Dış Köşe

Kendini beyaz sanma tuzağı ve ABD’de ırkçılığın öteki tarihi – Kumru Toktamış

0

ABDli siyah yazar James Baldwin 1970’li yıllarda hapiste olan devrimci Angela Davis’e yazdığı mektubunda “Beyaz Amerikalılar, tuzakların en vahşisi olan beyazlıklarına sığınmaya devam ettikleri sürece milyonlarca insanın sırf onları korumak adına öldürülmelerine göz yummuş olacaklar” der. Evet ten renginin pembeye çalıyor olmasının gerçekten bir koruyucu zırh ve ayrıcalıklı bir fırsatlar silsilesine tekabül ettiği bir dünyadır ABD. Oysa bu durum akla gelebilecek tuzakların da en büyüklerinden biridir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanagelen acımasız ırkçılığın tarihi kadar, beyaz olma halinin kurumsallaşmış tuzakları ile bu acımasızlık ve tuzaklara karşı verilen mücadelenin de geçmişini kavrayabilmek karşılaştırmalı bakış açısı geliştirebilmek açısından çok önemlidir.

Türkiye’de olduğu gibi, ABD’de de, mücadele tarihinden sistematik bir şekilde kopartılmış beyaz ve siyah Amerikalılar için bile geçerli olan en büyük yanılsamalardan biri bence bu geçmişi kölecilik ile doğrudan ilişkilendiren bir indirgemeci, kolaycı yaklaşım. Evet doğrudur, ABD kurulurken kaleme alınan “Bağımsızlık Bildirgesinde “Başımıza insanlık dışı köle ticaretini köleciliği saran İngilterenin Hıristiyan kralına” ağır eleştiri vardır ama bu paragraf bizzat kurucu meclisin köle sahipleri tarafından hasır altı edilmiştir. Evet bu zalim köleci düzenin ortadan kalkabilmesi için 19’uncu yüzyılın sonunda bir iç savaş çıkması gerekmiştir. Ama o gün bugündür hiçbir siyah Amerikalının köle sahibi olmayı anayasal hak olmaktan çıkartan 13’üncü Değişiklik Maddesi’ni kutladığını duymuşluğumuz yoktur. Çünkü, ABD ırkçılığının en korkunç ve bugünlere şekil veren yüzü kölecilik kalktıktan ve endüstriyel düzene geçildikten sonra yaşanmıştır.

Irkçılığın kökeni kölecilikten çok kapitalizm 

1870’ten 1970lere kadar süren bu anayasal ve meşru tecrit (segregation) düzeni “yasalar önünde eşit olabiliriz ama uzak durun” (Separate But Equal) sistemidir. Siyah yurttaşların hukuki ve meşru olarak ikinci sınıf yurttaş olmalarını kuran ve pekiştiren bu düzen, siyahları alınıp satılacak mal olarak gören düzenden daha ağır yaralar açmıştır ABD toplumunda. Yoksul beyazların üstünlük iddiaları ve arzuları da bu dönemde şekillenerek günümüze kadar gelmiştir de diyebiliriz.

Harvard Üniversitesi’nden doktora alan ilk siyah Amerikalı olan W.E.B. du Bois bu sosyolojik gerçekliği söyle açıklar: “İç savaş sonrası, tam endüstrileşme dönemi başlamışken, ABD’de üç yeni toplumsal grup talebi ortaya çıkmıştır: Eskiden köle sahibi olan toprak ağalarının ve yeni endüstri kaptanlarının ucuz işgücüne ihtiyaçları vardırAvrupa’dan akın akın gelmekte olan yoksul İtalyanların, İrlandalıların, Almanların ise acilen iş edinmeleri gerekmektedir. İş aramakta olan bir başka grup da şimdi artık özgür olan eski kölelerdir. Bu birbirinden yoksul iki grubun ucuz işgücü olabilmek için içine düşüşüverdikleri rekabet düzeni hem ABD’nin dünyanın en zengin ülkesi olmasını sağlamış hem de modern ırkçılığı sistematik olarak kurgulamıştır. Avrupa’dan göç eden ve endüstriyel işçi olarak eski kölelerden biraz daha kalifiye olan yoksul beyazlar ne zaman ücret artışı talep etseler, ne zaman greve gitseler işverenler Güney’de zaten terörize edilmiş bir biçimde korku içinde yaşamakta olan siyahları grev kırıcı olarak kullandıklarında yoksul beyazların öfkeleri ırkçı nefrete kolayca dönüşüvermiştir. Bu öfke, terör ve nefret düzeni ise tabii ki ücretlerin düşük tutulabilmesi ve kârların hızla yükselebilmesini sağlamıştır. Tecrit dönemi boyunca ve sonrasında pek çok sendikal mücadelenin hâlâ daha bu rekabetin sahnelenmekte olduğu alanlar olması ABD’dedeki ücretlerin gelişmiş ülkelere kıyasla çok düşük olmasının nedenidir.

Muazzam bir sivil terör düzeni olan linç pratiği de tamamen bu tecrit döneminin ürünüdür. Bir kölenin linç edilebileceğini sanmak büyük bir akıl tutulmasıdır; para ile satın alınmış bir yük hayvanını öldürmek kadar gereksiz bir harekettir köle sahibi için. Oysa, ABD Anayasası’nın 13’üncü maddesi ile sözde özgürleşmiş zenci artık bir ekonomik, siyasi ve kültürel bir tehdit olarak algılandığı için avlanması gereken ve yok edilmesi mubah bir ikinci sınıf unsurdur.

Bu durumu, bir köle olarak doğmuş olan feminist gazeteci Ida B. Wells şöyle açıklar: Güneyli beyefendiler savaşa giderken karılarını kızlarını evdeki siyah kâhyalarına teslim etmişlerdi; bu kâhyalar köle oldukları için aile namusuna tehdit olarak görülmüyorlardı. Ancak özgür siyah erkek hayvani duygularını kontrol edemeyen bir canavar olarak kurgulandı ve pek çok linç eylemi “beyaz kadını koruma” adına gerçekleştirildi. Beyaz kadınları da aklı selimden yoksun çocuksu yaratıklar olarak kollayan ve kurgulayan bu anlayış bugün hâlâ daha ABD cinsiyete dair kültürel yapılanmasının köşe taşlarından birisi olarak karşımıza çıkar.

Ida B. Wellsin linç bahaneleri olarak üzerinde durduğu diğer iki konu da bugünlerden yarına şekil veren mevzulardır. Linçlerin birinci nedeni, kent ve kasabalardaki beyaz erkanın siyahların ayaklanmalarından ve başkaldırmalarından korkuyor olmaları idi. Dolayısı ile son yüz yıldır sokağa dökülen her siyah adam bir linç tarihinin ağırlığını omuzlarında taşır. Bu nedenle son yıllarda yaşanan polis elinde ölümlerin bu linç tarihinin bir devamı olduğu bilgisinin her iki tarafın da ruhunda izi vardır. Linçlerin ikinci nedeni ise siyahların anaakım politik yapılarda söz sahibi olmalarının önünü kesebilme hedefidir. Gerçekten ABD demokrasisi denen ve yaygın ve geniş katılım geçmişi 50 seneden fazla olmayan sistem siyahların canları pahasına temsili yapılarda yer alabilme kavgalarının tarihi ile de şekillenmiştir.

Bu tarih ile bakıldığında bugünlerde ayaklanan gençler ile gerek federal kurumlarda, gerek büyük şehirlerde önemli siyasi ve güvenlik konumlarındaki siyahlar arasında çok sıcak bir ortak tarih anlayışının var olduğunu söyleyebiliriz. Bu tarih anlayışını hala daha tehdit olarak görmeye devam eden geniş bir “kendini beyaz sanmakta olmanın tuzağına düşmüş” bir kesim ise Trump seçmeni olarak karşımızda durmaktadır.

İktisadi ve kültürel tecrit sürerken 

Şimdi sokaklarda yaşanmakta olan öfke ve başkaldırı karşısında egemen siyasilerin duydukları şaşkınlığın bir önemli boyutu da gerek polisin, gerek kimi eyaletlerde boy göstermeye başlamış olan ulusal muhafızların içinde yoğun ve kalabalık bir siyah asker ve subayın olmasıdır. Siyahların, FBI gibi federal kolluk kuvvetlerinde ve orduda silah altına alınıyor olmaları uzun zamandır bir istihdam ve sosyal entegrasyon politikası olarak yaygın biçimde kullanılmaktadır. Böylesi güçlü federal yapılarda ve ayak işlerine baksınlar diye büyük şehirlerdeki polis birimlerinde siyahların resmi olarak silah altına alınmış olmaları yukarıda sözünü ettiğimiz tarihten gelen gizli veya açık ırkçı beyazlar için kabul edilemez bir durum olagelmiştir.

Bu nedenle Los Angeles, Şikago, New York gibi büyük şehirlerin polis birliklerindeki beyazlar ellerindeki güçleri kaybetmemek için on yıllardır her türlü reforma direnirler. Örneğin şu andaki New York şehri belediye başkanı Bill deBlasio zamanında “benim oğlum da siyah” diyerek oy toplamış olsa da, belediye başkanlığı boyunca aslında kendi otoritesi altında olan (ABD’de polis birlikleri kent belediyelerine bağlıdır) NYPD -New York Polis Kuvvetlerine verdiği tavizler sonucu büyük bir tepki çekmektedir.

ABD tarihinde polis kuvvetlerinin beyazları korumak ve siyahları kontrol etmek için yapılandırıldığı bir gerçek. Ancak artık ne siyahların ve diğer azınlıkların önemli bir güç oldukları kentlerdeki polis birliklerinden ne de çoğunluğu siyahlardan ve diğer azınlıklardan oluşan Ulusal Muhafızlardan ezici resmi terör birlikleri çıkartabilmek pek mümkün görünmüyor bana. Bugün ABD’nin en korkutucu gücü hala “beyaz olduklarını sanma tuzağına düşmüş” muazzam silahlı ırkçı sivil halktır, ve bu kesimin hayal kırıklıkları ile Trump başkan seçilmiştir. Cumhuriyetçi Parti de bu sivil silahlı yapıların baskısına boyun eğerek ateşe benzin atmaktadır.

Bu sivil güçlerin silahları ile vilayet binalarını ve eyalet meclislerini basıyor olmaları da en az yoksul bir siyah adamın boynunda polis dizi ile canından olması kadar tehditkar bir boyutu var. Yerel düzeyde her iki partinin eyalet valilerinin bu ateşe benzin atma politikasından uzak duruyor olmaları ise seçilebilmek için ırkçı tabanına ihtiyacı olan Trump’ı hem ürkütmekte hem de sinirlendirmekte.

Trump yönetiminin federal düzendeki güçsüzlüğünü ve iktidarsızlığını da göz önüne alırsak ben bu toplumsal kalkışmanın siyasi, hukuki ve kültürel düzeyde çok önemli kazanımlara yol açacağını düşünmekteyim. Ancak ABD’deki siyahların en son büyük siyasi ve hukuksal kazanımlar elde ettikleri 1970′li yıllar aynı zamanda büyük bir iktisadi çöküş ile birlikte yaşanmış ve ABD’dedeki bütün diğer yoksul göçmenlerin orta sınıf olarak entegre olmalarını sağlayan imalat ekonomisi ülkeyi hızla terkettiği için siyah nüfusun yoksulluktan çıkabilmesi gerçekleşememiş idi. Bugün de korona sonrası yaşanacak olan iktisadi kriz de siyah nüfusun toplumsal refahtan pay alabilmesi bir kez daha zor görünmekte.

ABD’deki yoksul beyazlar kendilerini ayrıcalıklı sanma tuzağına düşmeye devam ettikleri sürece siyahların başkaldırı tarihi tekrar tekrar kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir.

(Bu yazı ilk kez Duvar’da yayımlanmıştır.)

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.