talebi olmaksızın 12 ila 24 saat arasında gözaltında tutulabilecek. Adalet ve İçişleri Bakanlığı’nın ortak düzenlemesiyle, daha önce hakim ve savcı talebiyle uygulanan önleme gözaltılarının bundan böyle polis yetkisiyle yapılmasın izin verilecek. Böylelikle en son Eskişehir Valisi tarafından İsmail Saymaz’a atanan hem hakim hem savcı hem avukat olma yetkisi tekrardan ait olduğu yere, polislere iade edilecek.

Tayyip Erdoğan demokrasi paketinin nasıl demokratik ilerleyeceğini anlattı

“Kararı biz vereceğiz ve o karardan sonra Meclis’e getireceğiz”. Erdoğan Adana’da yaptığı mitingde demokratikleşme paketinde önerdiği üç seçim sistemi için mualefete “Kardeşim kusura bakma, onu teklif ediyoruz, yok. Bunu teklif ediyoruz, yok. Şimdi biz oturup konuşacağız, kararı vereceğiz ve o karardan sonra teklifi Meclis’e getireceğiz.” dedi.

Askerlik kısalabilir

AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş muhalefetin desteği ile uzun dönem askerliğin 15 aydan 12 aya düşebileceğini belirtti. Temmuz ayında ise CHP uzun dönem askerliğin 9 aya inmesini öneren kanun teklifi vermişti. Elitaş’ın açıklamasına gönre askerlik süresinin ilişkin düzenlemenin önümüzdeki bir hafta içerisinde netleşmesi bekleniyor.

(Yeşil Gazete)

Göksu Deltası yok olabilir


Mersin’de incelemelerde bulunan Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu üyelerince Göksu Deltasında yaşanan çevre sorunları ve planlanan barajların meydana getireceği olası etkileri yeni çevre düzeni planı üzerinden değerlendirildi.

16 Eylül 2013 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylan Adana-Mersin Planlama Bölgesi 1/100.000 Ölçekli Çevre Düzeni Planı 07.10.2013 tarihinden itibaren 30 (Otuz) gün süre ile Mersin Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü binasında askıya çıkarılacak.

Göksu Deltası 1990 yılında Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edilmiş ve Uluslararası Ramsar Sözleşmesiyle de koruma altında olan önemli bir sulak alan. Özel Çevre Koruma sınırları içerisinde on adet yerleşim yeri bulunmakta. Toplam koruma alanı 226 kilometrekare. Yaklaşık 40 bin kişilik nüfus bulunuyor. Deltada ayrıca Paradeniz ve Akgöl lagünleri bulunuyor. 300’den fazla kuş türünün kışlama ve kuluçka alanı olarak kullandığı alan Türkiye kumul florasının % 22’nin barındırdığı için de önem taşıyor. Fakat Göksu Deltası, tarımsal faaliyetler, yapılaşma, kıyı erozyonu ve barajların tehdidi altında. Drenaj kanallarından gelen su nedeniyle Akgöl Lagününde su yapısı hafif tuzlu acı su haline dönüşmüş durumda.

Göksu Deltası, Göksu Nehrinin taşıyıp çökeltmiş olduğu kil, silt, kum ve çakıl boyutlu sedimanların karışımından oluşan kanal çökelleri, taşkın ovası çökelleri, plaj kumları ve kumullardan oluşmuş. Göksu nehri üzerinde yapılan ve yapılacak barajlar bu malzemelerin Deltaya ulaşımını engelleyecek. Nehrin taşıdığı malzeme azaldığında ise deniz tarafından kıyı erozyonu başlayacak. Daha şimdiden Paradeniz Lagünü kıyı erozyonundan etkilenmeye başlamış.

Göksu Nehri üzerinde kurulan Ermenek Barajı ve Hidroelektrik Santrali’nde, 12.12.2009 tarihinde su tutulmaya başlandı. Geçtiğimiz günlerde Ermenek Barajında bakım yapılması nedeniyle Gezende Barajı’nın kesilen suları Göksu ırmağının debisini düşürdü. Deniz suyu yaklaşık 5 kilometre mesafedeki Sökün köprüsünün bulunduğu yere kadar gelip tatlı suyla karıştı. Özellikle ova köylülerini endişelendiren bu durum sonrasında denizin gel-gitleri sonucunda ırmaktan gelecek olan tatlı suyunda kesilmesiyle arazilere tuzlu su karışmıştı. Gezende Barajı da 1979-1990 yılları arasında inşa edilmiş bir baraj.

Çevre Düzeni Planında bunların dışında henüz ÇED süreci tamamlanmamış olan Kayraktepe Barajı ile Mut Barajı iki büyük proje olarak yer alıyor. Bu barajların tamamlanması durumunda öncelikle Mut’un iklimde önemli bir değişiklik olması ve tarım ürünü desenin değişmesi bekleniyor. Barajların faaliyete geçmesi durumunda Göksu Deltasındaki kıyı erozyonu ve tuzlu suyun yeraltı suyuna karşıması da kaçınılmaz görünüyor.

Komisyon bu konulardaki değerlendirmesini ileriki günlerde kamuoyu ile paylaşacak.

 

Yeşil Gazete

Neden açlık grevi yapıyorum?

Nadezdha Tolokonnikova tarafından yazılan ve Bela Shayevich tarafından ingilizceye çevrilen mektubun çevirisini, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Özlem Katısöz‘ün çevirisiyle sunuyoruz.

***

Aşağıdaki yazı, orijinali The Russian Reader’da yayınlanmış Bela Shayevich tarafından çevirisi yapılmış kapsamlı bir versiyondur. Tolokonnikova’nın orijinal Rusça mektubunu buradan okuyabilirsiniz.

 

23 Eylül Pazartesi günü itibariyle açlık grevine başlıyorum. Uç bir yöntem ama mevcut durumda tek yolumun bu olduğu konusunda ikna olmuş durumdayım.

Gardiyanlar beni duymayı reddediyor. Ama taleplerimden vazgeçmeyeceğim. Hapishane arkadaşlarım kölelik koşullarında bitip giderken ben sessiz kalıp boyun eğmeyeceğim.  İnsan haklarının hapishanelerde de tanınmasını talep ediyorum. Mordovya’daki bu kampta kurallara uyulmasını talep ediyorum. Köle değil insan gibi muamele görmeyi talep ediyorum.

Partsa’daki bu Mordovya köyünde bulunan 14.No’lu sürgün yerine (PC-14 —Trans) geleli 1 sene oldu. Buradaki kadın mahkumların dediği gibi “eğer Mordovya’da hapis yatmamışsan, hapis yatmış sayılmazsın”. Mordovya kamplarını, Moskova’da duruşma öncesi 6 No’lu gözaltı merkezinde duymuştum. En kötü koşullar, en uzun çalışma saatleri, en pervasızca kanunsuzluk burada. Mahkumlar, Mordovya’ya giden arkadaşlarının arkasından darağacına gidiyormuş gibi bakarlar. Son ana kadar, umutlarını kaybetmezler: “Belki de seni Mordovya’ya göndermeyeceklerdir? Belki yırtarsın!” ama ben yırtamadım ve 2012 yılının sonbaharında Partsa Nehri kıyısındaki hapishaneye geldim.

Mordovya ile ilgili ilk izlenimim, hapishanenin Başgardiyan Yardımcısı Yarbay Kupriyanov’un sözleridir – ki kendisi aslında PC-14’ü idare eden kişi: “söz konusu politika olunca, bilmelisin ki ben bir Stalinistim”. Diğer yönetici Albay Kulagin (hapishane ikili olarak yönetiliyor) ilk günümde beni sohbet etmek için yanına çağırdı, amaç suçumu itiraf etmek için beni zorlamak. “Başına bir talihsizlik geldi, değil mi? İki seneye mahkum oldun. İnsanlar genellikle başlarına kötü bir şey geldiğinde fikirlerini değiştirir. Eğer en kısa zamanda şartlı tahliye olmak istiyorsan, suçunu itiraf etmelisin. Etmezsen şartlı tahliye olamazsın.” Beklemeksizin Çalışma Kanunu’nun söylediği şekilde günde 8 saatten fazla çalışmayacağımı söyledim. “Kural kuraldır, asıl önemli olansa kotanı doldurmandır. Eğer dolduramazsan fazla mesai yaparsın. Biz burada seninkinden daha güçlü iradeleri kırdık!” diye yanıtladı Albay Kulagin.

Vardiyam dikim atölyesinde sabah yedi buçuktan gece on iki buçuğa kadar günde on altı on yedi saati buluyor. En iyi koşulda gece 4 saat uyuyoruz. Her bir buçuk ayda bir, bir gün izin günümüz var. Hemen hemen her Pazar günü çalışıyoruz. Mahkumlar “gönüllü olarak” hafta sonu çalışma için baş vuruyor. Aslında, gönüllü olarak yapılan bir şey yok.

Kimse itaatsizliğe (ki burada itaatsizlikten kasıt pazar günü gece 1e kadar çalışacağın üretim alanında çalışmaya başvurmamak demek) cesaret edemiyor. Bir keresinde, 50 yaşlarındaki bir kadın, yatakhaneye on iki buçuk yerine sekiz buçukta gitmek istedi, böylelikle saat onda uyuyabilecek ve haftada bir kere için sekiz saatlik uyku uyuyabilecekti. Kendini iyi hissetmiyordu ve yüksek tansiyonu vardı. Karşılık olarak, yatakhane toplantısı yapıldı ve kadın azarlandı, aşağılandı, hakarete uğradı ve parazit olarak yaftalandı. “Kendini ne zannediyorsun da herkesten fazla uyku talep ediyorsun? Daha fazla çalışmalısın, at gibi güçlüsün!” Doktorun talimatı üzerine biri vardiyaya gelmezse ona da kabadayılık yapılır. “40 derece ateşle dikiş diktim ben ve sorun yoktu. Arkanızı kimin toplayacağını sanıyorsunuz?”

Yatakhanede beni hapishanedeki 9.yılını tamamlayan bir mahkum karşılamıştı. “Domuzlar kendileri baskı yapmaktan korkarlar. Bu işleri tutuklulara yaptırırlar.” Hapishanede işler gerçekten de böyle yürüyor; vardiyaları ve yatakhaneleri kontrol eden tutuklular, gardiyanlar tarafından diğer tutukluların iradelerin i kırmak, onları terörize etmek ve sessiz kölelere dönüştürme işiyle de görevlendiriliyorlar.

Disiplini ve itaati sağlamak üzere resmi olmayan bir ceza sistemi uygulanıyor. Mahkumlar, “uyku saatine kadar lokalde kalmaya” zorlanıyorlar yani sonbahar da kış da olsa barakalarına gitmelerine izin verilmiyor (lokal, kamptaki iki alan arasındaki çitli geçiş yoluna deniyor]. İkinci birim yani sakat ve yaşlıların olduğu birimde bir kadının, lokalde geçirdiği bir günden sonra soğuktan donan parmakları ve bir bacağı kesilmek zorunda kaldı. Gardiyanlar “sanitasyonu da kapatabiliyor” (mahkumların yıkanmaya ve tuvalete gitmelerinin yasaklanması) ya da “kantin ve kafeteryayı kapatabiliyor” (mahkumların kendi yiyecek-içeceklerini tüketmelerini yasaklamak). 40 yaşında bir kadın size “demek bugün cezalıyız! Acaba yarın da cezalı olacak mıyız?” Demesi hem komik hem de korkutucu. İşemek için dikim atölyesini terk edemez ya da çantasından çıkardığı şekeri yiyemez. Yasak.

Uykunun ve bir damla çayın hayalini kuran, yorgun yıpranmış ve kirli mahkum, onu sadece beleş işgücü olarak gören yönetime karşı itaatkar hale getiriyor. 2013 Haziran’da, aylık ücretim yirmi dokuz ruble (yaklaşık altmış yedi avro sent) oldu- yirmi dokuz ruble! Bizim vardiyada her gün yüz elli polis üniforması dikiliyor. Bu para nereye gidiyor?

Hapishane, bir kaç kere yeni ekipman alınması için fon sağladı. Ancak, yönetim sadece makineleri boyattı, işi mahkumlara yaptırarak. Eski ve yıpranmış makinelerde çalışıyoruz. Çalışma kanununa göre, eğer ekipman piyasa standartlarında değilse üretim kotaları da aynı ölçü de azaltılmalıdır. Ama kotalar hep artıyor, beklemeden ve aniden. “Eğer yüz üniforma yaptığını görürlerse, kotanızı yüz yirmiye çıkaracaklar” dedi eski makine operatörlerinden biri. Ve yapamazsan bütün birim ceza alır. Herkes saatlerce geçitte ayakta dikilir. Tuvalete gidemeden. Bir damla su içemeden.

 

 

İki hafta önce, tüm hapishane için kota gelişi güzel şekilde 50 birim arttırıldı. Daha önce 100 üniforma üretiliyorsa bundan sonra günde yüz elli tane üretilecek. Çalışma Kanunu’na göre, işçiler kota arttırılmasından en az iki hafta önce bilgilendirilmeli. PC-14’te bir gün uyanıyorsunuz sömürgehanelerimizin (sweatshop) gardiyanlarının aklına öyle geldiği için yeni kotalarımız olduğunu öğreniyoruz. Vardiyada çalışan sayısı azalıyor (tahliye oluyorlar ya da başka bir yere gönderiliyorlar) ama kotalar artıyor. Sonuç olarak, geride kalanlar daha fazla çalışmak zorunda. Tamirci, makineleri tamir etmek için gerekli parçaların olmadığını ve alamayacaklarını söylüyor. “yedek parça yok! Ne zaman gelecek? Ne, sen Rusya’da yaşamıyor musun? Nasıl böyle sorular sorarsın?” üretim bölgesindeki ilk aylarımda, zorunluluktan kendi kendime tamir işinde neredeyse ustalaştım. Elimde tornavida, tamir etmek için umutsuzca makineye saldırırdım. Elleriniz iğneden çizilir ve delik deşik olur, kanınız her yere bulaşır ama dikmeye devam edersiniz. Üretim hattının bir parçası olduğunuz için deneyimlilerin yanında işinize devam etmek zorundasınızdır. Bu sırada, lanet makineler bozulmaya devam eder. Hapishanede yeni olduğunuz ve yeteri kadar iyi ekipman olmadığı için hattaki en kötü, en işe yaramaz makine size kalır. Ve işte yine bozuldu ve yine bulunması imkansız tamirciyi bulmak için koşturuyorum. Üretimi yavaşlattığım için bağırıyorlar ve azarlanıyorum. Hapishanede dikiş kursu da yok. Yeni gelenler derhal makinenin başına oturtulur ve onlara görevleri verilir.

“Eğer sen Tolokonnikova olmasaydın çoktan ayvayı yemiştin” dedi gardiyanlarla yakın ilişkisi olan bir hapishane arkadaşım. Haklı; diğer mahkûmları dövüyorlar. Yeterince hızlı olmadıkları için. Böbreklerine ve yüzlerine vuruyorlar. Tutukluların kendileri bunu yapıyor, gardiyanların bilgi ve onayları dahilinde. Geçen sene, buraya gelmemden önce, 3.birimde Çingene bir kadın ölesiye dövülmüş. (3.birime “düdüklü tencere” deniyor: gardiyanların her gün dövülmesini istediği tutuklular buraya getiriliyor) PC-14’ün revirinde ölmüş. Yönetim işin üstünü kapatmayı başarmış: ölüm nedeni olarak felç gösterilmiş. Diğer bir blokta, diğerlerine yetişemeyen kadınlardan biri soyulup çıplak olarak dikmeye zorlandı. Kimse gardiyanları şikayet etmeye cesaret edemiyor çünkü tek yaptıkları yüzünüze gülmek ve sizi yatakhaneye geri göndermek, aynı gardiyanların ispiyoncunun dövülmesi talimatını verdiği yer. Gardiyan için yönetilmiş bir kabullenme, tutuklulara kanunsuz sistemlerini kabul ettirmek için en uygun yöntem.

Üretim alanına tehditkar ve kaygılı bir atmosfer hakim. Sürekli uykusuz, insanlık dışı kotaları doldurmak için bitmek bilmez bir yarış içinde kendini kaybetmiş halde tutuklular sürekli sinir krizinin eşiğinde en ufak şey için birbirlerine bağırıp çağırıyorlar. Geçenlerde, genç bir kadının kafasına makas sapladılar, pantolonu zamanında bitiremediği için. Başka biri kendi midesini testere ile kesmeye çalıştı. Durduruldu.

2010’da, vahşi yangınların yılı (Rusya çapında – çevirmen) PC-14’e gelenlerin dediğine göre yangın hapishaneye yaklaşırken onlar hala üretim alanına gitmeye ve kotalarını doldurmaya devam ediyorlarmış. Duman yüzünden 2 metre ötesi bile görülmezken yüzlerini sarıp işe gitmeye devam etmişler. Acil durum koşulları yüzünden mahkumlar kafeteryaya bile gönderilmiyormuş. Birçoğunun bana anlattığına göre o kadar korkunç bir açlık çekmeye başlamışlar ki yaşadıkları dehşeti belgelendirmek için günlük tutmaya başlamışlar. Sonunda yangın durdurulunca, dışarıya olanlarla ilgili bir şey sızmasın diye hapishane güvenliği günlükleri yok etmiş.

Temizlik-sağlık koşulları mahkumun kendini güçsüz ve iğrenç bir hayvan gibi hissetmesi için ayarlanmış. Her ne kadar yatakhane biriminde hijyen odaları olsa da ceza ve ıslah amaçlı “genel bir hijyen odası” kurulmuş. Oda beş kişilik ama 800 mahkumun hepsi yıkanmak için buraya gönderiliyor. Kendi barakalarımızdaki odalarda yıkanmamalıyız: bu çok kolay olurdu. Hijyen odalarında sürekli izdiham var. Saçlarımıza yıkamamıza haftada bir izin veriliyor. Ancak bu günler bile iptal edilebiliyor. Pompa ya da tesisat bozulur. Bazı zamanlar benim kaldığım yatakhane birimim iki üç hafta kadar banyo yapamaz.

Borular tıkandığında, idrar hijyen odalarından taşar ve boklar odada yüzmeye başlar. Borulardaki tıkanıklığı nasıl çözeceğimizi öğrendik ama gene de çok uzun sürmüyor, kısa zamanda tekrar tıkanmaya başlıyor. Hapishanede basit tesisat tamir ekipmanı bile yok. Çamaşırhaneye haftada bir gidiyoruz. Çamaşırhane damla şeklinde soğuk su akıtan üç musluktan ibaret küçük bir oda.

Tutuklara her zaman bayat ekmek ve bolca sulandırılmış süt ve arada sırada gene ıslah amaçlı bozuk mısır ve küflenmiş patates verilir. Bu yaz, siyah patates soğanlarından çuvallarla geldi ve bolca yedik.

PC-14’teki çalışma ve yaşam koşullarındaki ihlaller hakkında sonsuza dek konuşabilirim. Ama, asıl sıkıntım bunlar değildi. Asıl sıkıntım, hapishane yönetimi, her türlü talep ve şikâyetin PC-14’ten dışarı çıkmasına engel oluyor. Gardiyanlar insanları sessiz kalması için zorluyor en alçakça ve zalim yöntemleri deniyorlar. Diğer bütün sorunlar bundan kaynaklanıyor: yüksek kotalar, günde 16 saatlik mesailer vb. Gardiyanlar dokunulmazlıkları varmış gibi davranıyorlar ve pervasızca insanların üzerine gidiyorlar. Her şeyi açıkça söylemeye karar vermiş tutuklunun üzerine yığılan engellerle karşı karşıya kalıncaya kadar insanların neden sessiz kaldığını anlayamadım. Basitçe şikayetler hapishane duvarları dışarı çıkamıyor. Tek yol, avukat ya da akrabalar aracılığıyla şikayetleri aktarmak. Kinci ve kötü niyetli yönetim elinin altındaki tüm araçları kullanıp tutuklunun şikayetlerinin bir işe yaramayacağı sadece işleri daha da kötüleştirdiğini anlamasını sağlayıncaya kadar baskı yapıyor. Kolektif ceza yöntemleri uygulanıyor: sıcak suyun olmamasından şikayet edersiniz, onlar karşılığında suyu tamamen keser.

2013 yılının Mayıs’ında, avukatım Dmitry Dinze, PC-14’teki koşullarla ilgili şikayetini savcılığa iletti. Hapishanenin Başgardiyan Yardımcısı Yarbay Kupriyanov anında kamptaki koşulları daha da çekilmez bir hale soktu. Arama üstüne arama, tanıdıklarımla ilgili disiplin raporları, kalın kıyafetlerime el koyma ve kışlık ayakkabılarıma el koyma ile ilgili tehdit. İş yerinde zor görevler vererek, yüksek kotalar ve fabrikasyon hataları ile intikam alıyorlar. Komşu birimin ileri gelenlerinden biri ki kendisi Yarbay Kupriyanov’un sağ kolu, açıkça tutukluları üretim alanında sorumlu olduğum malzemeleri sabote etmeleri için kışkırtıyor. Böylelikle kamu malına zarar vermekten beni hücre hapsine göndermek için bir bahaneleri olabilir. Ayrıca diğer tutuklulara benimle kavga çıkarmaları talimatı verdi.

Sadece sizi etkilediği sürece bir şeylere tahammül etmeniz mümkün. Ama hapishanede, kolektif ceza yöntemi başka bir şey. Bu, kaldığınız birimin hatta tüm hapishanenin sizinle beraber ceza çekmesi anlamına geliyor. En alçakça olanı da bu değer verdiğiniz insanları da içine alıyor. Arkadaşlarımdan birinin yedi yıldır üretim alanında özenle kotasının çok üstünde çalışmasının nedeni olan şartlı tahliye talebi reddedildi. Benimle beraber çay içtiği için azarlandı. Yarbay Kupriyanov aynı gün onu başka bir birime gönderdi. Başka bir yakın arkadaşım, çok kültürlü bir kadın, Adalet Bakanlığı’na ait bir belgeyi, “Islah Tesisleri ile ilgili İç Hizmet Yönetmeliği”ni okuduğu ve benimle tartıştığı için günlük olarak dayak yemesi için “düdüklü tencere”ye gönderildi. Benimle konuşan herkes için disiplin raporları hazırlandı. İnsanlar benim yüzümden acı çektiği zaman üzülüyorum. Yarbay Kupriyanov kahkahalar atarak bana “muhtemelen artık pek arkadaşın kalmamıştır!” dedi. Hepsinin Dinze’nin şikayeti yüzünden olduğunu söyledi.

Şimdi bakıyorum da kendimi bu durumum içinde bulduğum ilk zaman yani geçtiğimiz Mayıs’ta açlık grevine başlamalıydım. Ama, diğer tutuklulara yapılan korkunç baskıyı görünce hapishaneye karşı şikayetimi durdurdum.

Üç hafta önce, 30 Ağustos’ta Yarbay Kupriyanov’a vardiyamdaki tutuklulara sekiz saatlik uyku zamanı vermesini istedim. Aklımdaki, çalışma saatini on altı saatten on iki saate indirmekti. “Olur, Pazartesi’den itibaren vardiya günde 8 saat çalışacak” dedi. Arkasında bir tuzak olduğunu biliyordum çünkü fiziksel olarak artırılmış kotamızı sekiz saatte tamamlamamız imkansızdı. Sonuç olarak vardiya kotayı tutturamadı ve ceza aldı. “Eğer bu işin arkasında senin olduğunu öğrenirlerse” dedi Yarbay, “bugunleri mumla ararsın.” Kupriyanov duraksadı. “ve son olarak, sakın bir daha herkes için talepte bulunma. Kendin için talepte bulun. Hapishane kamplarında uzun yıllardan beri çalışıyorum ve ne zaman biri diğerleri için bir şey istese ofisten çıkıp doğruca hücre cezasına gider. Bunun başına gelmeyeceği ilk insansın.”

Takip eden haftalarda, yatakhane birimim ve vardiyam için her şey tahammül edilemez bir hal aldı. Gardiyanlara yakın tutuklular birimi kışkırttılar. “Bir hafta boyunca çay, yemek, banyo araları ve sigara yasak. Eğer yeni gelenlere özellikle Tolokonnikova’ya başka türlü davranmaya başlamazsanız, cezalar devam edecek. Eskiler size nasıl davrandıysa siz de onlara öyle davranın. Onlar sizi dövdü mü? Tabi ki yaptılar. Ağzınızı yırttılar mı yırttılar. Siz de onları bitirin. Bunun için cezalandırılmayacaksınız.”

Sürekli olarak kavgaya girmem için kışkırtıldım ama kendi iradesi olmayan sadece gardiyanın emirlerini yerine getiren insanlarla kavga etmenin amacı ne ki?

Mordovyalı tutuklular kendi gölgelerinden biri korkar haldeler. Tamamen yılmış durumdalar. Bir önceki gün on altı saatlik vardiya ile ilgili bir şeyler yapmam için bana yalvarırken ertesi gün yönetim burnumu sürtünce yanıma gelip konuşmaya bile korkuyorlar.

Çatışma halini çözmek için gardiyanlara bir öneri götürdüm. Kendileri tarafından yapay olarak yaratılmış ve mahkumlar tarafından uygulanan baskı halini kaldırmalarını ve çalışma saatlerini ve kotaları azaltarak yasayla uyumlu hale getirmelerini hapishanedeki kölelik vari çalışma koşullarını terk etmelerini istedim. Karşılığında, baskı daha da yoğunlaştı. Dolayısıyla, 23 Eylül itibariyle açlık grevine başladım ve yönetim, yasalara uyumlu işleyinceye ve kadınlara tekstil endüstrisinin ihtiyaçları için yasalarla idare edilen gerçek dünyadan sürgün edilmiş mallar gibi değil insan gibi davranıncaya kadar hapishanedeki kölelik vari çalışma koşulları içinde bulunmayı reddediyorum.

Yeşil Gazete için çeviren: Özlem Katısöz

Yazının özgün hali (nplusonemag.com)

(Nplusonemag, Yeşil Gazete)


Akkuyu’da kaçak nükleer santral

Türkiye Barolar Birliği Çevre Komisyonu Akkuyu’da kaçak inşaat çalışmasına şahit oldu.

5-6 Ekim tarihli toplantısını Mersin’de yaptı. Komisyon tarafından 5 Ekim Cumartesi günü Göksu Deltası ve Akkuyu nükleer santralinin yapılmak istendiği Büyükeceli Beldesinde yerinde incelemeler yapıldı.

Santral Girişinde Rusya Federasyonu bayrağı

Akkuyu Nükleer Santralinin yapılmak istendiği alana gelen Komisyon üyeleri güvenlik görevlileri tarafından alana alınmadı. Santral girişindeki Türkiye Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu bayrağı dikkat çekti.

Uluslararası Sözleşme hükümlerine göre santralin inşaatı ve işletmesi için Türkiye’de ve Türkiye Cumhuriyeti mevzuatına uygun olarak kurulan % 100 Rus sermayeli Akkuyu NGS A.Ş.’nin ilk bakışta proje alanını Rusya toprakları gibi yönettiği izlenimi edinildi.

Gecekondu Nükleer Santral

Alan dışından çevrede yapılan incelemede ise ÇED süreci devam ettiği halde alanda inşaat çalışmaları yapıldığı görüldü. Kamyonlar ve iş makinelerinin çalıştığı alan dışından da rahatlıkla görülebiliyor. ÇED süreci devam ettiğine göre kamyonlarla taşınan hafriyat malzemeleri hiçbir izin ve işleme tabi tutulmadan alan içinde rast gele depolanıyor.

Çevre Kanunu’na göre ÇED süreci tamamlanmadan hiçbir izin ve ruhsat alınamayacağı, buna rağmen yürütülen inşaat çalışmalarının devam ettiğini gören Komisyon üyelerinin ilk değerlendirmesi bunun hukuksuz olduğu yönünde oldu.

Mersin-Karaman Çevre Düzeni Planı iptal edildiğinde Akkuyu nükleer santral projesinin hukuki konumunun bir gecekondu durumunda olduğu yorumları yapılmıştı. İnşaatın hala devam ediyor olması Türkiye’nin ilk nükleer santralinin gecekondu santral olacağını iddialarının doğrular nitelikteydi.

 

Yeşil Gazete

Yeşiller ve Sol Gelecek: Hayvanlar “et” değil “can”dır!

4 Ekim Dünya Hayvanları Koruma Günü münasebetiyle Yeşiller ve Sol Gelecek Partisince yapılan bir açıklamada hayvanlar senede  bir gün hatırlayıp koruyacağınız varlıklar değildir deniliyor. Açıklamada dünyanın sadece insanlara ait olmadığı hatırlatılarak hemen uygulanacak somut politikalar talep ediliyor.

 

HAYVANLAR ‘ET’ DEĞİL ‘CAN’DIR

4 Ekim Dünya Hayvanları Koruma Günü olarak kabul edilmiştir.

Hayvanlar  da aynı insanlar gibi sinir sistemine sahip, hastalanabilen, yaralandığında canı acıyabilen, duyguları olan, ağlayabilen, sevinebilen, heyecanlanan, yavrularını sevgiyle koruyup türünü devam ettirebilen canlılardır. Hayvanlar bu nedenle sadece bir gün hatırlayıp koruyacağımız varlıklar değildir.

İnsanları hayvanlardan ayıran fark, kendini ifade edebilen varlıklar olmasıdır. Hayvanlar kendilerini koruyamıyor, savunamıyor, her gün milyonlarcasının etinden, sütünden, derisinden, tüyünden gelir sağlanıp pazar haline getiren insanlar olarak onların sömürülmesine göz yumuyoruz.

Hayvanlara uygulanan zulüm, şiddet ve işkenceye karşı, ahlaki ve hukuki olarak insanlara tanınan hakların hayvanlara da tanınması gerekiyor. Hayvanlar da insanlar gibi etiğin ve hukukun kapsamındadır ve insanlar kendi haklarını savunamayan hayvanların da haklarını savunmakla yükümlüdür.

Ekolojik bir toplumun kurulması hedefiyle, hayvan haklarının ihlal edilmesine neden olan asıl sorunun türcülük olduğu unutulmadan, insanın hayvan üzerinde tüm sömürü ve tahakkümünün kaldırılması ana hedef olmalıdır. Hemen uygulanacak olan somut politikalar ise hayvanların şu anki yaşamını ve refahını iyileştirmek için vakit geçirilmeden yerine getirilmelidir.

– Hayvanlar, doğal yaşamlarına uygun şekilde yaşayabilmeli, kafes bataryası, boynuz, gaga ve kuyruk kesme gibi zalimce uygulamalar yasaklanmalı, hayvanlara yönelik her türlü şiddet ceza yasası kapsamına alınmalıdır.

– Endüstriyel hayvancılık ve her türlü yoğun hayvancılık faaliyetleri aşamalı olarak sonlandırılmalı, bitkisel ve organik beslenme teşvik edilmelidir.

– Sokakları hayvanlardan arındırmak için yapılmak istenen yasa değişiklikleri geri çekilmeli, tam tersine insanların sokak hayvanlarının refahından sorumlu olduğu anlayışı getirilmelidir.

– Kâr ve eğlence amacıyla hayvanlara rahatsızlık verilmesi kabul edilemez. Hayvan sirkleri, yunus parkları, hayvanat bahçeleri, sportif avcılık gibi insanların zevki için hayvanları ölüme ve esarete mahkum eden kurum ve uygulamalar yasaklanmalıdır.

– Canlı hayvan ithalatı ve taşımacılığı sınırlandırılmalıdır. Yasadışı hayvan ticaretini önlemeyi ve türlerin korunmasını içeren uluslararası anlaşmalara uyulmalı ve mevcut evcil hayvan satış yerleri kaldırılmalıdır. Kürk için hayvan üretimi ve avı ile kürk satışı yasaklanmalıdır.

– Kötü muamele durumunda hayvanların şikayet olanağı bulunmaması gerçeğinden hareketle, kurulacak bir hayvan hakları denetleme birimi ile hayvanlarla ilişkili tüm kurumlardaki uygulamaların yasa ve yönetmeliklere uygunluğu çok sıkı denetlenmelidir.

– Hayvanlar ister tıbbi, ister kozmetik amaçlı olsun deneylerde kullanılmamalı, alternatif yöntemler teşvik edilmelidir.

Hayvanlar, moda sektörünün ham maddesi değil, giyim eşyası değil! Hayvanlar, sirklerde insanların oyuncağı değil, hayvanat bahçelerinde seyredilecek metalar değil, üzerlerinde deney yapılacak kadavralar değil, hayvanlar yük taşımak için kullanılacak köle değildir. Sokak hayvanı diye bir şey yoktur, çünkü; Sokaklar hayvan doğurmaz, buna sebebiyet veren insanların bencil ve yanlış davranışlarıdır. Hayvanlar, et değil can’dır.

Bu bilince bütün insanların bir gün varacağını umut ederek Hayvanlar için düşünülen  bu özel günde,  “dünyanın yalnız bize ait olmadığı”nı bir kez daha hatırlatırız.

Akyaka’lı bisikletçiler Ankara’da

Muğla’nın Ula ilçesine bağlı Akyaka beldesinde  kamu arazisi bir zeytinliğin imara açılmasına ve özelleştirilmesine karşı Akyaka Dayanışması’nın başlattığı mücadelede toplanan imzaları Ankara’ya ulaştırmak üzere üç bisikletli 27 Eylül’de Akyaka’dan  yola çıktı.
Akyaka Dayanışması üyeleri,  Muğla, Denizli, Dazkırı, Afyon, Kütahya, Eskişehir, Sivrihisar, Polatlı üzerinden Ankara’ya 6 Ekim Pazar günü ulaşacaklar. Akyakalı bisikletlilere destek vermek üzere başka bisikletliler de Eskişehir’den itibaren katılıyorlar. Bisikletli grup, pazar günü saat 08:00’de Polatlı’dan hareket edecek ve 12:00’de Ankara’ya 15 km uzaklıktaki Konutkent kavşağına ulaşacak. Ankaralı bisikletliler, grubu burada karşılayarak birlikte Yüksel Caddesine pedal çevirecekler. Akyaka Dayanışması üyeleri 6 Ekim’de saat 14:00’de Yüksel Caddesinde İnsan Hakları Anıtı nın önünde bir basın açıklaması yapacak.
Akyaka Dayanışmasının Çevre ve Şehircilik Bakanlığından üç talebi var:

1) Bir dizi hukuksuzluk içeren süreçlerde kamusal alan olan 19.300 m2lik  bir zeytinlik imara açılmış, şimdi de özelleştirilmek istenmektedir. Hukuki mücadele süreci de başlattığımız bu  hukuksuzlukların bir an önce düzeltilerek Akyaka’da 3841 no.lu parselin özelleştirilmesinden vazgeçilmelidir. İmar değişikliğine gidilerek konut alanı olmaktan çıkarılmalı, üzerindeki zeytin ağaçlarına zarar vermeden hem Akyakalıların hem de Beldenin ziyaretçilerinin ortak yararlanabileceği biçimde, halkın katılımıyla yeniden değerlendirilmeli, kamusal alan niteliği korunmalıdır.

2) 3194 sayılı İmar Yasası kentlerin imar plan yapım sürecinden halkı dışlamaktadır,  anti-demokratiktir,  dayatmacıdır. İmar Yasası halkın daha en başından planlama süreçlerine katılmasına elverecek biçimde yeniden düzenlenmelidir.
3) Yalnızca Özel Çevre Koruma Bölgesinde yer alan Akyaka için değil tüm doğa koruma alanlarının korkulu rüyası  Tabiatı ve Biyo Çeşitliliği Koruma(ma) Yasa Tasarısı geri çekilmelidir. Zira bu yasa geçerse, “üstün kamu yararı” adı altında tüm korunan alanlar yapılaşmaya, imara ve yatırımlara açılarak rant alanlarına dönüştürülebilecektir.
Akyaka Dayanışmasının change.org üzerinden düzenlediği imza kampanyasında bugüne kadar 24.000, Muğla bölgesi ve yolculuk boyunca da 3000’den fazla ıslak imza toplandı. Kampanyaya www.change.org/akyakabetonlasmasin adresinden hala destek verilebiliyor.
Yeşil Gazete

Kuzey Ormanları’nda 2. Gün: Göktürk’ten Garipçe’ye doğa ve katliam

Kuzey Ormanları Savunması tarafından 6 Ekim Pazar günü Çekmeköy Doğa Park’ta yapılacak yürüyüş ve basın açıklaması öncesinde, Savunma’nın iki üyesi Ali Yıldırım ve Alper Atmaca, İstanbul’un son ormanları, su havzaları ve tarım alanlarının maruz kaldığı tehlikeye dikkat çekmek için başlattıkları 100 km yürüyüşün 2. gününde Göktürk’ten Garipçe’ye kadar yürüdüler.

Kuzey Ormanları Savunması’dan Ali Yıldırım ve Alper Atmaca, 3. köprü ve yol yapımı çalışmalarında yüz binlerce ağacın kesilmesiyle ciddi yara alan kuzey ormanları için kesim güzergâhı üzerinde 3 Ekim Çarşamba günü başlattıkları 100 km yürüyüşte bugün Göktürk-Garipçe etabını tamamlıyorlar. Yürüyüş Kuzey Ormanlarına yönelik en ciddi tehditlerden birini oluşturan 3. Havalimanı için seçilen Tayakadın-Odayeri mevkiinde dün saat 17.00 civarında başlamıştı.

Kuzey Ormanları Savunması üyesi Ali Yıldırım ve Alper Atmaca dün aniden bastıran kış soğuğu ve yağmura rağmen başlattıkları yürüyüşün ilk gecesinde saat 21.00 civarında önce kesim güzergâhında bulunan bir şantiyede mola verdiler. (Ali’nin mesajı (20.00): Biraz ıslak, yürüyoruz”). Şantiyede işçilerle sohbet edip ıslanan giysilerini kurutan yürüyüşçüler, daha sonra Göktürk yakınlarında kesilmiş devasa bir ağaç gövdesinin yanı başındaki ilk kamplarını kurdular. (“Göktürk civarı kesim alanı kenarına kamp kurduk, yağmur dindi, iyiyiz.”)

100 km. yürüyüşün ikinci günü (4 Ekim Cuma) Göktürk mevkiinden Garipçe’ye doğru giden kesim güzergâhı üzerinde ilerleyen yürüyüşçüler, İstanbul’un kuzeyindeki mega rant projelerinin tehdidi altında imara açılıp tarım alanı olmaktan çıkartılmak istenen Gümüşdere köyü yakınlarındaki bir su bendinden geçtiler. (“Güneş hiç göstermedi yüzünü, diren güneş pilleri!”)

Yürüyüş çeşitli medya kuruluşları tarafından kamuoyuna duyurulurken, 1995 yılı, Nükleersiz bir dünya için Viyana-Moskova yürüyüşçüsü Timur Danış, Kuzey Ormanları Savunması aracılığıyla Ali ve Alper’e “Kuzey ormanları yürüyüşçülerine dayanışma ile… Özellikle yürüyüşün tekdüzeleşen, içe basan anlarına iyi gelebileceğini düşünüyorum diyerek Selim Saraçoğlu’nun “Patika” şarkısını gönderdi.

Saat 12.30 civarında Zekeriyaköy-Arıköy yakınlarında Kuzey Ormanları Savunmasının iki üyesi, Ali ve Alper ile günlük lojiktik destek buluşmalarını gerçekleştirdiler: “Ali ve Alper’in giysileri ıslak, ayakkabıları çamurlu, sağlıkları ve moralleri iyi”.

Yürüyüşlerine Uskumruköy civarındaki kesim güzergahı üzerinden devam eden Ali ve Alper, yol boyu kesilen ormanlık alanları, kuzey ormanlarının yanı başında yayılan beton kentleşmeyi, “ağaç kesmeyeceğiz” gerekçesiyle yapılan viyadük inşaatlarında kesilen ağaçları (“kafa karışıklığı, viyadük çalışması başlamış ama ağaçlar da kesilmiş. Bu köprü çok çevreci dostum”) kesim yapılan geniş arazilerde kalan tek tük ağaçları ve katliama karşın yeniden yeşeren alanları şantiyelerde çalışan işçilerle selamlaşarak fotoğraflamayı sürdürdüler. (“Ağaç gölgesi gibi yok, şantiye işçileri de bunun farkında”). Ayrıca akşam yemeği için mantar bulmayı da ihmal etmediler. (“Uskumruköy kesim alanı, akşam yemeği çıktı. Alper bu mantara kefil oldu, yenir diyor .”)

Bu akşam saat 17.00’de 3. Köprü ayaklarının dikildiği Garipçe köyüne ulaşacak olan Ali ve Alper, buradan Anadolu yakasındaki ayakların dikildiği Poyrazköy’e bir balıkçı teknesiyle geçerek geceyi Poyrazköy civarında kuracakları kampta geçirip yarın yine kesim güzergâhı üzerinden Çekmeköy’e doğru ilerleyecekler.

Dün (3 Ekim Çarşamba) saat 17.00’de “ormana giden”, bugün saat 17.00’de Garipçe-Poyrazköy arasından boğazı balıkçı teknesiyle geçecek olan arkadaşlarımızdan aldığımız haberleri sürekli paylaşmaya devam edip, arkadaşlarımızla 6 Ekim Pazar günü Çekmeköy’deki kitlesel basın açıklamamız öncesinde buluşacağız.

Ali, Alper ve Kuzey Ormanları Savunması, ormanına, suyuna, yaşam alanlarına ve kentine sahip çıkan tüm İstanbulluları 6 Ekim Pazar günü saat 14.00’de Çekmeköy Doğa Parkı Batı Çıkışında buluşmaya çağırıyor.

Kuzey Ormanları Savunması yürüyüş ve eylemin ayrıntılarını takip etmek için:

twitter.com/kuzeyormanlari

[email protected]

https://www.facebook.com/KuzeyOrmanlariSavunmasi

http://kopruyerineyasam.blogspot.com/ canlı yayın için: ustre.am/15sHR

Ne kabaq ne devrim; kazanımların kerhen tescili – Oya Baydar

AKP’nin seçim öncesinde siyaset piyasasına büyük tantanayla sürdüğü demokratikleşme paketi, ne devrim ne de kabak. Tepkileri yumuşatmak, eleştirileri göğüslemek için, bizzat Tayyip Erdoğan’ın yetersiz olduğunu ve arkasının geleceğini belirttiği paket hakkında daha şimdiden o kadar çok şey söylendi, yazıldı ki, tekrarlayıp yazıyı uzatmaya gerek yok.

Paketin beklentileri karşılamadığı, bu kısıtlı haliyle barış sürecinin ilerlemesine katkılı olamayacağı, Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilmesi gibi hem demokratikleşme hem de barış süreci için hayati önemdeki bir adımın atılmamış olması, inanç özgürlüğü temelinde Alevîlerin dertlerine derman getirmediği, seçim barajının indirilmesi gibi basit bir yol varken çoğunluk partisine avantaj sağlayan ve iki partili olma tehlikesi barındıran modellerin yanlışlığı, vb. ülkedeki “gerçekten demokratik ve özgürlükçü” muhalefetin ortak ve haklı eleştirisi. “Gerçekten demokratik muhalefet” vurgusu yapmamın nedeni ise, pakete peşinen karşı çıkan faşizan, ulusalcı, vesayetçi muhalefet odaklarıyla demokratikleşmeden yana muhalefetin farkının altını çizebilmek.

Nacizane fikrim, açıklanan demokratik düzenlemelerin beklenene ve ihtiyaca oranlandığında yetersiz, ama mevcut duruma göre ileri bir adım olduğu. Maddelerin çoğu kısa vadede somut bir değişiklik sağlayabilecek nitelikte değilse de, nefret suçlarına getirilen ceza artırımı, okullardaki ayrımcı, faşizan andın kaldırılması, Kürtçe afabenin tanınması, hatta çok haklı eleştirilere rağmen özel okullarda anadilinde eğitimin yasal güvenceye kavuşturulması ( Bu anadilde eğitime geçişte, alıştıra alıştıra, ürkek ama önemli bir adımdır. Mesela devlet bursları veya özel burslar yöntemiyle sadece parası olanların yararlanabileceği bir hak olmaktan çıkarılabilir.), Mor Gabriel manastırının mülkiyet hakkının tanınması, kadınların kılık kıyafet kısıtlarının kaldırılması ve örtülü kadınlara kamu hizmetlerinde çalışma hakkının verilmesi, vb…vb… eski rejimin tabularını kırmak ve çok daha fazlasını amaçlamak için yararlı bir sosyal psikolojik atmosfer yaratabilecek adımlar.

 

Ölü gözünden yaş mı bekliyordunuz?

 

Tabii ben de razı değilim bu kadarına; ama paketi haklı olarak yetersizlikle, eksiklikle, kozmetiklikle eleştirenlere, “ölü gözünden yaş mı bekliyordunuz?” diye sormaktan da kendimi alamıyorum. AKP iktidarının “kendine demokrat” zihniyetini, muhafazakâr toplum vizyonunu, insanı doğayı hiçe sayan büyüme odaklı neoliberal pragmatizmini, fütuhatçı gelecek tasavvurunu, buyrukçu, otoriter, sansürcü tek adam yönetimini bilip de, paketin içeriğine şaşırıp hayal kırıklığından söz etmenin âlemi var mı?

Öte yandan, içeriği bir yana paketin hazırlanış biçimi; vesayetçilik döneminde askerlerin uyguladıkları ayrımcı akreditasyon yöntemini hatırlatan şekilde, basın toplantısında istenmeyen medya kuruluşlarına ambargo uygulanması; sunumda medya mensuplarını konu mankeni kılan soru sorma yasağı AKP zihniyetinin bir özeti ve yansımasıysa, bu zihniyetten mecbur kaldığı ve işine geldiği kadarından fazlasını beklemek hayalcilik değil mi?

Başbakan Erdoğan’ın demokratikleşme paketini açıklarken yaptığı uzun girizgâhı dinlerken, zaman zaman, (meselâ kimsenin dini, dili, inancı, etnik mensubiyeti, yaşam biçimi, vb. için ayrımcılığa uğratılamayacağını, bu anlamda nefret suçlarının cezalarının artırılacağını, kimsenin ötekinin yaşam biçimine karışamayacağını anlatırken) bu hesapça, önce sizin yargılanmanız ve ceza almanız gerekmez mi, diye geçirdim içimden. Her cümlesine “onlar”, “bunlar” diye başlayıp farklı düşünenleri, farklı yaşayanları, farklı inananları ötekileştiren, itibarsızlaştıran; ister sermaye kesiminden, ister medyadan, ister siyasetten olsun muhaliflerini bel altına vurarak susturmaya, etkisizleştirmeye çalışan Erdoğan’ı ve partisini, yetersiz de olsa bu paketi hazırlamaya, arkası gelecek havası yaratmaya, bizler yetersiz bulsak da, AKP zihniyetini aşan adımlar atmaya zorlayan nedir diye düşündüm.

 

Paket, demokratik kazanımları tescil ediyor

 

Bu sorunun tek bir cevabı var; hem paketin içeriğini, hem  önümüzdeki gelişmeleri, hem de Türkiye demokrasi güçlerinin durumunu, konumunu karşılıklı ilişki-çelişkileri açıklayabilecek bir cevap: On yıllardır çetin koşullarda, işkence, zindan, sürgün, hatta yaşam pahasına sürdürülen demokrasi mücadelesidir bugün AKP iktidarını bu adımları atmaya mecbur kılan. Demokratik hak ve özgürlüklerin teslimini ihsanda bulunmak olarak gören ve gıdım gıdım teslim edip üstüne bir de böbürlenen bu zihniyet, demokratik kazanımları tescil etmeye kâr-zarar hesabıyla ve kerhen mecbur kalmıştır.

Kürt siyasal hareketinin son otuz yıllık çetin mücadelesi olmasaydı; İslami kesimin, hele de Müslüman kadınların inanç ve yaşam biçimi için verdikleri mücadele ve onlarla dayanışanlar olmasaydı; Alevîlerin, Süryanîlerin, diğer din ve mezhep gruplarının, bayrağını Hrant’ın taşıdığı azınlık hakları için uğraşanların ve ayrımcılığa, ötekileştirmeye karşı eşit yurttaşlık hakları için onlarla kol kola yürüyen Türkiyeli demokratların mücadelesi olmasaydı; işçilere, solculara, sosyalistlere vurduğu için AKP’nin pek adını anmadığı, darbeden saymadığı 12 Mart’ta, 12 Eylül’de canları, yaşamları, ülkelerinden ayrılmaları, hayatlarının tarumar olması pahasına mücadele edenler olmasaydı; 28 Şubat’ta inançları uğruna sırf başörtüsü yasağına karşı geldikleri için idamla yargılanan, hapishanelere tıkılan kadınlar olmasaydı, inanın bana, bugün bu cılız bulduğumuz paketçik bile çıkmazdı.

Demokratikleşme paketini yetersiz bulduğunu ifade eden BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak, BDP’nin (bence bütünüyle Kürt siyasal hareketinin) demokratik süreci ilerletecek ana güç konumunda olduğunu söylerken çok haklıydı. Gerçekten de pakette yer alan ve Kışanak’ın zaten fiilen uygulandığını, aşıldığını, mevcut durumun yasallaşmasından ibaret olduğunu söyleyerek önemsizleştirdiği maddelerin hepsi başta Kürt hareketi, demokrasi güçlerinin onlarca yıllık mücadelesinin kazanımlarının tescilidir. Aksini düşünmek kendi demokrasi mücadelemizi de küçümsemek olur.

İktidarın, kabul etmek ve daha ileri götürüleceğini söylemek zorunda kaldığı demokratik adımlar ihsan değil tümüyle bizim kazanımlarımızdır. Evet; yetersizdir, eksiktir, azdır. Ama azsa, yetersizse, -Kürt hareketini ve gerçek demokratları tenzih ederek söylemek istiyorum- bunun bir nedeninin de geleneksel muhalefetin eksikli, çağdışı kalmış demokrasi anlayışı; değişime direnen ulusalcı, Türkçü,  vesayetçi, elitist zihniyeti olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Şu anda bile, barış sürecine, Kürt halkının anadilde eğitim dahil bütün haklarının eşit yurttaşlık temelinde anayasal güvenceye kavuşturulmasına, vatandaşlığın Türklük üzerinden değil Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı üzerinden tanımına ihanet gözüyle bakıp karşı çıkanlar, demokratikleşmenin hızlanması ve derinleşmesinin desteği değil kösteği durumundadırlar.

AKP iktidarı demokratikleşmeyi gerçekleştiremez diye işin kolayından tutup kestirip atmak yerine onu her alanda daha ileri adımlar atmaya zorlamak gerekmez mi? Özellikle Kürt meselesinde (ki Alevîlerin haklarının tanınmasıyla birlikte demokratikleşmenin iki anahtarından biridir) AKP’nin zoraki şekilde attığı ürkek adımlara bile, “Bu haklar neden veriliyor, bölücülük yapılıyor, hainlik yapılıyor”, diye karşı çıkmak yerine, neden daha fazla hak teslim edilmiyor diye karşı çıkmak gerekmez mi? Laiklik elden gidiyor, diye feryat etmek yerine, bütün inançların ve kimliklerin tanındığı ve eşitlendiği özgür bir toplum talep etmek gerekmez mi?

İktidarlar toplumsal muhalefetin zorlaması olmadan kendi sınırlarını aşacak, çıkarlarını zorlayacak tek bir adım bile atmazlar. Demokratik mücadele denilen şey onları adım atmaya zorlamak, kazanımların  tescilini sağlamaktır. Üstelik iktidara giden yol da buradan geçer. Paket “az”sa, ki öyle, hepimiz az olmasındaki payımızı düşünmek durumundayız. Ve “daha çok” olması için de hâlâ ve her zaman vakit var. Top şimdi demokrasi güçlerinin ayağında. İlerleyelim, zorlayalım, belki defansı aşıp gol bile atabiliriz.

Oya Baydar – www.t24.com.tr

Temizlik için doğal formüller

Deterjanlar, yüzey temizleyiciler, her gün televizyon reklamlarının baş aktörleri. İki dakikada şarap lekesini mi çıkaranı dersiniz, yoksa aktif etkili adını bile bilmediğimiz, hayatımızda ilk defa duyduğumuz bulaşık parlatıcıları mı dersiniz.. Hepsi artık evimize girdi, baş köşede duruyor. Hızlanan yaşamı kolaylaştıran bu ürünler giderek de ucuzluyor.

Mükemmel değiller!

Ancak, bir de bunların sağlık etkileri var. Bu “Mükemmel Temizlik” malzemeleri o kadar da mükemmel değil. Astım başta olmak üzere solunum rahatsızlıkları, alerjiler, bronşit, kanserojen etkileri ile sağlımızı tehdit ediyorlar.

Doğayı da yok ediyorlar.

Atık su vasıtası ile derelere, denizlere ulaşan bu kimyasallar doğal yaşama da zarar veriyor.  Doğada kolay kolay yok olmayan, çamaşır ve bulaşık deterjanları bitki ve hayvan türlerinin yok olmasına sebep oluyor. Toprağa ve suya bulaşarak, tekrar tarımsal üretimle evimize geliyor, giyeceklerimizi zehirliyor.

Tek derdi daha ucuza, daha çok ürün satmak olan firmalar ise ne bizi ne de doğayı düşünüyor.

İşte tam da bu yüzden,  size doğal temizlik formüllerini derledik. Formüllerini aşağıda verdiğimiz temizleyicileri yapmak da kullanmak da çok kolay. Üstelik, süpermarketlerde satılan bir çok temizlik malzemesinden daha da ekonomikler.

EKONOMİK VE EKOLOJİK DETERJANLAR

Çamaşır makinesi tozu:

  • 1 bardak rendelenmiş parfümsüz bitkisel sabun (ör. Zeytinyağı sabunu)
  • 1 bardak çamaşır sodası (yani sodyum karbonat)
  • 1 bardak karbonat
  • 1 bardak borax (isteğe bağlı, eczanelerde rahatlıkla bulunabilir)
  • 10 – 15 damla uçucu yağ (isteğe bağlı, parfüm niyetine; bu yağlar aslında ahududu, zeytin, badem gibi bitkilerin özsuyudur).

Bu formülle, size 1 ay kadar gidecek bir çamaşır makinesi tozu elde edebilirsiniz. Makinenizde ne kadar çamaşır deterjanı kullanıyorsanız, bu kadar bu tozdan kullanarak, temiz, doğaya ve size zararı olan kimyasalları içermeyen çamaşırlanız olur.

Çamaşır makinenizde ise, çamaşır yumuşatıcılar yerine elma sirkesini deneyin.

Bulaşık Makinesi Tozu:

  • ¼ bardak kaya tuzu
  • 20 – 25 damla limon veya portakal yağı
  • ¼ bardak limon tuzu
  • 1 bardak karbonat
  • 1 bardak boraks
  • 1 bardak çamaşır sodası

Yine, bu kadarlık bir karışımdan 5  – 7 yıkamalık bulaşık makinesi tozu elde etmiş olursunuz. Makinenizde, deterjan gözünü dolduracak kadar bu tozu kullanarak bulaşıklarınızı temizleyebilirsiniz. Parlatıcı olarak yine elma sirkesi denemenizi öneririz.

CİLT TEMİZLEYİCİLERİ

Aşağıdaki formülü sıvı sabun, duş jeli, elde bulaşık yıkama sıvısı olarak kullanabilirsiniz.

  • 1 kalıp rendelenmiş zeytinyağı sabunu
  • Sabunu kaplayacak kadar bir kaç bardak su
  • 3 çorba kaşığı gliserin (isteğe bağlı)
  • 20 damla uçucu yağ (isteğe bağlı, parfüm niyetine; bu yağlar aslında ahududu, zeytin, badem gibi bitkilerin özsuyudur).
  • 1 çorba kaşığı bal (isteğe bağlı, bal cilt tahrişlerini önler, cildi onarır.)

Sabunu öncelikle suda eritip, sonra diğer malzemeler eklenir. Pompalı bir şişe ile rahatlıkla bu ürünü kullanır, yumuşacık bir cilde sahip olursunuz.

YÜZEY TEMİZLEYİCİLER

Krem yüzey temizleyici:

  • 1 bardak karbonat
  • 2 çorba kaşığı arap sabunu
  • 1 çorba kaşığı gliserin (isteğe bağlı)
  • 10 – 15 damla uçucu yağ (isteğe bağlı, parfüm niyetine; bu yağlar aslında ahududu, zeytin, badem gibi bitkilerin özsuyudur).

Evye, lavabo, küvet, ocak gibi yüzeylerde kusursuz temizlik sağlar. Bir tatlı kaşığı kadar bu karışımdan koyup, her zamanki gibi fırça veya sünger ile ovalayak kullanabilirsiniz.

Çelik yüzeylerde ise, bir beze koyup yumuşak hareketlerle ovarak, istediğiniz temizliğe ulaşabilirsiniz.

Sıvı Yüzey Temizleyici:

  • 1 bardak sirke
  • 2 bardak su
  • 5 – 10 damla uçucu yağ ((isteğe bağlı, parfüm niyetine; bu yağlar aslında ahududu, zeytin, badem gibi bitkilerin özsuyudur).

Bu karışımı sprey şişesine doldurup, cam,  ayna, fayans, mutfak tezgahı gibi yerlerin temizliği için uygulayabilirsiniz.

Oranları arttırarak, zemin temizliği için de kullanabilirsiniz.

Tuvalet gibi yerlere uygularken, önce sıkıp 15 dakika bekledikten sonra fırçalamalısınız.  Bu tür bakteri yuvası yerlerde, iyi bir dezenfekte işlemi için, 1 gece öncesinden bir bardak boraks döküp ertesi gün durulamalısınız.

DİĞER TEK KULLANIMLIK TEMİZLEYİCİLER

Lavabo Açıcı

  • 1 bardak karbonat
  • 1 bardak sirke
  • 1 litre kaynar su

Gidere önce karbonatı, sonra sirkeyi dökün. Köpürme yatıştıktan sonra ise kaynar su döküp pompalayarak lavabonuzu açmış olursunuz.

Mobilya / Ayakkabı Cilası

1 kaşık zeytinyağı ve 1 kaşık limon suyunu bir beze sürüp mobilyalarınıza uygulamanız yeterli.

Fırın Temizleyici

Karbonat fırın yüzeyine serpilir, suyla ıslatılarak macun haline getirilir. 1 gece bekletildikten sonra kolayca temizlenir. Bu  formül dibi tutmuş tencerelere de bire bir.

(Devin Bahçeci, Yeşil Gazete)

 

 

Baharımız kalmadı

Artık baharımız kalmadı.

Artık sonbaharın hüznünü çocuklar bilmeyecek.

Sadece iki mevsim var. Yaz ve kış. Ötesi olmayacak. Ani hava değişimleri ile anlık sıcaklık değişimleri ile yaşayacağımız bir Dünya’ya girdik giriyoruz.

Tşhirt’ten kazağa geçeceğiz.  Bir gün terlerken ertesi gün soğuktan donacağız.

İstanbul’da bir hafta öncesini düşünsenize, bir de bugünü düşünün.

İşte iklim değişikliği böyle birşey.  Bahar, son baharı elimizden alıyor.

Yazları kavruluyor, kışları donuyoruz.

İnsan dahil hiç bir canlı böyle bir değişime kolaylıkla adapte olamıyor. Bu hafta iş yerinde kendini yorgun, halsiz mutsuz hissetmediniz mi?

Sık sık kafası karışan bitkiler göreceğiz. Mesela kışın ortasında ani artan sıcaklıklardan açan çiçeklere alışık olun.

Ya da, Mayıs’ın ortasında gelecek olan donlara da alışın.

Erken açtığı için don yemiş çok ekin göreceğiz, sonrasında da batan çiftçiler, artan gıda fiyatları.

Birden bu hale nasıl geliyoruz diye soranları duyar gibiyim.

Ama birden gelmedik. Son yüz yılda Dünya’nın çivisini çıkarmak için ne gerekiyorsa onu yaptık.

Açgözlülüğümüz, kalkınma da kalkınma sevdamız ile doğanın tamamını işlenmemiş kaynak olarak gördük ve sömürdük.

Yavaş yavaş, CO2 emisyonlarımız arttı ama küresel ısınmanın farkına varamadık. Varmak istemedik.

Keza rahatımızı bozmak istemedik. Ama artık doğa rahatımızı bozmaya başladı.

Kurbağa gibi yavaş yavaş değişen iklim düzenin farkına halen varamadık.

Petrolü su gibi tüketmek tatlı geldi. 5.0 motorlu jeeplerle dolaşmak da.

Beton bloklar dikip kendimizi doğadan uzaklaştırmak tatlı geldi. Rahat batmadı hiç.

Keşke batsaydı.

Halen batmıyor. Halen kalkınmalıyız da kalkınmalıyız diyen politikacılarımız var. Halen doğanın iliklerini kurutan maden şirketlerimiz, petrol şirketlerimiz, otomotiv sanayimiz var…

Bilim insanları son yirmi yıldır bangır bangır bağıryor. Aktivistler, yeter artık diyor.

Böyle giderse kendi kendini yok eden tür olacağız. Ama tek kendimizi yok ediyor olsak içim acımayacak. Binlerce türü de yanımızda götüreceğiz.

Baharımız kalmadı.