Bir savaş var, durmaksızın devam eden. Bin yıllara yayılmış, son birkaç yüzyılda ise hızını ve yıkıcılığını artırmış bir savaş. İnsanın doğa ile ve dolayısıyla kendiyle olan savaşı bu. Ve öyle bir savaş ki bu, bir zaman bir yerde okuduğum üzere, kazandığımız takdirde kaybetmiş olacağız.
Bu yazı, doğayla olan kısım üzerine…
Farklı bir savaş bu; saldıran var ama -bırakın karşı saldırıyı- savunan yok. Tek taraflı ilerliyor; hep hücum, hep hücum… İşin ilginci geri çekilen de yok. Olduğu yerde durup duran, her tokadımızı, her tekmemizi, her sillemizi sessizce sineye çeken bir saldırılan var ortada. Bu kadarını İsa bile yapamazdı herhalde; ya da sadece o yapabildi belki, bilinmez.
Yaralar açılıp dururken saldırı altındaki doğa, büyük bir şefkat ve hiç bitmeyen yeniden başlama enerjisiyle pansuman yapıyor, bunları sarmaya çalışıyor; fakat saldırı yeniden ve yeniden vuku buluyor.
Saldırıyı dört bir koldan sürdürüyoruz. Binlerce yıldır hiçbir şeyde yakalayamadığımız uyuma bu konuda ulaştık. Din, ticaret, güç, şöhret, hırs, para ve diğer şeylerden kaynaklanan savaşları birbirimizle yapaduralım; bunları yaptığımız zamanlar dâhil olmak üzere O’na, yani doğaya, yani bütüne karşı olan savaşımızda müttefik ve hemfikiriz. Kesintisiz, dur durak bilmeyen savaşımızda… Kusursuz bir istikrarla… Buna dair en ufak bir anlaşmazlık taşımıyoruz.
Doğa ise savunmada kalmaya devam ediyor, kendini yeni koşullara adapte etmeye gayret ediyor; sadece yapması gerekeni yapıyor: Pansuman, baticon, sargı bezi…
Havadan, sudan ve karadan bombalıyoruz her şeyi. Hava kuvvetleri; ağır sanayi kuruluşlarıyla, kirli ve riskli enerji üretimiyle dünyamızı bombalarken denizciler boş durmuyor, daha masum görünen ama perde arkasında gölleri dolduracak kadar göz yaşıyla dolu diğer üretim hamleleriyle, elektronikle, daha fazla ve daha fazla elektrik tüketen her türlü ürünle bu bombalamaya destek veriyor; hatta son yıllarda öne çıktığı ve bu amansız saldırıda başı çektiği görülüyor.
Elbette ki hiçbir işgal, hiçbir saldırı, kara kuvvetleri olmadan tamamlanamaz. Ortalığı istediğiniz kadar yakıp yıkın, düşman topraklarına bizzat girmek zorundasınızdır, aksi takdirde gerçek anlamda hakimiyet kurmanız mümkün olamaz; yakıp yıkmanız geçici kalır, düşmanı sömürgeleştiremez, kapitülasyonlar ve diğer anlaşmalarla ondan en fazla faydayı sağlayamazsınız. Kara kuvvetleri ise biziz: biz ve tüketim gücümüz. Hava ve deniz kuvvetlerinin tamamlayıcısı biziz. Onların ürettiğini tüketen, parlattığı şeylere gözleri kamaşan, gözü dönen, daha fazla ve daha fazla isteyen ve daha fazla bombalamaya, daha fazla saldırıya alan açan biziz. Her gün binlerce uçağı uçuran biziz, milyonlarca klimayı çalıştıran biziz, karbonları can’ım atmosfere salıp duran biziz, daha fazla tüketebilmek için doğanın göz yaşlarını görmezden gelen biziz. Arz’ın karşılığındaki talep biziz!
Soyut bir biz’e gitmesin kafalar; gerçek anlamda biz’iz: sen’sin, ben’im. Annemiz, babamız, o tatlı pazarcı teyze, güler yüzlü komşumuz, çok sevdiğimiz hocamız, dini bütün dedemiz, ateist arkadaşımız, liberalimiz, solcumuz; hemen hepimiz…
Ve fakat
doğa da biz’iz;
dünya da ben’im;
bütün de sen’sin.
Kendi ayağına sıkanlarız yani.
https://www.youtube.com/watch?v=X_dicxElh28
Bakalım bu amansız saldırıdan ne zaman vazgeçeceğiz. Benim umudum var.
Bu yazı, yazarın önerisi ile icimdensohbetler.blogspot.com.tr den alınmıştır
Emre Ertegün