“O protestocu öğrencilerin halleri” – Barış Uygur

Sabah yazarı Aköz parasız eğitim isteyen öğrencileri utanmazlıkla suçlarken kinayeli bir biçimde sormuştu, "10 yıl sonra nerelerde olacaklar?" diye... 1991'e dönüp taleplerini dillendiren dört öğrencinin şimdi nerelerde olduğuna bakalım... Ve umalım ki şimdikiler aynı yerde olmazlar...

Sabah yazarı Emre Aköz, 16 Aralık tarihli (ODTÜ’lü sosyalistlere yakışan oyun: Uzuneşek) başlıklı yazısında “Yüzleri hiç kızarmadan parasız eğitim isteyen” öğrencilere bir de soru yöneltmişti:

“Bu protestocu öğrencilerin 10 yıl sonraki hallerini çok merak ediyorum. Sosyalistlik oynadıkları için, kapitalizmin göbeğinde sermayeye karşılar ya… Bakalım 10 yıl sonra nerelerde olacaklar?

Parasız eğitim talebini bir yüz kızarma nedeni olarak gören Sabah yazarının “günün şartları” nedeniyle yaşadığı fikri değişimi, kendi eğitim ve öğrenimi nedeniyle devlete ne kadar borcu olduğunu hesaplayarak göstermeye çalışmıştım. Günümüzün protestocu, politize öğrencilerinin on yıl sonra ne olacağını bilemem elbette ama bir zamanların aktif politik üniversite öğrencilerinin akıbetiyle ilgili bir örnek verebilirim.

*                      *                     *

Milliyet gazetesinin çok yerinde ve faydalı bir hizmeti var. Geçmişten bugüne çıkan bütün sayılarını toplayıp taramışlar ve dijital ortama geçirmişler. Sistemin en güzel tarafı, basılan gazeteleri bire bir o zamanki halleriyle görebilmek. Mizanpajlarından kullanılan dile, sonradan aslını astarını öğrendiğimiz bazı meselelere nasıl yaklaştığına kadar her açıdan ilgi çekici buluyor. Ne zaman başım sıkışsa, aklıma bir şey takılsa yararlanıyorum. Mesela “1996’da aldığım ilk maaş, acaba o zamanlar kaç dolara tekabül ediyordu” diye merak ettiğim zaman, hemen gazetenin ilgili sayısını bulup oradaki döviz kurlarına bakarak hesabımı yapabiliyorum. Tabii bir kere girdikten sonra da, kâh o kupüre basarak, kâh orada gördüğüm bir konunun sonrasını ya da öncesini merak ederek ileri geri gidiyorum.

Geçen gün, bir vesileyle, 1991 yılındaki memur maaşları ve o günün döviz kurunu öğrenmem gerekti. Neden diye sormayın. Maaş zamlarını aratınca, karşıma daha çok eylül ayına ilişkin gazeteler çıktı, ben öğreneceğimi öğrendim ama daha önce de anlattığım gibi sayfalar ve de sayılar arasında dolaşmaya başladım.

Tesadüfen, hareketli bir döneme denk gelmiştim. 20 Ekim 1991’deki, sonucundan DYP-SHP koalisyonu çıkacak olan genel seçimlerden bir ay öncesi, sayfaları siyasilerin demeçleri, birbirleri hakkındaki iddiaları kaplıyordu. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’ın da ortağı olduğu (ve sonra sanırım çırak çıkarıldığı) ilk özel televizyon kanalı Magic Box Star 1 hakkında yoğun bir anti propaganda vardı mesela. Diğer yandan SHP genel başkanı Erdal İnönü de, günde iki saat yayın yapacak bir SHP TV için girişimlerde bulunduklarını söylemişti ki ona biraz tebessüm ettim. Aradan 20 yıl geçtikten sonra CHP’nin dolaylı bağlantılı olduğu kanallar vareste, Halk TV ile anca yarışa katılması biraz komik geldi.

Ama beni bunu yazmaya iten sebep bunların hiçbiri değil.

Gazetenin 21 Eylül 1991 tarihli sayısının baş sayfasında bir kutu haber ilişti gözüme. Yaklaşan genel seçimle ilgili olarak teybini öğrencilere uzatan Milliyet muhabiri Kürşat Yılmaz, 9. sayfada ‘Oy verecek partimiz yok’ başlığını attıran yazısının baş sayfadaki anons kutusuna “Öğrenciler: ‘Bize Göre Parti Yok’ şeklinde yazmış ve dört üniversite öğrencisinin, fotoğraflarıyla birlikte görüşlerine yer vermişti.

Şimdi utanarak itiraf ediyorum ki, söz konusu fotoğrafları o sırada yanı başımda bulunan Uğur Gürsoy’a göstererek, üniversite öğrencisinin giyiminin ve kuaförünün bugüne kıyasla o zamanlar ne kadar farklı olduğunu söyledim. Utanmamın sebebini birazdan anlayacaksınız. Uğur Gürsoy, gösterdiğim öğrencilerin fotoğraflarına bakarak “Şimdi ne yapıyordur acaba bunlar?” diye sordu. Eh, cevabını bulması kolaydı, sonuçta artık elimizin altında Google vardı, öyle değil mi?

Görüşü alınan öğrencilerden, o dönemde Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi ve İstanbul Öğrenci Dernekleri Federasyonu üyesi Erdem Kocabaş‘ı arayarak başladım. 1991 yılında Milliyet’e “Partiler arasında fark yok” diyen Erdem Kocabaş, okulunu bitirmiş hatta ihtisasına devam etmişti, anladığımız kadarıyla bir bilişim şirketinde çalışıyordu. Bir isim benzerliği ihtimaline karşın kendisiyle temasa geçtik ve gerçekten söz konusu haberdeki Erdem Kocabaş olduğunu memnuniyetle öğrendik. Neden mi memnuniyetle? Zira kendisiyle temasa, ancak diğer üç ismi de Google’ladıktan sonra karar vermiştik.

Dört öğrenciden ikincisi, Edebiyat Fakültesi Öğrenci Derneği’nden Neslihan Uslu‘ydu. “Hiçbiri öğrenci sorunlarını bilmiyor” şeklinde, bugün de altına hemen her öğrencinin imzasını atacağı bir görüş belirten Uslu’yu aradığımızda, yüzümüzdeki tebessüm ansızın donuverdi.

Neslihan Uslu, iddialara göre 90’ların ikinci yarısında gözaltına alınmış ancak kendisinin gözaltına alındığı resmi makamlarca inkâr edilmişti. Yürüyüş dergisinde yer alan haberde, eski bir kontrgerilla elemanı, Neslihan Uslu’nun da aralarında bulunduğu dört kişinin işkence yapıldıktan sonra kolları bacakları kırılarak bir tekneye koyulduğu ve teknenin de Seferihisar açıklarında batırıldığı iddia ediliyordu.

Haberdeki üçüncü öğrenci Soner Gül‘dü. Milliyet gazetesine seçimle ilgili “Sorun çok-çözemeye niyetleri yok” şeklinde beyanat verdikten çok değil yedi ay sonra, 5 Mayıs 1992’de kayboldu. Adını arattığımda karşıma Cumartesi Anneleri’yle ilgili haberler çıktı. Ve onlardan birinde, Soner Gül’ün hikâyesi anlatılıyordu. Kaybolan Soner Gül’ün ağabeyi, kardeşini kendi kişisel ilişkileriyle aramış, önce Bayrampaşa polis karakoluna sonra da siyasi şubeye götürüldüğünü öğrenmişti ama yetkililer Soner Gül’ü gözaltına aldıklarını inkâr ettiler. Soner Gül hâlâ kayıp.

Son öğrenci Kazım Gülbağ, İstanbul Yüksek Öğrenim Öğrenci Derneği’ndendi ve “Düzen partilerine oy yok” demişti teyp kendisine uzatıldığında. İsminin bir kez daha gazete sayfalarında yer alması için aradan on yıl geçecekti. 19 Aralık’ta Türkiye’deki 20 cezaevine birden yapılan ve 30 tutuklunun ölümüyle sonuçlanan “Hayata Dönüş” operasyonunu protesto etmek için Nisan 2001’de kendisini yakmıştı Gülbağ.

Yukarıda isimlerini saydığım dört üniversite öğrencisi, bir zamanlar seslerini duyurmak için dernek çalışmalarına katılmışlar, hayatlarını şekillendiren politikalara karşı belli bir tavır almışlar. Nasılını nedenini ayrıca incelemek gerekir ve yirmi yıl sonrasından benim bu konuda bir yargıda bulunmam hayli abes kaçacaktır ama öylesine açılan bir gazete sayfasında, kendisinden görüş alınan dört öğrenciden üçünün doğal olmayan yollarla hayatını kaybetmiş ya da halen kayıp olması sanırım üzerinde durmaya yeterince değer bir durum.

Her şeyden önce, bütün kayıpların, “12 Eylül dönemi bitti, artık konuşan Türkiye var” diyerek iş başına gelen DYP-SHP koalisyonundan sonra gerçekleşmesi açısından anlamlı. Demokrasi ve halka özgürlük mücadelesi verdiklerini, 12 Eylül’de yüreklerinin sıkıştığını anlatanların, o dönemde Başbakan’a danışmanlık yapmış olması açısından anlamlı. Annelerin babaların “Evladım etliye sütlüye karışmadan okuluna git, evine dön, herkes kendini kurtarır bir sen kalırsın ortada bak” diye verdikleri öğütleri maalesef haklı çıkarması açısından anlamlı. Ve son olarak 12 Eylül’ün ne 1987 referandumunda siyasi yasakların kalkmasıyla ne de 1991’deki iktidar değişikliğiyle bitmediğini göstermesi açısından anlamlı.

Ve son olarak, ülkenin geleceği üzerine, yaşayacağı hayatın tasarımı üzerine söz söylemeye kalkan, inisiyatif almaya niyetlenen dört gençten üçünün de zamanla bu mücadelelerini yasal zeminde sürdüremeyerek yasa dışına itilmeleri ve kendi trajik sonlarıyla yüzleşmeleri açısından anlamlı.

Peki bugün hükümeti protesto eden üniversite öğrencileri? Anayasa Komisyonu Başkanı’nın elinde hiçbir belge ve bilgi olmadan “Ergenekoncu” diye suçladığı, ellerinde bir tek Molotof kokteyli olmadığı halde Başbakan’ın “Molotof kokteyli atan” diye tanımladığı, hükümetin ağızbirliği etmişçesine arkalarında yasadışı terör örgütleri aramaya kalktığı öğrenciler… Umarım bundan yirmi yıl sonra, internet başında eğlenen bir başka şahıs, “A şu eylemde yumurta atan şimdi ne yapıyor acaba lan?” merakıyla arama yaptığında benim karşıma çıkan sonuçlarla karşılaşmaz.

Kaynak: habervesaire.com

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR