Otpor, Mi Minör ve Gezi… – Osman Kavala

Geçtiğimiz Pazar günü İsmail Saymaz arayıp benim Otpor isimli örgütün işbirliği ile Gezi eylemlerini başlatan bir tiyatro performansını finanse ettiğimi ve yönlendirdiğimi iddia eden emniyet raporunu okumaya başladığında önce gülme tuttu. Sonra, biraz kendime gelip kendisine bu senaryoyu kaleme alanların bu boyutta böyle bir paranoya geliştirmiş olmalarını ürkütücü bulduğumu söyledim. Bu raporun hazırlandığı daireden sorumlu kişinin artık görevde olmadığını öğrenmek beni rahatlattı.

18Ancak, olayın üzerinde düşündükçe, ilk tepkimin de rahatlamamın da çok dengeli olmadığı sonucuna varıyorum. Benzer örnekleri düşünmeye başladığımda aklıma ilk gelen “Vatan Yahut Silistre” piyesi ve bu yüzden Namık Kemal’in sürülmüş olması. Aynı dönemde, Ermenilerin Sultan Abdülhamit’e suikast düzenlemek için Hamlet’i sahnelediklerine dair istihbarat raporları da hazırlanmış. Ama, tabii, bunların üzerinden yüz yıldan fazla birzaman geçti. 12 Mart döneminde de Sovyetler Birliği ile ilişkisi olduğu düşünülen solcuların sanat faaliyetleri yoluyla komünist propaganda yaptıkları ve anarşiyi tetiklediklerine dair bir inanç vardı. Ancak, Sovyetlerin dağılması, uluslararası komünizmin bir tehdit olarak görünmemesi ve piyasa dinamiklerinin ağır basmasıyla sanatın siyasi dinamikleri bu şekilde etkileyeceğine dair endişeler epey zayıfladı.

Ben, 2000’li yıllarda, siyasi mesajı olan sanatın bu kadar marjinalleştiği bir ortamda, bir istihbarat uzmanının kendi muhakeme yeteneği ile workshop düzenlemek, piyes sahneye koymak gibi faaliyetlerin Gezi olaylarına yol açtığına dair bir rapor düzenlemiş olmasını, en hafif ifadeyle, yadırgatıcı buluyorum.

Hakkaniyetli davranmak gerekirse, söz konusu emniyet görevlisinin genel siyasi ortamdan etkilenmiş olabileceğini söylemek durumundayız. Gezi olayları başladıktan kısa bir süre sonra, bunların dış güçler tarafından örgütlendiğine dair iddialar gittikçe yaygınlaşan biçimde hükümet çevrelerinden ve hükümet yanlısı basından duyulmaya başlandı. Hatta, bir devlet görevlisi bu konuda devletin elinde belgeler olduğunu da açıklamıştı. İktidarın bu kadar kendinden emin ve tereddütsüz biçimde suçu ve suçluyu tarif ettiği bir ortamda emniyet görevlilerinin etkilememesi düşünülebilir mi? Bu iddialara biran önce geçerlilik kazandıracak senaryoları ortaya çıkarabilmek için uzmanların tahayyül sınırlarını aşırı zorlayarak ipuçlarını birleştirmeye çalışacakları beklenemez mi?

Ancak, doğrusu bu olayı, sadece, emniyet teşkilatı içinde birilerinin hükümete hoş gelecek çalışmalarından ibaretmiş gibi düşünmek, arka planı ıskalamak olur. Her ne kadar, Gezi olaylarının bir piyese bağlanması pek itibar edilebilecek türden bir açıklama gibi görünmese de, işin içinde Soros’un ve dış güçlerin bulunduğu senaryoların Türkiye ‘de müşterisi az değil, ve bunlar sadece Hükümeti destekleyenler arasından çıkmıyor. Gezi olaylarından önce, çok benzer senaryolar AKP muhalifi çevreler tarafından da tarafından da büyük bir özgüvenle seslendirildiler.

Dostu olmadığına inanılan ülkemiz insanları arasında derine işlemiş bir dış güçler algısı mevcut. İçte de işbirlikçileri olan bu mihrakların yürüttükleri düşmanca faaliyetlerin niteliği siyasi konjonktüre göre değişiyor, dış mihrakların kendileri de farklılaşabiliyor, Suudi Arabistan’dan İsrail’e, ABD’den İran’a kadar çok geniş bir coğrafyayı kapsayabiliyor. Şu anda revaçta olan komplo senaryolarının aktörleri daha ziyade Batı’dan çevreler. Yahudilerin ve masonların ABD ile birlikte dünyayı ve Türkiye’yi kontrol altında tuttuklarına dair söylemin yakın dönem siyasi hayatımıza girmesini Milli Görüş hareketine borçluyuz. Ancak, Türkiye’de rasyonel düşünce geleneğine en fazla hakim siyasi liderlerinden olan Ecevit’in dahi, Kürtlerin siyasi taleplerinin arkasında Suudi-Arap ortaklığı ile kurulmuş ARAMCO petrol şirketinin bulunduğunu söylediği hatırımızdadır.

Bunları düşündüğümde, bu fantastik senaryonun hazırlandığı daireden sorumlu yöneticinin artık görev başında olmaması beni rahatlatmıyor. İç ve dış düşmanların Türkiye’nin başına çorap örmek için at koşturduğu bir dünya algısı ve söylemi, bu tür senaryo yazarlarına ilham vermeye devam edecek gibi gözüküyor. Her şeye rağmen, ülkemizde de aklı selim sahibi insanların seslerinin daha çok duyulacağı, bu tür senaryoların müşteri bulamayacağı bir ortamın oluşacağını ümit etmek istiyorum. Büyük bir özveriyle çalışan özel tiyatrolara daha fazla insanların gittiği, güncel piyeslerin yanısıra Shakespeare’in eserlerinin de daha fazla sahnelendiği bir ülkede sanırım bu tür çalışmalara rağbet eden pek kimse olmayacaktır.

Bu yazı radikal.com.tr/ den alınmıştır

Osman Kavala

 

 

Osman Kavala

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR