Hafta SonuManşet

Manfred Max-Nee ile ‘Yalınayak Ekonomi’ üzerine

0

Şilili ekonomist Manfred Max-Nee ile Democracy Now‘da “Yalınayak Ekonomi, ve Fakirlik” konulu mülakatın bir özetini Baran Haydar Yıldırım‘ın çevirisi ile sunuyoruz

* * *

Aslında bir metafor, fakat betonlaşmış bir deneyime dayanmaktadır. Hayatımın yaklaşık on yılını aşırı fakirliğin kol gezdiği dağlarda, ormanlarda, şehirlerde ve Latin Amerika’nın farklı bölgelerinde geçirdim. Bu sürecin en başında, bir gün Peru Dağlarında yerlilerin yaşadığı bir köydeydim. Çok kötü bir gündü. Bütün gün yağmur yağmıştı ve tenekeden bozma bir evdeydim. Ve karşımdaki diğer adam çamurun içinde duruyordu. Birbirimize bakıyorduk, kısa boylu, zayıf, aç, işsiz bir adam, 5 çocuk, bir eş bir büyükanne ve ben Berkeley’de ders veren iyi bir iktisatçı ve dahası. Birbirimize bakıyorduk işte ve birden şunu farkettim bu adama bu durumda söyleyecek tutarlı hiçbir şeyim yoktu, bütün bir ekonomist olarak sahip olduğum bilgi dağarcığım kesinlikle işe yaramazdı. GSMH’nin %5 arttığını söylemem gerekir miydi? bunun onu mutlu etmesi gerekir miydi? Herşey çok absürttü.

ekonominin gerçek yüzü 2

Bu çevre için söyleyecek hiçbir şeyim yoktu benim ve biz gerçekten yeni bir dil icat etmek zorundaydık. İşte yalınayak ekonomisinin temelleri böyle atıldı. Bu iktisatçının çamur içinde durmaya yeltenmek zorunda olduğu bir deneyimdi. İktisatçılar güzel ofislerde çalışırlar ve fakirliği de bu güzel mekanlardan analiz ederler, bütün istatiklerini, modellerini buralarda çıkartırlar ve fakirlik hakkında herşeyi bildiklerine ikna edilmişlerdir fakat fakirliği anlamazlar. Bu büyük bir problem ve bu nedenle fakirlik hala gündemde. Bir ekonomist olarak benim hayatımı tamamen değiştiren mevzu işte budur. Ben bu durum ve şartlara uygun bir dil icat ettim. 

Peki nedir bu dil?

ekonominin gerçek yüzü 3Derince bir şey. Yani 15 derste verilebilecek bir tarif  ya da  “tatmin garantili veya para iadeli” gibi bir şey değil. Mevzu bu değil zaten. Daha derin bir bakış. İzninizle toparlayayım. Evrimimiz doğrultusunda bugün çok daha iyi bildiğimiz bir noktaya geldik. Dünyalar kadar şey biliyoruz artık ama çok azını anlıyoruz. Son yüzyılda bilginin ulaştığı nokta muazzam. Ama bakın biz nasılız. Bilgi ne içindi? Biz ne yaptık onunla? Durum şu; bilgi tek başına yeterli değil. Anlama noksanlığı çekiyoruz.

Bilgi ile anlama arasındaki fark nedir, bir örnek verebilirim. Farzedelim ki siz aşk denen insan fenomeniyle ilgili çalışabildiğiniz herşeyi çalışmışsınız, teolojik olandan, sosyolojik, antropolojik, biyolojik olana ve hatta biyokimyasal bakış açısına değin. Sonuç şu, aşk hakkında bilebileceğiniz herşeyi bileceksiniz fakat er ya da geç şunu farkedeceksiniz aşık olmadan asla aşkı anlayamazsınız. Bu ne anlama geliyor? Sadece parçası olduğunuz şeyi anlama teşebbüsüne girebilirsiniz. Eğer aşık olursak, bir latin şarkısında dediği gibi biz iki kişiden fazla birşeyizdir. Ait olduğun zaman anlarsın. Ayrıldığında bilgiyi biriktirebilirsin. Bu bilimin çalışma şeklidir. Bilim indirgeyerek çalışır ama anlama kısmı bütüncül bakış açısı ister.

Yoksullukta böyledir işte. Ben fakirliği anladım, çünkü ben oradaydım. Onlarla yaşadım, yedim, uyudum ve dahası. Ve o zaman öğrenmeye başlıyorsun ki bu dünyada değerler farklıdır. Geldiğin dünyadan çok daha farklı prensipler hakim ve yoksulluktan muazzam miktarda fantastik şeyler öğrenebilirsin. Ben yoksulluktan, üniversitede öğrendiklerimden çok daha fazla şey öğrendim. Fakat çok az kişi bunu deneyimleyebiliyor, anlıyor musunuz? Bu dünyanın içine girip yaşamaktansa dışından buna bakıyorlar.

Fakirlikten öğreneceğiniz ilk şey muazzam bir yaratıcılığa sahip olduğudur. Eğer canını kurtarmak istiyorsan, aptal olamazsın. Her dakika ”sıradaki ne?” diye düşünüyor olmak zorundasın. Ben ne biliyorum? Burada nasıl bir marifet gösterebilirim? Bu ne, şu ne, şu ve diğeri? Yaratıcılığınız süreklidir. Ek olarak işbirliği ağı, yardımlaşma ve her çeşit sıradışı şeyler ki bunları uzun zamandır bize hakim olan bireysel, aç gözlü ve egoist sosyal yaşantımızda göremiyoruz. Yani iki tip yaşam arasında tam bir tezat var. Ve bazen sarsıcı, şok edici bulduğum bir durum var. Bu yoksulluk içerisindeki insanlar yaşadığımız çevredeki insanlardan çok daha mutlular. Bu da bana yoksulluğun sadece parayla bağlantılı olmadığını söylüyor. Çok daha kompleks birşey bu.

O zaman başka bir felakete, çatışmaya mahal vermemek için, eğer sorumlu kişi sen olsaydın ne yapılması gerektiğini söylerdin?

Bence problem üniversiteden başlıyor. Üniversiteler günümüzde istemediğimiz bu dünyayı koruyan bir konumda konuşlanıyor. Eğer ekonomistlere farklı şeyler öğretmezsen bu insanlar profesyonel olduğunda nasıl bazı şeyleri değiştirebilsin, bu imkansız. 1950’lerin başında iktisat okumaya başladığımda, eğitim şekli de tamamen farklıydı. İktisat tarihi ve iktisadi düşünce tarihiyle ilgili esaslı dersler alıyorduk. Fakat günümüzde bu dersler müfredat sisteminde bulunmuyor. Öğrendiğin şeyin tarihini bilmek zorunda değilsin. Bunu gerekli görmüyorlar. Senden önceki iktisatçıların düşüncelerini bilmene gerek yok. Buna ihtiyacın yok. Yani bu çok aptalca bir kibir. Bu şekilde bunu sonsuza kadar götürebilirler. Daha sonra bu bir disiplin, bir bilim olmaktan çıkar ve bir din haline dönüşür. Yani bugün ekonominin, neo liberal ekonominin geldiği nokta budur

ekonominin gerçek yüzü 4...

 

Bu yüzden herşeyden evvel, bizim tekrar kültürlü iktisatçılara ihtiyacımız var, tarihi bilen, nereden geldiğini bilen, fikirlerin nasıl oluştuğunu, kimin ne yaptığını, ve dahasını. İkincisi, bizim hemen şimdi açıkça biyosfer denen sınırlı büyük bir sistemin alt bir sistemi olduğumuzu anlamamız gerek. Bu yüzden ekonomik büyüme de imkansız birşeydir. Ve üçüncüsü, Ekosistemleri ciddiye almaksızın fonksiyonel bir sistem oluşturamayacağımız gerçeği. Ve maalesef iktisatçılar ekosistemler hakkında hiçbir şey bilmiyor. Biyolojik çeşitlilik, termodinamik hakkında birşey bilmiyorlar. Buna saygı göstermek açısından tamamen cahiller. Ve mesela hayvanlar yok olursa nasıl bir zarar vereceğini, kendinin de yokolacağını çünkü onlar yok olursa besinlerin de olmayacağını bilmiyorlar. Çünkü bizim kesinlikle doğaya bağımlı olduğumuzu bilmiyorlar. Bu iktisatçılar için doğa, ekonominin bir alt sistemi. Bu apaçık bir deliliktir.

Ek olarak, tüketimi de üretime yaklaştırmak zorundayız. Ben Şili’nin güneyinde yaşıyorum ve bu bölge süt ürünleri için fevkalade bir alan. Birkaç ay önce, orada, güneyde bir oteldeydim. Bir kahvaltıdaydım ve bana küçük bir pakette tereyağı verildi. Ve bu tereyağı Yeni Zelanda’dandı! Yani bu bir delilik değil midir ve neden? Bunun sebebi şudur iktisatçılar gerçek değerleri hesaplamayı bilmiyor. 20.000 km öteden en iyi tereyağını yapan bölgeye tereyağı getiriyorsun, bunun daha ucuz olduğunu tartışarak bunu yapıyorsun ve de. Bu kocaman bir aptallıktır. 20.000 km öteden yapılan taşımacılığın etkisini ciddiye almıyorlar. Peki bu nakliyatın çevreye etkisi nedir ve bütün bu şeylerin? Ek olarak, bu ucuza geliyor çünkü sübvanse edilmiş. Bu yüzden bu durum açıkça şunu gösteriyor, fiyatlar asla doğruyu söylemez. Tamamen bir hile ve bu hileler kocaman zararlar veriyor. Neyin nereden geldiğini bileceksin. Hatta kimin ürettiğini dahi bilebileceksin. Bu şeyi insanileştireceksin. Fakat iktisatçıların günümüzdeki uygulamaları tamamen insanlıktan çıkmış vaziyette.

 

Manfred Max-Neef, Şili’li akademisyen, ekonomist ve Kentsel İşleri Etüd ve Tanıtma Merkezi’nin (CEPAUR) kurucusu. Yeşil ve alternatif ekonomiyle ilgili birçok kitabı bulunmaktadır. Türkçe’ye Ekonominin Gerçek Yüzü ismiyle bir kitabı çevrilmiştir.

Bu röportaj özetlenmiştir. ilk kez The Democracy Now’da yayımlanmıştır.

 

Çeviren: Baran Haydar Yıldırım

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.