Norveçli Yazar Karl Ove Knausgaard’ın bir kült haline gelen Kavgam serisinin ikinci cildi, “Aşık Bir Adam” geçtiğimiz Ağustos ayında çıkmıştı. Knausgaard’ın otobiyografik romanında kurduğu bağlantıların gündelik hayatımıza ulaşma biçimi kolay vazgeçilebilir türden değil. Serinin Türkçedeki okurları da Karl Ove’a bağlanmış olmalı ki Monokl yayınevi romanının üçüncü cildini birkaç ay sonra 1 Kasım’da okurlarıyla buluşturdu. Bugünlerde “Çocukluk Adası” nın sayfalarının karıştırırken Âşık Bir Adam’ı hatırlayarak muhabbeti sıkılaştıralım istedim.
Serinin ilk cildinde bir çeşit meydan okuyordu Knausgaard. Ölümü gündelik hayatın içine çekerek klişelere karşı bütün riskleri almıştı.
Aşık bir Adam’daysa bu sefer gündelik hayatın içinden yola çıkarak yaşam ve aşka dair bir anlatım yolu var. Bir bebek bekleyen iki çocuklu bir yazar olarak sadece yazmak isterken iyi bir baba da olabilmeye çalışıyor. “Onun büyümesini izlemek, kendi yetiştirilişimle ilgili görüşümü de değiştiriyor, niteliği yüzünden değil de niceliğinden, yani çocuklarınla geçirdiğin muazzam genişlikteki zamandan ötürü. Çok fazla saat, çok fazla gün, çok fazla sonu gelmek durumun ortaya çıkması ve sil baştan demek çocuklar. Kendi çocukluğumdan bir elin parmağını geçmeyecek kadar olay var hatıramda, her biri de aklıma kazınmış manidar bulduğum olaylar, ama şimdi hepsinin denizde bir damla olduğunu anlıyorum ki bu da anlamlarını bütünüyle yok ediyor, hem bende yer etmiş olayların belirleyici, aklımda kalmayanlarınsa belirleyici olmadığını ben nereden bilebilirim ki?”
Hayatını yazmak, günlüğünü bir romana çevirmek edebiyatın da sık sık değerlendirdiği yollardan birisi haline geldi. Bir şeyi söylemek isterken artık bir gönderme yapmak yerine direk, kendi hayatından bir an bulup anlatıyorsun herkese,
“Her gün bir saat telefonla konuştuğum Geir’e bu konuları açtığımda, genelde Sven Stolpe’den alıntı yapar, bir yerde Bergman için, nerede büyürse büyüsün Bergman’ın yine aynı Bergman olacağını yazmıştır, başka bir değişle çevren ne olursa olsun, sen ne isen osundur der. Seni şekillendiren şey ailenin kendisinden ziyade senin ailene gidiş yolundur.”
Aşık bir Adam bana en çok okuma faaliyetinin günümüzde aldığı biçimleri düşündürdü. Odanın ışıklarını kapatmadan evvel ya da metroda bir yere giderken; yalnız ya da kalabalıklar içinde; uzanırken ya da ayakta beklerken hatta yürürken hangi ihtiyacımızı karşılamaya yönelik olarak roman okuyoruz. Psikanalitik edebiyat yorumlarının çeşitlenerek arttığını düşünürsek kendine yönelmenin sanatı şimdi ve burada, yine yeniden. Peki..
Kelimelere ne kadar güvenebiliriz?
“Dil ortaktır, onunla büyürüz, kullandığımız biçimler de ortaktır, kişinin benliği ve inançları ne kadar kendisine özgü olursa olsun, edebiyatta kimse kendini başkalarından kurtaramaz. Tam tersi olur, bizi birbirimize yakınlaştıran edebiyattır. Özellikle kimseye ait olmayan, hiçbirimizin pek etkileyemediği dil ve kimsenin bozmaya başaramadığı, başarsa bile bunun ancak hemen başkaları tarafından izlenmesi koşuluyla anlam kazandığı dil biçimleri aracılığıyla yaklaşırız birbirimize. Biçim kişiyi içinden çıkarıp kendisinden uzaklaştırır, başkalarına yaklaşmak için de bu uzaklık gereklidir.”
Güvenmek kolay değildi; ben de edebiyatı buldum, demek istiyorum. Bozulabilen bir şey olmalı, gerçekle ilişkisi duygular üzerinden kurulmalı. Bir de, bence, insanın yalnızlığına hitap etmeli.
Aşık bir Adam’ın birkaç sayfalık bölümünde Knausgaard, Dostoyevski okumaktan bahsediyor. Romanlarını okumanın ya da Nihilizmin artık nasıl da ergenlik dönemi mevzusu kaldığından yakınıyor. Çok sağlam fikirlerle nihilist tavrın pasif agresif ergenliğe itilerek yüzeyselleştirildiğini; bunun edebiyatı ve tabii bütün bir hayatı etkilediğini savunuyor. Bütün bunları okurken yeni nesil bir küratörün değerlendirmesini hatırladım. Gittiği ve çalıştığı sergilerden bahsederken yeni nesil sanatçıların klasikleri okumadığını söylemişti. Değerlendirme diyorum çünkü bu bir eleştiri ya da olumlama değil; sadece gözlem. Bu da kıymetli ve iyiliği çoğaltan bir alan açabiliyor. Sonuçta birbirimize yaklaşmak durumundayız.
“Gündelik hayat, bütün görevleri ve rutinleriyle katlandığım bir şeydi; hoşlandığım ya da bana anlamlı gelen ve beni mutlu eden bir şey değil. Bunun yerleri silmek ya da çocuğun altını değiştirmek isteksizlikle hiçbir alakası yoktu, esasen daha tembel bir şeyle ilgiliydi; sürdürdüğüm hayat anlamlı değildi, ondan hep uzaklaşmak istiyordum. Dolayısıyla sürdürdüğüm bu hayat bana ait değildi. Benim olmasına çabalamıştım, kavgam bu olmuştu ve bunu istemiştim elbette ama başaramamıştım, başka bir şeye duyduğum özlem bütün çabalamalarımın kuyusunu kazmıştı.
Sorun neydi?
Toplumun her kesiminde mevcut, şu hayatlarımızı aralarında sürdürdüğümüz bütün sahte-insanlardan ve sahte-yerlerden, sahte-olaylardan ve sahte-çatışmalardan yükselen kulak tırmalayıcı ve hastalıklı ton muydu tahammül edemediğim, hani o gördüğümüz ancak katılmadığımız ve dolayısıyla modern hayatın yaşamımıza getirdiği esasen kaçınılmaz, şu an burada mevcut olan mesafe miydi? Eğer öyleyse, eğer özlemini duyduğum şey daha çok gerçeklik, daha çok yakınlık ise, ondan kaçmak yerine içinde bulunduğum durumu bağrıma basmam gerekmez miydi?”
Bilerek ve isteyerek yapıyorum bunu. Sıradan bir insan gündelik hayatında arkadaşları ya da ailesiyle kahvaltı ederken bu cümleleri söyleyemez, ya da söylese deli gibi olur ya da etkileyemez. İşte bu yüzden, kendimce, böyle büyük, gereksizce uzun, yer yer klişe cümlelerin bir yerlerde olduğunu yüzlerce, binlerce insana ulaştığını düşünerek kendimi iyi hissediyorum. Okuma faaliyetinin önemsenmeyen, hatta saklanan belki biraz da küçümsenen tarafı bu. Bugün burada önemseyerek reklamını yaptığım duygu. Övünemiyorum kendisiyle. Yine de odanın ışıklarını söndürmeden evvel şimdi adını unuttuğum bir şarkının verdiği naif bir his veriyor. Bana o hissi hatırlatan her şeyi, saf saf seviyorum.
“Beni gördüğüne sevindiğini fark ettim, ayrıca annesinin ölümüyle, kendisi için değil, onun adına, biraz rahatlamış olabilirdi. İlk söylediği şeylerden biri annesinin korkusunun şimdi önemsiz olmasıydı. Ama mesele de bu zaten, kendi içimizde olduğu kadar birbirimizde de sıkışmış durumdayız, kaçamıyoruz, kendimizi kurtarmak olanaksız, elimizdeki yaşamla yetinmek zorundayız.”
Bahar Topçu