‘Hükümeti devirmeye teşebbüs’ suçlamasıyla sürdürülen Gezi davasında oy çokluğuyla Osman Kavala’nın 625 gününü dolduran tutukluluğunun devamına karar verildi. Bir sonraki duruşma 8-9 Ekim’de.
Darbe 16 sanığın ‘hükümeti devirmeye teşebbüs’ suçlamasıyla müebbet hapis istemiyle yargılandığı Gezi davasında, 625 gündür tutuklu hak savunucusu ve iş insanı Osman Kavala’nın tutukluluğunun devamına karar verildi. Silivri Cezaevi’nde 24-25 Haziran’da görülen ilk duruşmada Aksakoğlu’nun tahliye edilmesiyle Kavala davanın tek tutuklu sanığı haline gelmişti.
Oy çokluğuyla
Bir sonraki duruşma 8-9 Ekim’de görülecek. Kavala’nın tutukluluğunun devamına hükmedilen karar oy çokluğuyla alındı. Heyet ayrıca yakalama kararı bulunan sanıkların yakalanma isteğinin devamına, davaya katılma hususunda diğer müştekilere yazılan talimatlara yeni duruşmada dönülmesine, sanıklardan İnanç Ekmekçi’nin celse arasında hazır olması durumunda dinlenmesine, adli kontrol tedbirlerinin kaldırılması talebinin reddine, Murat Pabuç, Ercan Orhan Aydın, Hasan Gün’ün tanık olarak diğer duruşmada dinlenmesine karar verdi.
Karar için salonda yeniden toplanıldığında sadece basın mensupları ve gözlemciler salona alındı. İzleyiciler dışarıda bekletildi.
Avukatlar savunma yaptı
Duruşmanın ikinci oturumunda 625 gündür tutuklu bulunan Kavala, yaklaşık sekiz ay tutuklu yargılandıktan sonra tahliye edilen Yiğit Aksakoğlu, tutuksuz yargılanan Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Çevresel Etki Değerlendirme Danışma Kurulu Sekreteri Mücella Yapıcı, Bianet yazarı, sinemacı Çiğdem Mater, Açık Toplum Vakfı Yönetim ve Danışma Kurulu Başkanı, Yale Üniversitesi Brookings Enstitüsü Kıdemli Araştırmacısı Ali Hakan Altınay, avukat Can Atalay, şehir plancısı ve akademisyen Tayfun Kahraman ve sinemacı Mine Özerden’in avukatları savunma yaptı.
Savcı savunmaların ardından avukat beyanlarına herhangi bir diyeceği olmadığını belirterek taleplerini şu ifadelerle aktardı: “Kıymetlendirilen delillerin çıkarılması talebinin reddi. Ekmekçi’nin istinabe yoluyla ifadesinin alınmasının talebinin reddi ve savunmasının alınması için hakkında yakalama kararı çıkarılması. Kavala’ya atılı suçun katalog suç olmasından ötürü ve tutuklama tedbirinin AİHM kararıyla ölçülü ve uyumlu olması nedeniyle tutukluluk halinin devamı…”
Gazeteci Can Dündar ve İnanç Ekmekçi’nin yurt dışında olması nedeniyle gıyabında yargılandığı davanın diğer sanıkları şöyle: Mehmet Ali Alabora, Gökçe Yılmaz Tüylüoğlu, Ayşe Pınar Alabora, Handan Meltem Arıkan, Hanzade Hikmet Germiyanoğlu, Yiğit Ali Ekmekçi.
Türkiye genelinde 45 baro, baraj suyu altında bırakılacak antik kent Hasankeyf’te ortak açıklama yaptı: Baraj yapımını durdurun, Hasankeyf’i kurtarın
Hasankeyf’in su tutmaya başlayacak llısu Barajı’nın suları altında bırakılmasına bir tepki de hukukçulardan geldi. Aralarında Antalya, Aydın, İzmir, Kırklareli, Tekirdağ, Batman, Diyarbakır, Urfa Barolarının da bulunduğu 45 baronun destek verdiği açıklama için 18 Baro Başkanı Hasankeyf’te bir araya geldi. Ortak açıklamayı Batman Baro Başkanı A. Hamit Çakan okudu.
Dicle Nehri kıyısındaki antik kentin 20’den fazla medeniyete beşiklik ettiğini hatırlatan Çakan, Hasankeyf’in insanlığın ortak kültürel ve doğal mirası olduğunu belirtti: “Bu doğal, kültürel ve anıtsal yapılarını günümüze kadar koruyan, geniş bir alana yayılan açık hava müzesi görünümünde neolitik ve antik bir kenttir. Türkiye’de Ortaçağa ait bütünlüğünü koruyabilen tek şehir olma özelliğini taşımaktadır. Hasankeyf, medeniyetlerin kesiştiği ve buluştuğu bir yerdir. 1978 yılında Arkeolojik SİT Alanı ilan edilmesine rağmen, korunması ve sonraki nesillere bırakılması için gerekli hiçbir çalışma yapılmamıştır. Yer altında kalan arkeolojik kalıntıların gün yüzüne çıkarılabilmesi için 50 hatta 70 yıl kadar daha zamanın ancak yetebileceği bizzat kazı uzmanları tarafından değerlendirilmektedir.”
‘Tarihi kent 50 yıllık HES’e feda ediliyor’
Kentin, ömrü ancak 50 yıl olabilecek baraj ve HES projesine feda edilmek istendiğini anlatan Çakan, Ilısu Barajı’nın ÇED raporunun bile bulunmadığını, ulusal ve uluslararası hiç bir sözleşme ve yasanın dikkate alınmadığını hatırlattı. Açıklama metninde, UNESCO’nun ilgisizliği ve AİHM’nin yıkıma ortak olan kararı da eleştirilerek, “ Bu zamana kadar yedi anıtsal eser, doğal yerlerinden koparılmış, başka yere taşınmış, kalenin etrafına devasa set örülmüş ve diğer fiziksel çalışmalarla Hasankeyf tahrip edilmiş olsa bile, geri kalan devasa büyüklükteki arkeolojik alanlar ve Dicle vadisi hala kurtarılabilir” denildi.
‘Projenin iptali ülke yararına’
“Hasankeyf’in, Dicle vadisinin tarihi ve kültürel dokusu düşünüldüğünde, en önemlisi de barajın getirisi ve götürüsü kıyaslandığında iş bu baraj projesinin durdurulmasının ve akabinde iptal edilmesinin ülkemizin daha faydasına olduğunu düşünmekteyiz” ifadeleri kullanılan açıklamada, en azından barajın kodunun düşürülmesi yoluyla Hasankeyf’in sular altında kalmasını engelleyecek seçeneğin dikkate alınması istendi.
Şarampole devrilen minibüste hayatını kaybedenler arasında çocuklar da bulunuyor. 16 kişilik minibüse 67 sığınmacı doldurulmuş.
Van‘da kent merkezine yaklaşık 65 kilometre uzaklıktaki Özalp ilçesi Sürüyolu Mahallesi’nde meydana gelen kazada, sığınmacıları taşıyan minibüs, taklalar atarak yaklaşık 35 metrelik şarampole yuvarlandı. Minibüsün kapasitesinin 16 kişi olduğu, ancak 67 sığınmacıyı taşıdığı belirtildi.
Kazada 15 kişi yaşamını yitirdi, 27 kişi yaralandı. Hayatını kaybedenler arasında çocuklar da bulunuyor. Yaralılar, ambulanslarla hastanelere sevk edildi. Jandarmanın olay yerindeki incelemelerinin ardından göçmenlerin cansız bedenlerinin morga kaldırılacağı belirtildi. Ölenlerin kimlik tespiti ve uyruklarının belirlenmesi için de çalışma başlatıldı.
Vali: Hayatını kaybedenler arasında çocuklar ve kadınlar var
Van Valisi Mehmet Emin Bilmez, yaşanan olayda sığınmacıları taşıyan minibüsün dağ yolundan kente gelmeye çalıştığını belirterek şunları söyledi: “Muradiye’den düzensiz göçmenleri taşıyan minibüs dağ yolunu kullanırken şarampole yuvarlandı. Olayın ardından bölgeye yeteri kadar kurtarma ekibi sevk edildi. Ekiplerimizin kurtarma ve yaralıların hastanelere sevk edilmesine yönelik çalışmaları devam ediyor. Şu anda 15 kişi hayatını kaybetti, 20’nin üzerinde yaralımız var. Uyruklarıyla ilgili paylaşabileceğimiz bilgimiz yok. Afganistan, Pakistan ve Bangladeş uyruklu olduklarını değerlendiriyoruz. Hayatını kaybedenler arasında çocuk ve kadınlar da var.”
ABD Başkanı Trump Meclis’teki Demokrat kadın vekiller için sarfettiği ırkçı söylemlerden geri adım atmıyor. Bir mitingde İlhan Omar’ı Yahudi karşıtı ve El Kaide’yi savunuyor diye suçlayan Trump’ı alanda toplanan kabalık “Geri gönder’ diye yanıtladı.
ABD Başkanı Donald Trump, Temsilciler Meclisi’ndeki dört demokrat üye için söylediği tepki çeken ‘geri dönsünler’ sözlerinin ardından geri adım atmıyor. Trump, dün yaptığı bir mitingde Somali doğumlu Müslüman Temsilciler Meclisi üyesi Ilhan Omar’ı hedef aldı. Mitingde “Bu Temsilciler Meclisi üyeleri, militan sert solun güçlenmesine yardımcı oluyorlar. Söyleyecek hiç iyi bir şeyleri yok bu yüzden ben ’beğenmiyorlarsa gitmelerine izin verin’ diyorum. Ülkemizi sevmiyorlar hatta bazen ülkemizden nefret ediyorlar” ifadelerini kullanan Trump’ı dinleyen kalabalık da ABD Başkanına “Gitsinler” diyerek yanıt verdi.
“Geri dönsünler” tezahüratları yükseldi
Trump daha sonra, Omar’ın Yahudi karşıtı olduğunu ve El Kaide’yi savunduğunu söyledi. Kalabalığın “Geri gönderin” tezahüratları arttıkça Trump, Omar’ın Yahudi karşıtı olduğunu vurguladı.
“Beni nefretinle öldürebilirsin…”
Omar, miting sonrası Twitter hesabı üzerinden Maya Angelou’nun bir şiirini paylaştı: “Beni sözlerinle vurabilirsin. Beni gözlerinle kesebilirsin. Beni nefretinle öldürebilirsin. Fakat ben yine de hava gibi yükselirim”
ABD Başkanı’nın ırkçı söylemlerine karşı dün bir basın açıklaması yapan, Temsilciler Meclisi’nin Demokrat Parti üyesi dört kadın vekil, “Biz dört kişiden fazlasıyız” diyerek, Trump’ın azledilmesini istedi.
Temsilciler Meclisi kınadı
Demokratların çoğunlukta olduğu ABD Temsilciler Meclisi, dün Trump’ın dört kadın Kongre üyesini hedef alan, ırkçı olarak nitelendirilen Twitter paylaşımlarını kınayan karar tasarısını oylamıştı. Tasarı, 187’ye karşı 240 oy ile kabul edildi. Tasarıda, Trump’ın tweetleri için “Yeni Amerikalılara ve beyaz olmayanlara yönelik nefret ve kaygıları meşrulaştıran ırkçı yorumlar” denildi. Ayrıca ‘vatanseverliğin ırk veya etnik kimlikle değil, Anayasal değerler olan eşitlik, özgürlük, kapsayıcılık ve demokrasiye bağlılıkla tanımlandığı’ ifade edildi.
Trump ise oylamadan önce yine Twitter’dan bir paylaşımda bulunarak, “O tweetler ırkçı değil. Bedenimde tek bir ırkçı kemik yok” dedi. Trump, oylama için ‘Demokratların dolandırıcılığı’ nitelemesini kullandı.
‘Okyanuslarımız için en büyük tehlike; yasalarla engellenememiş, açgözlülükten gözleri dönmüş balıkçılık endüstrisi. Gerekli adımları atmalıyız.’
İllüstrasyon Sébastien Thibault
İnsanlığın bu zamana kadarki en büyük haberi; dünya’daki yaşamın çökmesi. Doğanın duruma yönelik son değerlendirmeler gezegenimizin ölüm sarmalında olduğunu söylüyor. Bu haberi İngiliz gazetelerinden birkaçının ilk sayfalarında görmemek pek de şaşırtıcı değil. Medyadaki tarafgirliğin tüm çeşitleri arasında en derini belirli bir konuya karşı olan tarafgirlik. Mevzu ne kadar önemliyse, o kadar az tartışılmakta.
Bunun bir nedeni var. Bu kötü vaziyetin bilincinde olmamız gerekirdi ve sistemin değişikliği talebinde bulunmalıydık. Sistem değişikliğiyse medya kuruluşlarını elinde tutanları ciddi ölçüde tehdit etmekte. Bu nedenle bizi, bir verandadaki, incik boncuk gibi kraliyet bebeği ve her şeye karşı gelen kötü niyetli iki komşu olarak ayırıyorlar. Bana sık sık hak ettiğimiz medyayı bulduğumuz söyleniyor. Hak ettiğimiz bu değil. Milyarder sahiplerinin uygun gördüğü medyaya maruz kalıyoruz.
Bu da demek oluyor ki bir gazetecinin en önemli görevi görmezden gelinmiş konuları su yüzüne çıkarmak. Bu nedenle size dünyanın bir kenara attığı %70’lik bir kısmının nadiren de yer aldığı yeni bir rapordan bahsetmek istiyorum: Denizler. Denizlerdeki yaşam karadakilerden daha hızlı çöküyor. Birleşmiş Milletler biyo-çeşitlilik raporunda bunun ana sebebinin plastik olmadığını netleştiriyor. Yaşamı tehlikeye atan kirlilik, küresel ısınma hatta okyanusların asitlenmesi bile değil. Balıkçılık. Ticari amaçla yapılan balıkçılık en önemli faktör ve bu da üzerinde en az tartıştığımız konu. BBC’nin son zamanlardaki Blue Plan Live serisi, kuvvetli çıkarları olan herhangi bir fikir ayrılığını dikkatli bir şekilde önleyerek bu konu hakkındaki suskunluğu özetledi. Seride fosil yakıt ya da plastik endüstrileri hakkında tek bir kelime dahi yoktu ve pastoral fanteziler ve kaba kuvvetin bir karışımıyla korunan balıkçılıktan kısa bir cümleyle bahsedildi.
Balıkçı denildiğinde aklınıza ne geliyor? Beyaz sakalları, ışıl ışıl gözleri olan ve parıldayan denizde neşeyle aheste aheste giden kırmızı bir botta oturan Kaptan Birdseye mı? Eğer balıkçılığa dair aklınızdaki düşünceler buysa birkaç yeniliğe ihtiyacınız olabilir. Geçen yıl Greenpeace tarafından yapılan bir araştırma İngiltere balıkçılık payının %29’unun Sunday Times’daki zengin insanlar listesinde yer alan beş ailenin sahip olduğunu açığa çıkardı. Çok sayıda balıkçılık teknesi işleten çok uluslu bir Hollanda firması, İngiltere balıkçılık payının %24’üne sahip. Filonun %79’unu kapsayan 10 metreden daha kısa olan en küçük teknelerse balıkların sadece %2’sini avlıyor.
Balıkçılığın daha büyük etkileri var. Balıklar ve karidesler genellikle bütün deniz canlılarıyla beslenir. Tarak ağlı balıkçı tekneleri hiçbir ayrım yapmadan denizin dibini tarakla eşeleyip avladıkları her şeyi karıştırıp yeme dönüştürüyor.
Aynısı dünya çapında da geçerli. Zengin milletlerin muazzam gemileri fakir ülkelerin etrafındaki denizlerde yaşayan balıkları silip süpürüyor. Köpek balıklarını, tuna balıklarını, kaplumbağaları, albatrosları, yunus balıklarını ve denizdeki geriye kalan çoğu yaşam cinslerini yok ederek, onları yüz milyonlarca ana protein kaynağından mahrum bırakıyorlar. Kıyısal balıkçılığın daha büyük etkileri var. Balıklar ve karidesler genellikle bütün deniz ekosistemiyle beslenir. Trol tekneleri hiçbir ayrım yapmadan denizin dibini tarakla eşeleyip avladıkları her şeyi karıştırıp balık yemine dönüştürüyor.
Açık denizler, diğer bir deyişle 200 deniz mili ulusal limitin ötesindeki okyanuslar, kanunların hiçe sayıldığı krallıklar. O krallıklarda balıkçı tekneleri 75 km uzunluğunda ağ atıp yırtıcılar da dahil olmak üzere karşılarına çıkan her canlıyı silip süpürüyor. Ancak buna rağmen kıyı balıkçılığı, gevşek kuralların ve onları çağıran yıkıcı hataların bir karışımıyla, daha kötü yönetiliyor.
Birkaç yıldır İngiltere’nin etrafındaki mezgit ve uskumru balığı popülasyonu toparlamaya başladı. Bizlere de bu balık türlerini vicdan rahatlığıyla yemeye başlayabileceğimiz söylendi. Şimdi her iki türün popülasyonu da hızla dibe çakılmakta. Genç mezgit balıklarının ticari amaçla yasa dışı yollarla ihraç edilmesi, İngiliz denizlerindeki yasal avlanma oranının muhtemelen üçte birini zar zor aşıyor. Bu suların aç gözlü balıkçılığın hırsıyla yönetilmesi sayesinde uskumru balıkları da birkaç hafta önce eko-etiketini kaybetti.
Hükümet İngiliz sularının %36’sının “deniz koruma alanı” (marine protected area) (MPAs) olarak korunaklı olduğunu iddia etti. Ancak bu koruma haritadaki çizgilerden başka hiçbir şey ifade etmiyor. Ticari balıkçılık, sahte rezervlerin %0,1’inden daha az bir oranın dışında tutuluyor. The Science dergisinde yayınlanan son rapora göre Avrupa koruma alanlarındaki trol yoğunluğu, korunmayan alanlardan daha fazla. Bu deniz koruma alanları da tamamıyla bir komedi: Tek amaçları kamuoyunu bir şeylerin yapıldığına inandırıp kandırmak.
Geçen yıl Greenpeace tarafından yapılan bir araştırma İngiltere balıkçılık hisselerinin %30’unun Sunday Times’da yer alan zengin insanlar listesinde yer alan beş ailenin sahip olduğunu açığa çıkardı.
Avrupa Birliğinin yapmış olduğu hataları göz önünde tutarak, Brexit’in bazı şeyleri daha iyi bir biçimde yapmak için bir fırsat sunduğunu düşünmüş olabilirsiniz. Sundu da, ancak dikkate alınmadı. Aksine AB gelecek yılın yer değiştirme oranının ötesinde herhangi bir balık çeşidinin istismar edilmemesini önlemek adına yasal taahhüt verirken İngiltere’nin balıkçılık faturaları bu tarz bir koruma sağlamıyor. Korumalı alanların yeniden oluşturulmasına dair bir plan yok aksine denizlerimizin yağmalanmasının yoğunlaşması muhtemel.
Bütün bunları moral bozucu yapan şeyse balıkçılık endüstrisinin çalışmalarının düzenlenmesi hem ucuz hem de kolay. Ticari balıkçılık yapılma alanı azaltılsaydı, toplam avlanma biyoloji uzmanlarının yayılma etkisi adı verdiği nedenden dolayı ironik bir şekilde yükselirdi. Balıklar ve kabuklu canlılar rezervlerde yetişerek oldukça büyük hale gelirler ardından da rezervleri çevreleyen sulara yayılırlardı. Dünya’nın diğer yerlerinde yer alan deniz koruma alanlarındaki avlanmalar çarpıcı bir şekilde yükselmekte. PLOS Biology dergisinde yer alan son rapor, aslında olması gerektiği gibi bütün dünyadaki engin denizlerde yasaklansa dahi büyüyen canlıların ulusal sulara göç edeceğinden dolayı dünyadaki avlanma oranının yükseleceğini gösteriyor.
Kuralların uygulanması da zor değil. Dünya Doğa Fonu, İngiltere sularındaki her 10 metreyi aşan teknenin uzaktan gözlem ekipmanlarıyla denetlenmesi için gerekli sistemin 5 milyon sterlin tuttuğunu açıkladı. Bu sistemle beraber kamera ve sensörler gemilerin nerede ve ne avladıklarını kaydedip yasa dışı avlanmayı imkansız hale getirebilecek. Ancak bu ekipmanları avlanma gemilerine yerleştirmek isteğe bağlı. Diğer bir deyişle, balık ihracını önlemek için av sayısı sınırı ve deniz koruma alanı yasalarına uymak zorunlu ancak yasalara uyup uymadığınızı kontrol eden ekipmanı geminize yerleştirip yerleştirmemek de isteğe bağlı. Beklenildiği gibi gemilerin %1’den azı bu ekipmanı taktırmayı kabul etti. Bu yararlar sunulduğunda, endüstrinin balık popülasyonlarını ve canlı sistemleri elinde tutup çöküşe sürüklemeleri şaşılacak şey mi?
Güvenli bir şekilde tüketebileceğimiz balık ya da kabuklular neredeyse yok. Bizi aldığımız balığın güvenilir olduğuna yeniden ikna etmesi gereken ve bunu garanti edemeyen Deniz Koruma Konseyi bile son skandallara damgasını vurdu. Örneğin Konsey İngiltere sularındaki nesli tükenmekte olan köpek balıklarının yakalanmasını ve deniz yatağını parçalara ayıran trollerin deniz tabanlarını kazınması işlemlerini onayladı.
Balıkçılık düzgün bir şekilde uygulanana ve kontrol altına alınana dek, bütün bu olanlara rıza göstermemeliyiz. Elbette denizleri plastik atıklarla kirletmeyin ancak gerçekten bir fark yaratmak istiyorsanız balık yemeyin.
CHP’li Gürer: İthal Çin çekirdeği üreticiyi mahvetti. Yerli ay çekirdeği çerezcilerde 10 liradan satılırken Çin ürünü 20 liradan satıldı. Çiftçinin ürünü hiç oldu.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, ülkemizde ekimi sağlanan en yaygın yağlı tohum bitkisi olan ayçiçeği ekim alanlarını gezerek, üreticilerle görüştü. Çerezlik ve yemeklik ayçiçeğinin ülkemizin her yerinde yetişebildiğine dikkat çeken Gürer, yıllara göre değişmekle beraber ayçiçeği üretiminin %10’unu oluşturan çerezlik ayçiçeği ithalatının üreticiyi zor durumda bıraktığını söyledi:
“Çerezlikte geçtiğimiz yıl ithal Çin çekirdeği üreticiyi vurdu. Koruyucu depolama olanağı olmadığı için ürünü hasat sonrasında tüccar, 2 lira ile 4 lira arasında aldı. Maliyeti dahi olmayan bu fiyat çiftçiyi zor durumda bıraktı. Yerli ürün ayçiçeği çerezcilerde 10 liradan satılırken, Çin ayçiçeği 20 liradan satıldı. Bu durum çiftçinin ürününün değer bulmasını engelledi. Kim bu ithalattan fayda sağlayanlar? İki katı fiyatına nasıl satılıyor? Ayçiçeği tohumu da zaten ithal ve hibrit tohum, eğer talep Çin çekirdeğine ise onun ektiği tohumu neden ülkemiz alıp ekmiyor? Trakya ve Marmara’da üretici yağlı tohum üretiminden uzaklaşıyor. Desteklemelerden hoşnut değiller. Bir yıl buğday bir yıl ayçiçeği eken Trakya çiftçisi, iki yıl buğday bir yıl ayçiçeği eker duruma geliyorsa Tarım ve Orman Bakanlığı bunu bir düşünsün.”
‘Yağlı tohumda bile dışa bağımlıyız’
Ürün planlanması etkin yapılmadığı için ülkemizin yağlı tohum üretiminin de yeterli olmadığını ve ithale bağlı bitkisel yağ sektörünün yurt içindeki tüketimin yarısını bile karşılamadığını belirten Gürel, “900 bin ton civarında olan ayçiçek yağ tüketiminin 500-550 tonu yerli üretimden karşılanabiliyor. Her türlü ekolojik koşullara sahip olmasına rağmen ülke coğrafyasında ayçiçeği, gereken ekim alanlarına ulaşamıyor. Üreticinin desteklenmesi şart” dedi.
“Üretici ithal çekirdek istemiyor’
Gürel, bu yıl yağlı tohum fiyatının halen açıklanmamasının üreticiyi tedirgin ettiğini kaydederek, “Üretici ithal Çin çekirdeği istemiyor. Ülkemizde yağlı tohumlarda da dışa bağımlılığımızı azaltmak ve üretimi artırarak ithali sonlandırmak mümkün. Ege bölgesinde buğday ile değişimli olarak ayçiçeğinin ekimi sağlanabilir” diye konuştu.
Tarım ve Orman Bakanı’na çağrı
Her fırsatta ‘yerli’ ve ‘milli’ vurgusu yapan Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin ayçiçeği üreticilerinin sorunlarının çözümü için çalışma başlatması gerektiğini belirten Gürer şunları söyledi: “Ayrıca ay çekirdeği teşvik ve destek alan ürün konumuna alınmalıdır. Mazot, gübre ve ilaç gibi girdi maliyetlerindeki artışın yanında, ithal ürünlerin piyasaya sürülmesi, yerli üreticiyi perişan etmiştir. Çok çiftçi icralık, banka kredilerini ödeyemiyor. İcra baskısı üreticiyi zora sokuyor. Geçen yılki gibi tüccar, ürünü yok fiyatına alırsa çiftçi, ‘gelecek yıl ekim yapmakta zorlanırız’ diyor. Tarım ve Orman Bakanlığı’na sesleniyorum. Ayçiçek üreticisini destekleyin, bitkisel yağ üretiminde dışa bağımlılıktan kurtarın ülkemizi”
Cumhuriyet Gazetesi davası ile tebliğini tamamlayan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Atalay, Erinç, Sabuncu, Engin ve Çetinkaya’nın beraatini, cezası kesinleşenlere de bozma istedi.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Cumhuriyet gazetesi yazarlarıyla ilgili davaya ilişkin görüşünü tamamladı. Tebliğnamede, gazetenin eski yönetici ve yazarlarından; Vakıf Yönetim Kurulu Başkanvekili Akın Atalay, Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Erinç, Genel Yayın Yönetmen Murat Sabuncu, Yönetim Kurulu Üyesi ve yazar Hikmet Çetinkaya, yazar Aydın Engin’in hapis cezasının bozulmasını ve beraatına karar verilmesini istedi.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı cezası kesinleşen ve halen bir kısmı cezaevinde bulunan Cumhuriyet gazetesinin diğer yönetici ve yazarları hakkında; bozma kararlarının bu isimlere de sirayet ettirilmesi gerektiğini belirtti: Bu isimler şöyle: Kadri Gürsel, Bülent Utku, Musa Kart, Hakan Kara, Mustafa Kemal Güngör, Önder Çelik, Güray Öz.
İki isme onama
Başsavcılık tebliğnamesinde Yunus Emre İper’in 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezasını onanmasını, Ahmet Kemal Aydoğdu’nun ise 10 yıl hapis cezasının onanmasını istedi.
Şık kararına bozma
Tebliğnamede, HDP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık’ın örgüte yardım suçundan aldığı 7 yıl 6 ay hapis cezasının bozulması ve Şık’ın örgüt propagandası ve devletin kurum ve organlarını alenen aşağılaması suçundan yargılanması gerektiğini belirtildi.
Ne olmuştu?
İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi, 25 Nisan 2018’de açıkladığı kararında, Cumhuriyet’in eski yöneticisi Akın Atalay’ı “terör örgütüne üye olmamakla birlikte yardım etme” suçundan 7 yıl 13 ay 15 gün hapisle cezalandırılmasına karar vermişti. Heyet, tutuklu sanık Akın Atalay’ın tahliye edilmesini kararlaştırmıştı.
Eski Cumhuriyet Vakfı Başkanı Orhan Erinç’i de aynı suçtan 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptıran mahkeme heyeti, Mehmet Murat Sabuncu ve Ahmet Şık’ın da 7 yıl altışar ay hapisle cezalandırılmasına hükmetmişti. Mahkeme heyeti, sanıklar Bülent Utku’nun 4 yıl 6 ay, Kadri Gürsel’in 2 yıl 6 ay, Aydın Engin’in 7 yıl 6 ay, Hikmet Aslan Çetinkaya’nın 6 yıl 3 ay, Güray Tekin Öz, Hacı Musa Kart, Hakan Karasinir, Mustafa Kemal Güngör ile Önder Çelik’in 3 yıl dokuzar ay, Yusuf Emre İper’in 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezasına çarptırılmasına karar vermişti.
Heyet, Twitter’daki “jeansbiri” hesabının sahibi Ahmet Kemal Aydoğdu’yu da, “terör örgütüne üye olma” suçundan 10 yıl hapis cezasına çarptırmış, bu sanığın tutukluluk halinin devamına hükmetmişti.
CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun 17 yıl hapis istemiyle yargılandığı davada mütalaa açıklandı. Savcının 17 yıl hapis cezası istediği davada, mahkeme duruşmayı 6 Eylül’e erteledi.
CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, “Cumhurbaşkanına hakaret”, “ Türkiye Cumhuriyeti devletini alenen aşağılama”, “Halkı kin ve düşmanlığı tahrik etme”, ve “Terör örgütü propagandası yapma” iddialarıyla hakkında açılan dava kapsamında bugün yeniden hakim karşısına çıktı. 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan Kaftancıoğlu’nun altı yıl önce yaptığı bazı sosyal medya paylaşımları ve hakkında üretilen sahte içerikler delil kabul edilerek suçlama konusu yapılmıştı.
Bugün devam eden duruşma öncesi çok sayıda yurttaş ve partili Kaftancıoğlu’na destek için Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi önüne geldi. CHP genel başkan yardımcıları, milletvekilleri, PM üyeleri, ilçe belediye başkanları ve çeşitli sivil toplum örgütü temsilcileri ve siyasi parti yöneticileri de CHP İstanbul İl Başkanına destek için Çağlayan’da hazır bulundu.
‘İstanbul’u aldık diye cezalandırmak istiyorlar’
Kaftancıoğlu yaptığı savunmada, “Bu dava bir cezalandırma davasıdır. İstanbul’u yeniden halka vermek üzere yola çıkmış bir il başkanını cezalandırma davası” dedi: “Bu dava, muktedire göre şekillenen yargı sisteminin, suçu ve suçluyu iktidar karşıtı olup olmamaya göre tanımlayan bir hukuki anlayışın sonucudur. Bu anlayış emin olun bizler kadar sizleri de mağdur etmektedir.”
‘Başarı cezalandırılıyor’
Bir insan hakları savunucusu, bir siyasetçi, bir vatandaş olarak toplumsal olaylar karşısında düşüncelerini ifade etmesinin en temel hak ve görevi olduğunu söyleyen CHP il başkanı şöyle devam etti: “O anın acı gerçekliği nedeniyle söylenilen yüzlerce binlerce söz içinden ta yedi yıl geriye giderek cımbızla seçilen sözler üzerinden yapılan suçlamalar, bir başarının cezalandırılmasından başka bir şey değildir O yıllarda 140 karaktere sığdırılan sözlere bakarak kişiler, fikirler hakkında yorum yapmak bile mümkün olamayacakken yargılama hem de ağır cezada yargılamanın takdirini yine sizlere bırakıyorum.”
‘Yargılansın demek hakaret değildir’
Kaftancıoğlu, cumhurbaşkanının tweetleri nedeniyle herhangi bir zarar gördüğünün ve siyasi kimliğinin veya kariyerinin etkilendiğinin söylenemeyeceğini ifade etti: “Cumhurbaşkanı olan kişi aynı zamanda bir siyasi partinin de genel başkanıdır. AKP genel başkanına yönelik siyasi eleştiriler dahi cumhurbaşkanına hakaret kapsamına sokularak hukuksuz bir süreç işletilmektedir. Ayrıca bir siyasetçinin yargılanmasını talep etmek de bir hakaret değildir.”
Gülen’e meczup demek…
1981 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakultesi Psikiyatri bölümünde Fethullah Gülen’e psikotik bozukluk tanısı konulduğunu söyleyen Kaftancıoğlu, “İktidar mensuplarının ‘hocaefendi’ diyerek el etek öpmek için randevu sırasına girdikleri, devletin bütün kaynakları peşkeş çektikleri bir dönemde Fetullah Gülen’e meczup demiş olmam kimleri ve neden rahatsız etmiş olabilir?” diye sordu.
‘Darbeye giden yolun taşlarını döşeyenler de hesap vermelidir’
Darbeye giden yolun taşlarını döşeyenlerin de darbeyi gerçekleştirenlerle birlikte sorumlu olduğunu ve hukuk karşısında hepazs vermesi gerektiğini belirten Kaftancıoğlu, darbe girişiminde ölen ya da yaralanan insanları mahkemede politik çıkarlara alet etmenin içini acıttığını söyledi: “Bu darbe ‘Bize allahın bir lütfu diyerek’ ya da tarafımızdan yapılan tüm uyarılara rağmen ‘darbeye giden yolun taşlarını döşeyerek’ ya da darbe girişiminde ölen ya da yaralanan sayısız masum insanı üzülerek ve içim acıyarak söylüyorum bu mahkeme salonunda olduğu gibi ‘politik çıkarlarına alet ederek’üstesinden gelinecek bir şey değildir.”
Canan Kaftancıoğlu’nun savunmasından diğer satırbaşları şöyle:
Bu suç başlığına konu edilen tweetler, o yıllarda ki takipçi sayım, beğeni ve paylaşımlar dikkate alındığında söz konusu dönemde maksimum 20-30 kişiye ulaşmışken bu paylaşımlarım nedeniyle kamu güvenliğini açık, mevcut ve yakın tehlike yaratacak şekilde bozduğuma dair hangi somut olgu ve olay gerçekleşmiştir?
Bu söylemlerimin tamamı ifade özgürlüğü kapsamı altındadır. 20 yıl önce okuduğu bir şiir sebebiyle cezaevine gönderilen Recep Tayyip Erdoğan’ın ifade özgürlüğü hakkı nasıl savunulduysa bugün de benim ifade özgürlüğü hakkım savunulmalı.
Cumhuriyet Halk Partisi’ni kamuoyunda itibarsızlaştırmak, CHP kurumsal kimliğini ve şahsımı terör örgütleriyle birlikte anılmasını sağlamaya dönük tamamı ile kötü niyetli bir adli mühendislik çalışması olmuştur.
Heykeli dikileceği söylenen savcılar vardı. Bugün nerede? Hatırlayın. Kumpas davalarında hukuka göre değil aldıkları emir ve talimatlara göre karar veren hakimler vardı. Bugün nerede? Hatırlayın.
Yeni duruşma 6 Eylül’de
Daha sonra mütalaasını açıklayan duruşma savcısı, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun hapis cezasına çarptırılmasını ve tüm siyasi haklardan mahrum bırakılmasını istedi. Mütalaanın ardından duruşma 6 Eylül 2019’a ertelendi.
‘Seçimlerde yargıyı çok üzmüşüz’
Duruşmanın ardından bir açıklama yapan Canan Kaftancıoğlu, şunları söyledi: “Baştan sona hukuksuz bir süreçle karşı karşıyayız. 23 Haziran seçimine giderken iddianame oluşturuluyor ve beş gün içinde kabul ediliyor. Mazbatadan bir gün sonra duruşmamız vardı. 18 Temmuz yine bir aradayız. Demek ki seçimlerde yargıyı çok üzmüşüz. AKP vesayeti yargı eliyle siyaseti dizayn etmektedir. Bu dava, İstanbul’u yeniden halka vermek üzere yola çıkmış bir il başkanını dolayısıyla sizleri cezalandırma davasıdır. Çünkü o kaybetti, biz kazandık arkadaşlar.AKP vesayetine son verene kadar bedeli ne olursa olsun susmayacağım.”
Düzce’nin Cumayeri ilçesinde sağanak yağış, sel ve su baskınlarına neden oldu. Heyelan nedeniyle beş köye ulaşım kesilirken, mahsur kalan 10 kişi Genelkurmay Başkanlığı’ndan talep edilen helikopterle kurtarıldı. Bölgede halen mahsur kalanlar olduğu belirtiliyor.
Düzce‘de aşırı yağmur nedeniyle dereler taştı, bazı köy yolları heyelan nedeniyle kapandı, mahsur kalanlar helikopterle kurtarıldı. Düzce Valisi Zülkif Dağlı, Akçakoca’ya bağlı Dilaver köyüne güneydoğu illerinden fındık toplamak için gelen 21 işçinin, bulundukları evlerde mahsur kaldığı bilgisi üzerine çalışma başlatıldığını söyledi.
Cumayeri Dokuzdeğirmen köyü sınırlarında yollarda gece saatlerinde başlayan sağanak yağış sonrası yaşanan heyelan nedeniyle Dokuzdeğirmen köyü ile Yeşiltepe, Çelikdere, Harmankaya ve Büyük Melen köylerine ulaşım sağlanamıyor.
Vali Dağlı, Genelkurmay Başkanlığı’ndan istenen kurtarma helikopterinin bölgeye gelerek vatandaşları bulundukları yerden aldığını aktardı. Ambulanslara alınarak sağlık kontrolleri gerçekleştirilen işçilerden bazılarının Atatürk Devlet ile Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama hastanelerine kaldırıldığını belirten Dağlı, “Gelen bilgi üzerine kara yoluyla ulaşılamayan bölgeye helikopter desteği istedik. Vatandaşların nakilleri gerçekleştirildi. Bölgeden gelen ihbarları değerlendiriyoruz.” diye konuştu.
Akçakoca Belediye Başkan Yardımcısı Hakan Öztaş ilçede büyük bir afet yaşandığını söyledi. Can kaybının olmadığını belirten Öztaş, şöyle konuştu: “Yağmur şu an biraz dindi. Can kaybı olmaması bizim için teselli. Cami altındaki dükkanları su bastı. Bazı araçlar denize kadar sürüklendi. Zararımız çok büyük. Dükkan ve mekanları su bastı, Allah Düzce’nin yardımcısı olsun.” Akçakoca Kaymakamı Yasin Öztürk de yaptığı yazılı açıklamada, ilçede tüm ekiplerin çalıştığını, öncelikle vatandaşların güvenliğini sağladıklarını, çok sayıda hayvanın boğularak öldüğünü aktardı.
Cumayeri ilçesinde etkili olan kuvvetli sağanak ve heyelan nedeniyle bazı köy yollarının kapanması sonucu bir rafting tesisinde mahsur kalarak sabah saatlerinde kurtarılan 8 kişi, helikopterle getirildikleri Sakarya’daki hastanelerde tedavi altına alınmıştı.
Meteoroloji uyardı
Düzce ve Sakarya’da devam eden yağışların zaman zaman etkisini artırarak kuvvetli, kıyı kesimlerde yer yer çok kuvvetli olacağı tahmin ediliyor. Düzce ve Sakarya’da yağış nedeniyle meydana gelebilecek rüzgar, sel, su baskını, yıldırım, yerel dolu, heyelan ve ulaşımda aksama gibi olumsuzluklara karşı dikkatli ve tedbirli olunması gerekiyor.
İklim uzmanları, yaz aylarında yağış olmasının normal olduğunu, ancak birden bastıran gökgürültülü sağanak yağışların sıklığının ve etkisinin arttığına dikkat çekiyor. İklim krizi yüzünden yaşanan bu ani hava olayları, sadece Türkiye’de değil dünyanın dört bir yanında sıklıkla görünmeye başladı. Geçtiğimiz ay Trabzon’un Araklı ilçesinde yaşanan sel felaketinde can kayıpları olmuş, harabeye dönen köyün neredeyse tamamen taşınmasına karar verilmişti.
Dünya genelinde iklim acil durumu ilan eden ulusal hükümet ve yerel yönetimlerin toplam sayısı 792’yi buldu. Bu kararlar toplamda yaklaşık 141 milyon insanı kapsıyor.
Dünyanın iklim krizi karşısında alarma geçtiğini belirten sosyolog Dr. Baran Alp Uncu,350.org Türkiye’ye ülkelerde ve kentlerde art arda ilan edilen ‘iklim acil durumu’nun anlamı ve önemi hakkında yazdı. Uncu’nun yazısı şöyle:
“İklim acil durumunun ilanı, yaşanan iklim krizinin ciddiyetinin ve aciliyetinin siyasi alandaki karar alıcılara resmi olarak kabul ettirilmesi ve yerel/ulusal hükümetlerin ve meclislerin iklim krizine karşı önlemleri bir an önce alması için taahhüt vermeleri anlamına geliyor. Bunun yanı sıra, iklim değişikliği siyasi alanda öncelik verilmesi gereken gezegenin karşı karşıya olduğu en büyük kriz olarak da tarif edilmiş oluyor.
Bugüne kadar ulusal düzeyde parlamentolarında iklim acil durumu ilan eden ülkeler İrlanda, İskoçya, İngiltere ve Kanada’dan oluşuyor. Bunlara ek olarak, ABD’de Bernie Sanders ve Alexandria Octasio-Cortez’in başını çektiği Demokrat Parti senatörlerinin konuyu Senato’nun gündemine taşımaya hazırlandığı haberleri geçtiğimiz günlerde çıktı.
Diğer yandan, dünya genelinde birçok irili ufaklı kent ve bölge meclisinde de yerel düzeyde iklim acil durumu ilan edilmekte. Bugün yerel düzeyde iklim acil durumu ilan eden kent ve bölgelerin ülkelere göre dağılımı şöyle: ABD 19, Almanya 34, Avusturalya 27, Avusturya 5, Belçika 1, Birleşik Krallık 200, Çekya 1, Fransa’da 8, Hollanda 1, İrlanda 11, İspanya 1, İsviçre 13, İtalya’da 15, Kanada’da 438, Polonya 3, Portekiz 1, Yeni Zelanda 12.
Bu durum ile ilgili üç durumun altı çizilmeli:
İklim acil durumu şu ana kadar küresel kuzey’le sınırlı
Birincisi, iklim acil durumu şu an için sadece Küresel Kuzey’deki ülke ve kentlerde ilan edilmiş durumda. Bunun küresel bir harekete dönüştürülerek, dünya geneline yayılması için girişimler bulunmakta. Ancak, Güney’deki ülkeler ve kentlerde, bu yönde çağrı yapan ve baskı kuran sivil girişimler bulunsa da, henüz bu kararı almış ulusal veya yerel bir hükümet bulunmuyor.
İklim eylem planlarının önemi
İkinci olarak, iklim acil durumu ilan edilen yerlerde halihazırda iklim eylem planları oluşturulmuş ve uygulamaya konulmuş halde. İklim acil durumu ilan etmek, iklim krizine dikkat çekmek ve iklim krizine karşı mücadeleye kararlı ve iddialı bir şekilde devam edildiğine dair sembolik bir önem taşımakta. Ancak, bunun kapsamlı ve bütünleşik bir plan çerçevesinde uygulamaya konulan somut, hedefleri net olan ve uygulanabilir azaltım ve uyum eylemleri ile pratiğe dökülmesi gerekiyor. Mesela, iklim acil durumu ilan eden Paris, Londra ve New York kentleri oldukça iddialı iklim eylem planlarını bir süredir uygulamaya koymuş durumda. Kısacası, yerel ve ulusal hükümetlere iklim acil durumu ilan etmeleri için çağrıda bulunurken, iklim eylem planlarını oluşturmaları yönünde girişimde bulunmalarını talep etmeyi unutmamak gerekiyor.
Kentler..
8 Eylül 2018 – Kadıköy İklim Elçileri’nin öncülük ettiği İklim İçin Ses Ver etkinliğinden.
Son olarak, merkezinde iklim acil durumu ilanı olan hareketlenme, kentlerin iklim mücadelesi içerisindeki yadsınamaz önemine işaret ediyor. Zira ilk iklim acil durumu yerel düzeyde İngiltere’nin Bristol kentinde ilan edildi. Kent Konseyi üyesi Carla Denyer hem yerel düzeyde karbon salımlarının düşürülmesi hem de ulusal düzeyde hükümetin ve parlamento üyelerinin dikkatini çekmek amacıyla iklim acil durumu ilan edilmesi önerisi sundu ve Bristol Kent Meclisi öneriyi 2018 yılının Kasım ayında kabul etti. Daha sonra benzer kararlar aralarında Edinburgh, Londra, Manchester ve Bath’ın da bulunduğu birçok kentte de alındı. Extinction Rebellion / Yokoluş İsyanı’nın da protesto ve çağrılarıyla kentlerin başlattığı “iklim acil durumu” ilanı pratiği Birleşik Krallık Parlamentosu’na kadar ulaştı. Avam Kamarası’nda alınan karar ile hükümetin mevcut karbon salımlarının 2050 yılında (1990 yılı seviyesine göre) %80 aşağı çekilmesinin ötesine geçilmesi hedefleniyor. Yeni hedef 2050 yılında karbon salımlarının sıfıra indirilmesi olarak belirlenmiş durumda. Benzer şekilde, İskoçya Parlamentosu’nda alınan karara göre karbon salımlarının 2045 yılında sıfırlanması hedefleniyor.
Özetle,
İklim acil durumu ilanına giden yolda yerellerden başlayan hareketlerin yadsınamaz bir önemi bulunuyor. Özellikle iklim krizinin hem faili hem de mağduru olan kentler; iklim mücadelesinde yerel, ulusal ve küresel boyutta etkili birer aktör olarak gün geçtikçe daha fazla önem kazanıyor. Paris örneğinde de görülebileceği gibikentlerin katılımcı şekilde hazırladıkları iddialı iklim eylem planları, iklim acil durumunun da önünü açmak için önemli bir katalizör işlevi görüyor. Halihazırda içinden geçmekte olduğumuz iklim krizi daha fazla derinleşmesini engellemek istiyorsak, somut kararların alınması için yerellerimizden başlayarak bir an önce harekete geçmeliyiz.”