ManşetKitapKöşe YazılarıYazarlar

Kuru su, karanlık gelecek

0

Geçtiğimiz günlerde yazar ve psikolog Hande Aydın ile iki haftada bir Çarşamba günleri yayınlanan Sudan Gelen programı için bir araya geldik. Aydın’ın 2017 yılında basılan Kuru Su adlı kitabı üzerine başlayan sohbette insanın hem birey hem de toplumun parçası olarak suyla ve doğayla olan sorunlu ilişkisi üzerine önemli konuları ele aldık. Aydın’la programın dışına taşan konuşmamızı Yeşil Gazete okuyucularıyla paylaşıyoruz.

Hande Aydın ile Akgün İlhan 27 Kasım 2019 tarihinde Açık Radyo’da buluştu.

Akgün İlhan: Sevgili Hande, Türkiye’de bir nehir üzerine roman yazan tek kadın yazarsın. Neden bir nehri anlatma ihtiyacı duydun? 

Hande Aydın: Zannedersem ilk romanın bir derdi olması gerektiğine yönelik kararımdan kaynaklanıyor. Okuduğum romanlarda -savaş romanları özellikle- doğanın, hayvanların da tanıklığına başvurulmasını hep etkileyici bulmuşumdur. Kuru Su da vahşete uğrayan nehrin kendisi tabi ki… Böyle romantik bir fikirle başlayıp araştırdıkça bu vahşetin son derece gerçekçi ayrıntıları arasında buldum kendimi.

Aİ: Kuru Su, Ordu’nun Melet nehri hakkında. Neden Melet Nehri’ni seçtin? Seni bu coğrafyaya çeken neydi?

HA: Mahmut Hamsici’nin Dereler ve İsyanlar (2010) kitabında Melet Nehri’nin kuruduktan sonraki fotoğrafıyla karşılaşmam kararımı vermem için yeterli oldu. Bir savaş alanı gibiydi. Yani böyle bir şey olduysa yakında kıyamet kopacak diye düşünüyor insan, ama kopmuyor. Çernobil Felaketi sonrası gibi bir manzaraydı. Bu arada Melet Nehri, Mesudiye bölgesinde üç farklı coğrafya oluşturuyor. Nehrin batısında bulunan bitki örtüsü Uludağ göknarıyken doğusunda doğu ladini bulunuyor. Güneyinde ise farklı bir step türü var. Bu nehir böyle bir biyolojik çeşitliliğe imkân sağlamış. Uzmanlar nehir için ‘biyolojik gümrük kapısı’ diyorlar. Kitapta bu nedenle nehrin kuruyuşuna şahit olan ağaçları da seslendirdim. Bu arada Amazonların o civarda konumlandıklarına dair söylentiler de kurgu için tamamlayıcı oldu. Kitabı yazdığım sırada neyse ki Melet’e yeniden su verilmeye başlanmıştı.

Aİ: Biliyorsun geçtiğimiz ay Dipsiz Göl gündemdeydi. Define söylentisiyle gözü dönmüş iki kişi, jandarma yetkililerinin koruması eşliğinde Çevre Trabzon Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü ve Gümüşhane Müze Müdürlüğü’nün de onay verdiği bir kazıyla 12 bin yıllık Dipsiz Göl’ü kurutup kazı yaptı. Kazı sonucunda define bulunamayınca faaliyet sonlandırıldı ve göl toprakla dolduruldu. Tepeden çekilmiş fotoğraflarda önceki ve sonraki haline baktığımızda toprağın mavi gözünü oymuşlar adeta. En değerli hazine suyken, halen define peşinde koşmayı sen bir psikolog olarak nasıl açıklarsın?

Dipsiz gölün öncesi ve sonrası: Birkaç gün önce yeniden suyla doldurulan gölde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

HA: Toplumca narsistik bir şişme yaşadığımızı düşünüyorum. Kimin ve neyin pahasına olursa olsun yırtmak isteyen bir kitle var. Bu yırtma hırsının günlük pratiğinde düşünme süreçleri pek yok, yargılama yok, hak gördüğüne doğrudan uzanan bir eylem hali var. Bu kitle yırtmayı hak ettiğine inanıyor. Bunu yaparken de gerekirse define için 12 bin yıllık gölü kurutarak, gerekirse de tüm ormanı yakarak veya satarak bu hedefine ulaşmaya kararlı. Egemen, sosyal devlet olmamasının en güzel meşruiyetini bu yoldan yapıyor bence. “Sen zaten daha fazlasını hak ediyorsun, git ve hakkını al” diyor. “Önündeki engel ben değilim, insanlar açken hayvanları besleyen hayvan severler, elektrik faturası bu kadarken ağacı koruyan çevreciler” diye diğerlerini küçümsüyor veya ötekileştiriyor.

En temel yaşam haklarımızı kaybettiğimiz bu günlerde ruh sağlığından bahsetmek ne kadar anlamlı bilmiyorum. Ancak insan olmanın, dolayısıyla ölümlü olmanın kaygısını ancak bizden önce var olmuş ve bizden sonra da var olmaya devam edecek tabiat varlıkları, canlılar ve yaşam formları ile ilişkimiz sayesinde yatıştırırız. Varoluşsal kaygılarımızda bizi sarıp sarmalayan battaniyeyi kaybettiğimizde sağa sola saldıran Gılgamış prototipleri oluyoruz. Oluyorlar desek daha doğru olur. İsrafın ve çevresel katliamların adresi hiç olmadığı kadar belli artık. Bahsettiğin örnekte büyük ihtimalle define bulunamadığı için hata yapıldığı söylenmiş. En üzücü olanı da define bulunsaydı yaptıkları katliam meşrulaşacaktı.

Aİ: Bir başka güncel örnek de Giresun’dan geldi geçtiğimiz günlerde. Pazarsuyu köyündeki derenin suyu kurumuş ve geriye “Balık tutmak tehlikeli ve yasaktır” tabelası kalmış. İklim değişiyor. Bu değişimi yaratan fosil yakıtları kullanmayı bırakmadığı gibi yeni kömürlü termik santraller açma sevdasında. İklim değişikliğiyle uyum yönünde de atılan bir adım yok. Ve sularımız Karadeniz Bölgesi gibi yağışın yüksek olduğu coğrafyalarda bile kuruyor artık. Bu örnekteki failler daha çok sayıda ve kimlikleri belirsiz. İklim değişikliğine ve onu merkeze almayan su politikalarımıza bağlı su kaybımızla ilgili neler demek istersin?

Kupkuru kalmış dere yatağının yanında duran tabela.

HA: Ankara da yaşayan, kanser geçmişi olan biri olarak çeşme suyuyla çay dahi demlemiyorum. Ağır metallere maruz kalmak ile ekonomik külfet arasında seçim yapmak zorunda bırakılmak insan haklarına aykırı. On yıl önce komplo teorisi olarak konuştuğumuz her senaryo gerçekleşiyor. Elektrik ve su faturası gibi harcamalarımıza içme suyu kalemi de eklendi. Vatandaşa içme suyu temin etme sorumluluğundan tüm dünyanın benzer bir sürece sürüklendiği söylemi ile sıyrılamayız. Bir ANAP milletvekili zamanında şöyle bir cümle kurmuş. “Çevre sorunları lükstür, dilenciye kravat takmaya benzer”. Herhalde burada dilenci Türkiye toplumu oluyor.  Yani bu dilencilerin önce daha temel ihtiyaçları var, karınlarını doyurmak lazım diyor. Kalkınma istiyorsak çevre sorunları da katlanmamız gereken bir bedel gibi anlatılıyor hep. Peki, yirmi otuz yıllık bu aralıkta talan edilmemiş bir yer bırakmamamıza rağmen nasıl oldu da kalkınamadık? Nasıl oldu da dilenenlerimiz bu kadar arttı?

Su kaybı, tüm çevresel sorunlar gibi ciddi bir halk sağlığı problemidir. Kanserin yüzde onu genetik, yüzde doksanı çevresel faktörlere bağlı ortaya çıkıyor. Bu yüzde doksan faktörün yarısı sigara içmek gibi kişinin inisiyatifinde olan durumlarsa, diğer yarısı da devletin sorumluluğudur. Ben bütün sağlığıma dikkat edeyim, sporumu yapayım da mahallemde asbestli bir bina hiçbir önlem alınmadan yıkılırsa ben buna ne yapabilirim? Mutfağıma giren tarım ürünlerindeki pestisiti nasıl bilebilirim? Su faturamı ödeyemiyorsam çocuğumun hijyenine nasıl dikkat edebilirim, içme suyuna nasıl para verebilirim?

Evet, iklim değişikliği gözle görünür biçimde cereyan ediyor. Göç eden kuşların kafası karışık. Sular yükseliyor. İçme suyu bu kadar kıymetli hale gelmişken insanların doğal felaketleri anlamında en çok sellerle, yani yine suyla sınanması çok trajik.

Aİ: Peki, suyla ve doğayla olan ilişkimizi düzeltmemiz için umut var mı sence? Daha adil bir gelecek ve daha temiz bir çevre için mücadelede gördüğün eksiklikler ve engeller neler? Bunları nasıl aşabiliriz? 

HA: Sanırım mücadelemiz ölçüsünde umutlanmaya hakkımız oluyor. Ancak doğa üzerindeki tahribat geri döndürülebilir mi bilmiyorum. Kuruyan dere demek, yaz sıcağında kurtarıcı gördüğünüz esintinin gelmemesi demek; suya bakarak, suya konuşarak dağıtılan sıkıntıların gidecek yer bulamaması demek; dalıp gittiğimiz ufkumuzun daralması demek; su kenarındaki sosyalleşmelerin, buna bağlı geleneklerin kaybolması demek. Böyle böyle göç demek. Özellikle kadınların kapı önlerinde otururken beton yığını TOKİ’lere tıkılması demek. Sayısız yöne giden sosyolojik hatlar çıkarabilirsiniz bir derenin kurumasından…

Diğer yandan sosyal normlar dediğimiz şeyler bizim dışımızda gelişen kabuller değil. Bu nedenle ben kendi davranışlarımızı, tüketim biçimlerimizi düzenleyerek etrafımızdakilere yaptırım uygulayabileceğimizi düşünüyorum. Etrafımız derken insanlar olarak çoğunlukla kendi benzerlerimiz arasında sosyallik kursak da şahit olduğumuz vandallıklarda, su israfında daha çok konuşalım. Bu insanları uyaralım. Çalıştığımız yerlerde bu gibi konuları gündeme getirmekten çekinmeyelim.  Sosyal medya bu tip olayların afişe olması açısından önemli. Bir kaç gün önce termik santrallerin filtre takma zorunluluğunun üç yıl ertelenmesine yönelik kararın değiştiğini öğrendik. Bu, sesimizi çıkartmadığımız için ortaya çıkan bir sonuç. Ancak termik santraller filtreli halleriyle dahi tehdit saçıyorlar ki  tedavülden kalkmaları gerektiğini dillendirmeye bile sıra gelmiyor. Doğa savunuculuğunun halk sağlığını birebir ilgilendirdiğini daha çok anlatmamız lazım. Türcü bir yaklaşım olsa da bir yerde aranan madenin, yine bizim susuz kalmamızla bizim kanser olmamızla doğrudan ilişkili olduğunu daha çok insana anlatmamız lazım. Ağacın bize faydası oranında değil ağaç olduğu için korunması gerektiği bilincine ulaşabileceğimiz konusunda ise karamsarım. Bu ancak kuşaklar boyunca anne babalardan aktarılanlarla mümkün olabilir. Arendt’in dediği gibi iyi insan olmak kisvesinden sıyrılıp daha iyi bir dünya bırakmak adına doğruyu söyleyebilmek, kötü bilinmeyi göze alabilmekle mümkün olabilir.

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.