Yeşeriyorum

Krize Giden Yol

0

Ahmet Atıl Aşıcı

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Bretton Woods kasabasında bir araya gelen ülkeler savaş sonrası yeni dünyanın ekonomik çerçevesini çizmişlerdi. Buna göre her ülke kendi parasını ABD dolarına sabit bir kurdan bağlayacaktı. ABD doları zaten altına bağlanmıştı. Ülkeler arasında para akımları konulan sınırlamalar nedeniyle engelleniyordu. Kapitalizmin altın çağı 1960’larda bile birçok Avrupa ülkesinde yurtdışına yolculuk edenler ceplerinde 100 dolardan fazla taşıyamıyorlardı. Dışarıda yatırım yapmak pahalıydı, emeklilik fonları kendi ülkelerinde kendi yağlarıyla kavrulmakla yetinmek durumundaydı.

1970’lere gelindiğinde dünyanın ekonomik alandaki jandarması ABD’de işler hiç de iyi gitmiyordu. Yüksek cari açık ve maliyeti gittikçe artan Vietnam savaşı ABD Merkez Bankası’nın altın rezervlerini azaltırken başkan Nixon 1971’de doları altın karşılığı “prangası”ndan kurtararak dalgalanmaya bıraktı, ilerleyen yıllarda birçok ülke de aynısını yapmak zorunda kaldı, ya isteyerek ya da krize girerek. Altın standardı döneminin bitmesiyle Pandora’nın kutusu bir defa daha açıldı. Uluslar arası ticaret yapan şirketler dalgalı kur sistemi altında iş yapmak durumunda kalınca gelirleri ile giderlerinin kurların dalgalanmasıyla  değiştiğini görüp buna bir çare aramaya başladılar. Gün piyasacıların günüydü artık, piyasalar bu kur riskini ortadan kaldıran araçlar icat etmekte gecikmediler. Yüzyıllardır kuraklık, sel gibi afetlerden korunmak amacıyla çiftçiler ile toptancılar arasında Chicago’da vadeli işlemler yapılmaktaydı. Hasattan 6 ay önce gelirini bilmek isteyen çiftçi malını belli bir fiyattan satacağı garantisi veriyordu. Hasat çok iyi olur da fiyatlar düşse, ya da ülkenin bir başka köşesindeki kuraklık, ya da sel baskını sonucu hasat düşüp fiyat yükselse dahi anlaşılan fiyat geçerli olacağından çiftçi gelirini bu anlaşma sayesinde garanti altına alabiliyordu. Paraların dalgalanmaya bırakılmasıyla aynı tür bir belirsizlik şirketlerin başını ağrıtmaya başlayınca çareyi 6 ay, 1 sene sonraki ödemelerini yapacakları tarihteki kuru belirleyen vadeli işlemler yapmakta buldular. Günümüzün son derece karmaşık türev araçlarının atası bu vadeli döviz kontratlarıdır. Dönem, Milton Friedman’ın Chicago’da, hükümetin iktisadi faaliyetlerden tümüyle çekilmesini vaaz ettiği ve işin kötüsü yetkili konumdaki kişileri de etkilemeye başladığı bir dönemdi. Friedman’ın görüşleri doğrultusunda ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher para akımlarının önündeki engelleri birer birer kaldırdılar.  Sigorta şirketleri, emeklilik fonları artık yurtiçindeki kazançlarla yetinmek zorunda değillerdi, onlar da nerede yüksek getiri var oralara akmaya başladılar. Tabii tüm bunlara aracılık edecek kurumlar da zaman içinde iyice serpildiler. Arkasında bir üretim bulunan para akımlarının göreli düzeyi giderek düşmeye başladı, artık paradan para kazanma dönemi başlamıştı. Bu “yeni cesur” dünyada kazançlar kadar riskler de artıyordu. Her yeni risk onu kapsayan bir yeni enstrümanın yaratılmasına sebep oluyordu. Borç alanın borcunun ödeyememe riskine karşı borcu verenler için yaratılan araç birkaç sene içerisinde inanılmaz boyutlara ulaştı. Bunu borsa endeksinin gelecekte alacağı değeri tahmine dayalı araçlar takip etti. Belirli bir ücret ödeyerek gelecekte endeks şu ya da bu değer aralığında olacak diye tahminde bulunuyor, bir nevi “piyango” biletine sahip olabiliyordunuz.. Tam da Keynes’in bahsettiği kumarhane kapitalizmi dönemindeydik artık.

Yaşadığımız krizin temelinde yatan adına menkul kıymete dayalı varlıklar dediğimiz finansal araçlar. Bu araçların temel mantığı gelecekte belirli bir gelir getirmesi beklenen varlığın gelirlerinin belli bir ücretten bugün satılmasıdır. Borcunu düzenli olarak her ay ödeyecek kişinin borcunun alacaklı tarafından bir başkasına satılması, o kişinin de bir başkasına satması. Örneğin, bir işadamı sinema açmak istesin, sinemanın gelecekteki gelirlerini piyasada bu yöntemle satıp sinemayı açmak için gereken parayı elde edebilir. Oluşan bu piyasanın gözdesi son dönemde ipotekli ev kredileri oldu. Bankalar alışılagelmiş şekilde işadamları ve sıradan vatandaşa kredi açtıklarında bunları bilançolarında tutmak zorundaydılar, hem yavaş hem de maliyetli bir işti bu zira verdikleri kredinin vadesi dolana kadar beklemek zorundaydılar. Oysa ipotekli ev kredilerini menkul kıymet haline getirip sattıklarında kredi olarak bağladıkları miktarı nakite çevirip tekrar tekrar satabilme imkanına kavuştular. Ortada bir ev vardı ama onun taksitlerini ödeyecek kişinin borcu karşılığında piyasaya çıkan finansal varlıkların değeri evin değerinin katbekat üstündeydi. Yangını büyüten sebeplerden biri de emlak piyasasında oluşan şişkinlik, yani temeli olmayan yüksek fiyatlar. Bu durumda evin değeri günden güne artar, insanlar da daha zengin hisseder kandilerini ve daha fazla harcama yapmaya başlarlar. Teknik olarak bu, evin değerindeki artıştan kaynaklanan farkı tekrar ipotek ettirerek kredi çekip tüketim harcamalarında kullanmak şeklinde olmaktaydı. Balon patlayıncaya kadar her şey yolunda görünür, yolunda göründükçe balon da şiştikçe şişer. Ta ki borcunu ödeyemeyenlerin evleri ellerinden alınıp piyasada artan ev arzıyla fiyatlar birden düşmeye başlayıncaya kadar. Geri dönmeyen borçlar sadece krediyi veren banka değil, bu aşırı miktarlara ulaşmış finansal varlıklara sahip olan herkesi etkileyecekti. Öyle de oldu, ABD bankaları arasındaki rekabet sonucu ev kredileri eskiden kredi alamayacak derecede düşük gelire sahip olanlara da verilmeye başlandı, devlet de bunu popülistçe destekliyordu, zira ev sahibi olmak heryerde olabileceği gibi Amerikan rüyasının bir parçasıydı. Ancak kredi alanların gelir profili gitgide düşüyordu. Bu tür kesimler herhangi bir ekonomik çalkantıda ilk olarak işten atılan, işlerinden olan kesimlerdi. Durgunluk ihtimali arttıkça, işçi çıkartmalar yoğunlaşmaya, düzenli gelirden olan işçiler kredilerini geri ödeyememeye başladı, ilk etki ev fiyatlarının düşmesiydi. Krediler geri dönmüyor, ev fiyatlarının düşmesi bunu daha da zor kılıyordu. Bu borçları almış satmış bankalar da bu durumda zora düşmüşler, nakit sıkıntısı baş göstermeye başlamıştı. Artık bankaların birbirine güveni kalmamıştı, borcunu zamanında ödeyemeyen bankalar teker teker batmaya başlamıştı. Batan bankadan alacağı olanlar da sarsılıyordu haliyle. Bir panik ortamı oluşmuştu, ve bu tür zamanlarda hep olduğu üzere kimse bu bankanın durumu iyi mi kötü mü diye sormaz. Gider parasını çeker, garantiye almaya çalışır kendini. Eğer herkes böyle düşünürse tüm sistem batabilir, çünkü hiçbir bankanın kasasında tüm mevduatları geri ödeyecek kadar nakit yoktur. Bu isteği karşılamak için diğer bankalardan gecelik borç alır, ya da elindeki finansal varlıkları satmaya başlar. Herkes nakit sıkıntısındayken borç bulmak imkansızdır, ikinci yol ise işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirir. Zira piyasaya sürülmüş varlıkların fiyatları hızla düşer, bu ise kasasındaki daha piyasaya sürülmemiş varlıkların değerini düşürür. Batış süreci hızlanır. Son bellidir, ya banka batacaktır ya da devlet tarafından kurtarılacaktır.

Yaşadığımız küresel kriz, her türlü denetimden azade olmak isteyen ancak başı belaya girdiğinde devleti göreve çağıran finans sektörünün hesapsız kitapsız kar hırsının bir sonucudur. Maliyeti bu kadar ağır olan bir krizden sonra finans sektörünün yeniden yapılanacağını göreceğiz. Sistematik kriz yaratan bu sistemin düzenlenmesi yönünde Yeşiller ve diğer siyasi akımların önerilerini bir sonraki yazımızda ele alalım.

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.