İklim KriziKoronavirüs SalgınıManşet

Neoliberalizm sonrası Dünyada Antroposen politikası

0

Yazan: Duncan Kelly

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

*

Tarihçi Adam Tooze Covid-19’un. Antroposenin  – çevre ve iklim üzerindeki insan etkisinin bizi Holosen’den çıkararak yeni bir jeolojik çağa sokacak kadar aşırı olduğu görüşünü içeren bir terim – ilk ekonomik krizi olduğunu iddia etti. Bu argüman uzmanlar arasında derin tartışmaların konusu olmaya devam ederken Antroposen savunuculuğu yapanlar insanların çevreyi kökten değiştirerek, bizleri güvenilir biçimde kontrol edemediğimiz dönüşümlerin failleri haline getirdiğini vurguladı. Doğrusunu söylemek gerekirse aşırı hava olayları, türlerin soyunun tükenmesi ve yeni küresel sağlık aciliyetleri bize bu etkileri her gün hatırlatıyor.

Bu güçlerin en vurucusu ve en belirgini kolektif olarak korkutucu olsa da bireysel olarak şaşırtıcı olmayan biçimlerde sözde gelişmiş demokrasilerdeki politik sistemlerin zaaflarını ifşa eden; yeni ortaya çıkan koronavirüs. Diğer pandemilerde olduğu gibi, toplumun en güçsüz ve en güvensiz üyeleri, bu salgında da yine en çok acı çekenler oldu.

Antroposenle ilgili ortaya atılan zorluklardan biri politikalarımızın değerlendirici ve ekolojik temellerini yeniden düşünmekse, bu noktada vardığımız dolambaçlı yolu keşfetmek için karşı karşıya kaldığımız zorlukları daha iyi anlamamız – neoliberalizmden sonra daha iyi ve daha adil bir dünya inşa etmek için – işe yarayabilir.

Pandemi kırk yıllık neoliberalizmden ve yeni otoritaryen ve popülist politika biçimlerinin yükselişinden sonar, demokratik politikalara yönelik derin bir hoşnutsuzluk anında patlak verdi.

Giderek yaşanmaz hale gelen bir Dünya’nın kanıtlarının bolluğu karşısında politik olarak harekete geçmek neden bu kadar zor?”

Kendi çağını tanımlayan politik krizle yüz yüze gelen Alman şansölyesi Gustav Stresemann (1878-1929) Bela Lugosi’nin başrolde oynadığı 1920 tarihli Dance on the Volcano (Volkan üzerinde Dans) adlı sessiz filmin adını almış ve onu Weimar Cumhuriyeti’nin yükselişi ve çöküşü esansında karşılaşılan ekonomik tehditleri – askeri yenilgiden ve sessizce başarılı demokratik bir devrimden ekonomik felakete, askeri ulusalcılığa ve yükselen anti-Semitizm’e –  tanımlamak için ciddi bir metafora dönüştürmüştü. Her ne kadar 2020’li yılların başları 1930’lı yılların sonları olmasa da bu metafor halen inandırıcılığını koruyor.

Günümüzün krizleri gezegenin sürdürülebilirliğini düşünmek için gereken ölçekte eyleme ilham kaynağı olabilir mi? Bundan böyle Covid-19 tehditi de eklenerek giderek yaşanmaz hale gelen bir Dünya’nın kanıtlarının bolluğu karşısında politik olarak harekete geçmek neden bu kadar zor?

***

Tooze, pandemi sırasında alışılmadık bir Virgil (Dante Alighieri’nin yazdığı İlahi Komedya’da Dante’nin Yeraltı Dünyası boyuncu rehberi olan figür-ç.n) olarak bize bu belirsiz modern arafta rehberlik etmesi için Alman sosyolog Ulrich Beck’i mezarından çıkarmış. Beck’in “risk toplumu” olarak adlandırdığı şey hakkındaki düşünceleri bir Antroposen pandemisi esnasında otuz beş yıl önce olduğundan çok daha geçerli görünüyor.

Çevresel atıklar, Çernobil ve 1980’li yılların Almanyası’ndaki ekolojik politikalara kafa yoran Beck, modern toplumun yeni riskleri arasında – hastalık ve radyoaktif atıktan ekolojik felaketin daha kapsamlı biçimlerine – yaşamanın ne anlama geldiğini sormuştu Risk Toplumu’nda (1986): “Kasten unutmadan ve aynı zamanda [içimizde patlayan] korkularımızla boğulmadan medeniyet volkanında nasıl yaşayabileceğiz?”

Tehditlere ilişkin bu bilimsel bilgi kombinasyonu; hem viral hem de radyoaktif tehlikelerin görünmez failinden duyulan korkunun yanı sıra “görünmeyen”in etrafında bir tür yarı-dinsel korku ilkelciliğin arasında, hipermodernizmin sapkın bir bileşimini sunar. Beck’in modernleşmenin daha “refleksif” bir biçimine dair arayışının bir bölümünü böylesine istikrarsız bir bileşim oluşturmuştur.

Ecological Politics in an Age of Risk (1995) adlı kitabında dile getirdiği gibi, iklim krizi çağındaki toplum – “bu dünya üzerindeki tüm yaşamın ilk başta gizli olan ve giderek görünürlüğü artan özyıkımın kendiliğinden ortaya çıkan olasılığının zorluklarıyla karşılaştığımızda” – iki aşamadan geçer.

Yalnızca ‘bilimi takip etmek’ bizi daha ilerici bir geleceğin yakınından dahi geçirmez”

İlk aşama, modern uzmanlara Dünya’nın “vasiliği” gibi bir şey izni veren ekonomik büyüme ve ilerleme modellerini temel alan teknokratik çözümcülük sunar. Demokrasi teknokratların kötü yönetim anlarında “sarsılsa da,” bunu ancak öncelikle politik bir güç olarak pratik “intikal”inin ardından yapabilir. Bu aşama boyunca, tüm eğilimler seçilmemiş uzmanların ellerinde daha büyük bir güce işaret ederken, demokrasi ideolojik bir yanılsama – gücün günlük politikalarda nasıl uygulandığıyla yalnızca gevşek biçimde bağlantılı olan bir kelimeyle dünyaya yapılan bir büyü – olarak işlemeye devam eder.

Beck’in “felaket uygarlığı” olarak adlandırdığı risk toplumunun ikinci aşaması, bilgi üretimi seviyesinde gerçekleşir. Durumumuzun kırılganlığını ve varoluşsal risklerin ve tehlikelerin yakınlığını farkettikçe, bunları anlamak ve hayatta kalmak için bizi ellerinden geldiğince bilgilendiren uzmanlara daha da bağımlı oluruz. Fakat aynı zamanda bu bilim insanları ve uzmanlar müşterek varlığımızı tehdit eden sorunlar hakkında karmaşık ve nadir bilgiler verdiklerinde, uzman iddialarının üretimi ve dağıtımında kendileri arasındaki güçlü tartışmaları, fikir ayrılıklarını ve uyuşmazlıkları da sergilerler.  Gelecekteki ısınmayı 1.5 santigrat derece içerisinde tutma ihtiyacına odaklanan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin 2018 yılındaki raporunun hacimli belgeleri ve ekleri ardındaki politik tartışmaları düşünün. Buna karşılık, bu çabucak, gerçekten de bunun “hayatta kalmak için 1.5 derece” ile ilgili olduğunu düşünen; Karayipler’deki iklim değişikliğinden ön saflarda etkilenenlerin yükselttiği bir çığlık haline geldi.

Suç ortakları yaratarak, direnişi ‘yersiz’ kılmak

Bruno Latour gibi kişilerin vurguladıkları gibi, argümantatif toplumsal bir pratik ile müzakere ve yorumun devam eden süreci olarak bilime yönelik artan farkındalık iki çelişkili işleve hizmet eder. Bir taraftan, cahillikten kurtararak entelektüel özgürleşme sağlar: Karmaşıklığı ve belirsizliği fark etmek bir tür özgürlüktür. Öte yandan, bilimsel bilgi hakkında şüphecilik de doğurur. Böylece de bu statükodan faydalanmak isteyen kurumlar ve ideolojiler tarafından hızla benimsenen gerici eleştiri biçimlerini mümkün kılabilir. Risk toplumunun ve felaket uygarlığının sinsi tehditleri de toplumsal olduğu ve muazzam biçimde eşitsiz dağıtıldığı için böyle bir ilişki durumu bizi daha da kararsız bırakır. Beck’in yazdığı gibi, büyük tehlikeler ve varoluşsal tehditler karşısında, aşırı servet edinen bireyleri koruyan ve “kendi otoritesinin gücü üzerindeki büyük ölçekli tehlikeleri ölçeklendirerek onları kendilerine direnen halk yığınları dahil herkese dayatan,” mülkiyet hakları yoluyla muazzam seviyelerde gelir ve servet eşitsizliğini meşrulaştıran ve aynı zamanda “büyük ölçüde yasallaştıran” bir toplumun kime ne faydası olur?

Beck bu felaket uygarlığındaki ekolojik politikaları açıklarken atomik modernliğin trajedisini ve ironisini toplumsal bir “sorumsuzluk” yapısı ilan etmiştir. Ayırt edici özellikleri “tehlikelerin üretimini kontrol eden şeyleri – hukuk, bilim, yönetim, politika – suç ortaklarına çevirmesinde” yatar. Dolayısıyla bu “absürt tiyatro” “tüm direnişi yersiz kılar,” çünkü toplumun riskten kaçınması imkansız olsa da, sosyal kurumlar ve uzmanların önerdikleri “kurumsallaşmış güvenlik taahhütü” tehlikelerin gerçek varlığını, kendilerini çoktan teknokratik yönetime adayan toplumsal ilişkilerin başarısızlıklarından ziyade sistem hatası biçimleri olarak yorumlarlar.

Sosyal kurumlar “kendi güvenlik teknolojilerinin mahkumları” – modern refah devletinin ilk ortaya çıkışına zemin hazırlayan dayanışmacı sosyal-güvenlik planlarının sapkın bir özeti  haline gelirler.

Teknolojik onarımlar, anayasa değişiklikleri ve hatta anayasal diktatörlük biçimleri arayışı özgürleştirici görünebilir, ancak aslında bizi yalnızca statükoya bağlar. “

Beck’in alternatif bakışı “alt-siyaset” adını verdiği çoklu biçimleri temellendirmek için alan sağlamaktı: Ekolojik riski yöneten yeni teknokrasinin paradoksal gerçeklikleriyle kıyaslandığında yerel olarak kolektif bir sorumsuzluk biçimi şeklinde ifade edilen demokratik hesap verebilirlik politikaları gibi bir şeye dönüş. Ona göre, bu felaket uygarlığı patolojilerinin “panzehiriydi.” Fakat bu politika biçimlerinin hangi yöne gidebileceği hakkında kasıtlı olarak “koşulsuz” oluşu kulağa ilk başta oldukça soyut geliyor. Alt-siyaset, yerel grupların ve toplulukların daimi risk ve tehlike dünyasında – ama teknik çözümcülüğün katı hiyerarşilerinden ve uzman bilgisinin politik tercihte bulunmak için tek gerekçe olarak sağladığı eleştirel olmayan bir kabullenişten muaf – ölçüp biçmeyi, düşünmeyi ve eylemeyi öğrenebildikleri bireysel ve kolektif politik muhakeme için alanlar geliştirmek ile ilgilidir.

Bu tür süreçlerin ve yerlerin pratikte nasıl işlediklerinin olay yerinde,  demokratik örgütlenmenin aşağıdan-yukarıya (bottom-up) sürecinde belirlenmesi gerekecektir. Örgütlenme politikaları ekolojik politikanın başarıları ve başarısızlıkları için her zaman önemli olmuştur ve  Beck’e göre, alt siyaset perspektifinde aktivist bir demokratik özerklik modeli; bazı politik ve yasal teorilerin ihtiyatlı çoğunlukçuluk karşıtlığına göre tehlike içindeki bir yaşam için daha etkili bir panzehir gibi görünmektedir. Bu tür alanlar yalnızca kendimizi bütün anormallikleriyle “yeni normal”e alıştırma – kontrolümüzün ya da kavrayışımızın ötesinde bir şey – ya da teselliyi güçlü liderler ve minnettar tebaa ile birlikte görünüşteki o eski basitlik ve düzen zamanlarına dönmekte aramanın cazibesinden kaçınmaya da yardımcı olabilir. Mevcut zorluklar karşısında teknolojik onarım arayışı, anayasal düzenlemeler ve hatta anayasal diktatörlük biçimleri özgürlükçü gelebilir fakat aslında bunlar bizi yalnızca statükoya bağlar. Yarının hasardan koruma amaçlı demokratik politikaları için modeller sağlayabilirler fakat bunu çağdaş değerlere ön-taahhüt vererek yaparlar. Peki ya her şeyi tam da bugün farklı yapmamız gerekiyorsa?

Büyük akıl tutulması

Diğerleri ise Donna Haraway’in terminolojisiyle “bela ile kalma”nın bir yolu olarak dostlar ile akrabalar arasında yeni bir türlerarası etik arıyor.  Belki de Dünya gezegeni ve gelecek insan nesilleri hatırına çevreye duyarlılık ve seferberlik vaadinin, kendilerini ulusalcı politikaların kirli seküler ihtiyaçlarının üzerinde gören dini gruplanmalar aracılığıyla ve devletdışı ilişkiler yoluyla bir gönüllü koalisyonu bulmalarının daha olası olmasına şaşmamalı. Amitav Ghosh bunun küresel açıdan yalnızca göreceli bir azınlığa açık politik ve ekonomik modernitenin dışlayıcı doğasını farkettiğimizde gelecek tarihçilerin bu başarısızlık sürecine – “büyük akıl tutulması” adını verdiği bir süreç – belki biraz daha sempatiyle bakabilmenin bir yolu olduğunu açıkça belirtiyor.

Daha yakın zamanda ise, Yeşil Yeni Mutabakat tasarıları hem ulusal hem de çeşitli alt-siyaset düzeylerinin yanı sıra kuşaklararası uçurumlar boyunca grupları seferber ederek görünüşte yeni ekonomi politikaları sundu. Fakat bunu yaparken modern demokratik politikaları temellendiren kavramların, değerlerin ve önceliklerin yeniden çok daha radikal düşünülmesini gerektiren; alt-siyaseti yaşanmaz hale gelen bir Dünya ya da Antroposen politikaları taleplerine bağlayan yapısal sorunların bir kısmına işaret ettiler. Ana akıma yönelik bu tür meydan okumalar yerelcilik ve radikal demokrasi biçimlerini destekleseler de  genellikle Antroposen öncesi bir dünyanın kavramsal ufukları içerisinde işlemeye devam ediyorlar. Kırk yıllık neoliberalizmen ötesine geçmek için duyulan acil ihtiyacı algılayarak orijinal Yeni Mutabakat’nın cazibesini – genellikle retorik olarak, bazen önemli ölçüde – yeniden anıyorlar. Son kırk yılı es geçen bizler tekrar yeni sürdürülebilir işlerde hükümet harcamaları, vergilendirme ve tam istihdam planlarının bu geçişi finanse etmek için gerekli olduğu Keynesçi talep yönetimi biçimlerine dalıyoruz. Bu Eski Dünya’nın büyümesi ve uyarılması için bir tür son tezahüratın Kate Aronoff, Alyssa Battistoni, Daniel Aldana Cohen ve Thea Riofrancos’un A Planet to Win: Why We Need a Green New Deal’de (2019) belirttikleri gibi “daha yavaş bir alışkanlık”la dönen yeni bir dünyaya taşınmak için gerekli bir önkoşul olduğu anlamına geliyor.

Eski büyüme, istihdam, çıkar ve para modellerini yeni biçimlerde canlandırmaya dönük bu teşebbüsler Beck’in meydan okuma taleplerini karşılamak için yeterli olmayabilir. Aslına bakılırsa, neoliberalizmin ötesine geçmenin ne anlama gelebileceği genellikle belirsizliğini korumaya devam ediyor: Bu terimin ne anlama geldiği ve tarihinin bize onun ötesindeki bir gelecek ile ilgili bize öğretebilecekleri hakkında teoride ve pratikte öyle çok fikir var ki.

***

Bu konuda çağdaş akademideki en güçlü biçimde ifade edilmiş pozisyonlardan ikisini ele alalım.

İlki, neoliberalizmi demos’un öz-bilinçli politik tercih tarafından “çözülmesi” olarak gören Wendy Brown’in temsil ettiği neoliberalizm eleştirisidir. Küresel çapta eşit olmayan biçimde dağılan neoliberalizm bu yaklaşıma göre, insan etkileşimlerini ve öznellikleri bireysel ve karşılaştırmalı avantajın piyasa hesaplarından biraz daha fazlasına indirgemeye kapsamlı biçimde kararlı bir “salınım alanıdır.” Bireylerin ve hükümetin dayanışmacı şefkat ve karşılıklı yardım ilişkilerine her bağlılığını, politika oluşturmanın dışında ve servetin edinilmesine zararlı gördüğü için el altından zayıflatır. Bu açıklamada neoliberalizm özünde antidemokratik bir projedir: Depolitize etmeyi ve böylece ekonominin ve ekonomik rekabetin alanını insan başarısının esas ölçütü olarak doğallaştırmayı savlar.

Bazı yazarlar için, COVID-19’dan sonraki bir dünya nasıl olursa olsun, bu kesinlikle neoliberalizmin sonunu ve sadece bireysel değil, kamu mallarının olumlanması anlamına gelmelidir.”

Brown, bu rejime karşı demokrasinin ancak başkaldırı ve dışlananların talep ettiği reformlar yoluyla geliştiğini ve bu yüzden daha iyi, ancak belki de asla gerçekleşemeyecek bir gelecek umudunu temel alan bir politika görüşüne dayandığını iddia eder. Piyasa hesabı demokratik politikalara ya da daha geniş kapsamlı olarak topluma bir kez uygulandığında, yeni bir tür politik rasyonalite yerleşir. Çağdaş neoliberalizm refaha yönelik ilerici bir adanmışlık elde ederek onun yerine basite indirgenen devlet ve ekonominin ayrı varlıklar olduğu, piyasanın zeki olduğu ve yeteneği ödüllendirdiği, devletin ise aptal, yavaş olduğu ve meşum çıkarlarla bozulduğu mantrasını önerir.

Pandemi çağında sıkışan demokrasi

Neal Ascherson gibi yazarlar için bu, Covid-19’un ötesinde bir dünya neye benzerse benzesin,  kesinlikle neoliberalizmin sonunu ve sadece bireysel değil, kamu mallarının olumlanması anlamına gelmelidir. Bu ne tür bir toplum modeli olabilir? Will Davis’in yakın zamanda ileri sürdüğü gibi, Covid-19 çağındaki demokrasiler iki temel seçenek arasında sıkışmıştır. Biri toplulukların yakın, vatanseverliğin doğal olduğu ve insanların birbirlerinin çocuklarına baktıkları daha iyi bir zamanı yad eden hayali bir topluluktur – ister çağdaş sağcı popülistlerin ulusalcılığı ister sözüm ona “geride kalanlar” ya da dayanışmacı sol versiyonu olsun. Diğer seçenek, toplumu bireylerin ve grupların, fiziksel olarak uzak kalsalar da teknoloji aracılığıyla giderek birbirine bağlanan bir dünyanın parçası olan geniş ağlar halinde bir karışımı olarak görmektir. Kökleri genişbantlı bir dönem için uyarlanan ondokuzuncu yüzyılın sosyolojik ve telekomünikasyon devrimlerine dayanır. İster mitik, ister nostaljik ya da düğümsel olsun, bu tür tercihler yine de Beck’in ileri sürdüğü eleştirilerin gazabına uğrar.

Brown’ın politik neoliberalizm teorisine ters düşen ikinci yaklaşım tarihseldir. Angus Burgin, Philip Mirowski ve Dieter Plewhe’nin eserleri, modern neoliberalizmin köklerini 1938 yılındaki Colloque Walter Lippmann konferansı ile 1947’de Friedrich Hayek ve Milton Friedman gibi isimler tarafından İsveç’te kurulan Mont Pèlerin Society’ye kadar takip eder. Bu tarihsel argüman savaş ve bunalımın ardından yeni bir liberalizm inşa etmek için entelektüel bir çabanın örgütsel etkililiğini vurgular. Entelektüel tarihçi Quinn Slobodian bu argümanı 2018 tarihli Globalists adlı çalışmasında – bu çalışmada politik gücü ulus-devletlerden uluslarüstü federal yapılara kaydırma teşebbüsü olarak neoliberalizmin kökenlerini yeniden biçimlendirir – Milletler Cemiyeti’nden Dünya Ticaret Örgütü’ne genişletmiştir. Bu bakış açısı kültürel çeşitliliğin bürokratik ya da ulusal çıkarlar tarafından yakalanamayacak kadar karmaşık politik yapılar altında gelişebildiği bir tür güncellenmiş Habsburg İmparatorluğu modeli olarak hayat bulmuştu. (Hayek ve öğretmeni Ludwig von Mises 2. Dünya Savaşı’nı modern ulus-devlet içerisinde ulusalcılığın ve sosyalizmin vahim bir zaferi olarak görüyorlardı.)

Bu tür karmaşık, uluslarüstü yapıların bir zamanlar kapitalizmi yalnızca kendisinden değil, devletçi politikaların tahrifatlarından da kurtarmak için en iyi yol olduğu düşünülüyordu. Bu tarihin neoliberal versiyonları aynı zamanda gelişen ulus-devletin daha geniş, anti-kolonyal eleştirilerine dönük kapitalist bir aynaydı. Peki bu rekabet içerisindeki bakış açılarına galip gelen modern ulusalcı politikaların tarihsel dinamiklerini Antroposen’in yaşanmaz hale gelen dünyasına hangi gidişat bağlıyordu?

Geoff Mann ve Joel Wainwright Climate Leviathan’da (2018) iklim değişikliğine tepki olarak ortaya çıkabilecek çeşitli politik yapıların bir tipolojisini verirler. Birinci seçenek “Leviathan İklimi”, gezegeni kendi çıkarları için kurtarma heveslisi halihazırda zengin ve güçlü olanlara dayanan bir küresel kapitalizm sistemidir. Diğer seçenek, iklim krizine küresel kapitalizmle değil, görünüşte anti-kapitalist ve otarşik bloklarla tepki gösteren “Mao İklimi”dir. Bir diğer seçenek ise, “Behemot İklimi,” ulus-devlet seviyesinde gerici popülizm reformudur. Fakat Mann ve Wainwright bu seçeneklerin dışında bir tür X İklimi’ni; uluslararasının yanı sıra alt-ulusal politika biçimlerinin radikal demokrasi açısından yeniden düşünüşünü de  tahayyül edebileceğimizi ileri sürer.

Belki de pandemi bile neoliberalizmi tarihin çöp kutusuna mahkum etmedi. “

Pandemi sırasında, ulus-devletlerin ulusal gücünü ve finansal kapitalizm yapılarını sağlamlaştırmak için birlikte çalışan merkez bankalarının uluslararası gücünü gördük – hepsi de önceki statükoyu devam ettirmeye çalışıyorlardı. Diğer taraftan, devletin sağlığı korumak adına ekonomik seferberliğini sona erdirme kapasitesinin dramatik bir teşhirini de gördük. Bu neoliberalizmden sonraki ve Antroposen karşısındaki politikaları düşünmek için yeni bir bakış açısı sunuyor. Fakat eski rejime dönmek çok cazip. O halde, neoliberalizm projesinin kesinlikle rotasını tamamladığını kim söyleyebilir? Belki pandemi bile neoliberalizmi tarihin çöp kutusuna mahkum edemedi. Ancak, politikaları kavramanın radikal şekilde yeni bir yolu hakkında düşünmek için gerçek tetikleyici olan şey, eskinin cazibesine teslim olmaktan ziyade, kuşkusuz Antroposen’in meydan okumasıdır.

                                                                    ***

Bu bellibaşlı zorluklar arasında değere ilişkin kimi sorular yer alıyor: Doğaya ne borçluyuz, gelecek nesillere ne borçluyuz?  Bu tür sorunlar içerisinde diğer yapısal-tarihsel adaletsizlikleri (ırksal kölelik ve patriyarkal zulüm gibi) barındıran ve günümüzü etkilemeye devam eden ekolojik borçluluk çıtasındaki tazminat sorunları hakkında yeniden düşünmemiz için bizi cesaretlendirebilir. Antroposen; ayrıca nüfus, ekonomik büyüme limitleri, eşitsizlik biçimleri ve insanlar ile diğer hayvanlar arasındaki ilişki hakkında geleneksel düşünceyi de sorgular.

Beck’in risk çağındaki ekolojik politikaları ilk ele alışında olduğu gibi, bunlar ya teknokratik-yasal paradigma ya da azaltım-uyum bakış açısının prizmasından bakması cezbedici olan sorunlardır. Beck tarafından ve bugün Antroposen anlatıları ve epistemolojileri yoluyla açıklanan asıl meydan okuma, politikayı ve iktisatı sorgulamak için kullandığımız terimler etrafındaki yerleşik eğilimleri ve beklentileri kökten gözden geçirerek hem onların tarihlerini hem de değerlerini değiştirmemiz gerektiği düşüncesidir.

Sadece ‘bilim’ yetmez!

Günümüze taşınan politikalarımızı şekillendiren tarihi ve fikirleri yeniden düşünürken yeni ve alternatif topluluk biçimlerini tasavvur edebiliriz. Neoliberalizm dışında nasıl bir politika izlenmesi gerektiği hakkında ipuçları için hiç olmazsa Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve esnasında tarihsel olarak siyasal iktisat hakkında daha duyarlı düşünme geleneğine – bilhassa o tarih bize onun en yakın zamanlı biçimlerinden ziyade, neoliberalizm ve eleştirmenlerini longue duree görmemizi sağlayabilirse – dönebiliriz. ABD’deki tröst karşıtı ilericileri, Avrupa’daki tarihsel siyasal iktisatçıları ve servet, refah ve kirlilik gibi olumsuz dışsallıklar için vergilendirme ilkeleri arasındaki ilişkiler üzerine çalışan Britanyalı siyasal iktisatçıları düşünün: Hepsi modern neoliberalizm ve anaakım iktisatın sunduğu her şeyden daha kapsamlı ve sentetik siyaset, iktisadi tarih ile çevre arasındaki arabağlantıları görmenin yollarını sundular. Hepsi de aynı zamanda karmaşıklığı kestirimci basitleştirmenin üzerinde tuttular.

Bu görüşler ancak değer sorularını politika ile iktisat arasındaki uygun biçimde yerleştirilen karşılıklı ilişkiye yeniden bağlayarak tekrar düşünülebilir hale gelebilir. En azından pandemi bunun Antroposen’in gelecek odaklı, ilerici politikasının temel ağırlığını yüklenmesi gerekecek siyasal iktisat ya da piyasa toplumları hakkında oldukça eski bir soru olduğunu gösteriyor.  Bu tür bir yeniden düşünüşün sevgi, adalet ve radikal umut temeline dayanan politika biçimleri için radikal taleplerin başarısıyla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı – ya da her zamanki gibi en az dirençli işe geri dönme hattından gidip gitmeyeceği – belirsizliğini koruyor. Fakat kesin olan bir şey var: Yalnızca “bilimin izinden gitmek,” pandeminin ortaya attığı tehditler olsun ya da olmasın, bizi daha ilerici bir geleceğin yakınından dahi geçirmeyecek.

Makalenin orijinali için tıklayın

 

More in İklim Krizi

You may also like

Comments

Comments are closed.