Dış Köşe

Katliamdan kuşatmaya devlet – Güven Gürkan Öztan

0

Devlet iktidarını ele geçirmek ve de o iktidarı nihai bir amaç/proje için kullanmak, modern devletlerin tarihinde sayısız katliama, kırım ve kıyıma yol açtı. Modern devleti, öncesinden ayıran en önemli özelliklerin başında gelen şüphesiz onun topluma nüfuz etme kapasitesindeki muazzam artıştı. Politik alan içinde rol oynayan, ittifak ilişkilerine giren veya muktedirin bekçisi olduğu müesses nizama karşı pozisyon alanların meşruiyet dayanaklarını ortadan kaldırmak modern devlet iktidarını elinde tutanlar için bir “zorunluluk” olarak algılandı, bugün de benzer bir akıl yürütme muktedirlerin zihniyet dünyasına hâkim. Halkının bir bölümünü ortadan kaldıran, muhalifleri hapseden ya da katleden, yasakların alanını genişleten ve bunları da bir ebeveyn tavrı ile tatlı sert bir eda ile ya da bir bilge şahsiyet tavrı ile soğuk ve mesafeli biçimde gerçekleştiren modern devletin muktedirleri, her daim yaptıklarının temsil ettiklerini iddia ettikleri “bütün”ün refahı ve iyiliği için olduğunu savunmaktan geri kalmazlar. Elbette her seferinde o “bütünü” yeniden ve yeniden tanımlarlar. “Bütünün” varlığına işaret etmenin ya da böylesine bir amacı “mutlak hakikat” ile özdeşleştirmenin toplum mühendisliği olduğunu yani politik ve toplumsal süreçlere yapay müdahalelere dönüştüğünü gizlerler.

1915’den Roboski’ye

Ermeni Kırımı’nın sembolik tarihi olan 24 Nisan’ın üzerinden tam 99 yıl geçti. Savaş atmosferinden yararlanan İttihatçılar, “güvenlik sağlama” adına toplum mühendisliği projelerinin bir veçhesi olarak Anadolu’da yaşayan Ermenilerin toplu bir biçimde sürgününe ve bu sürgün esnasında da katledilmelerine zemin yarattılar. Korkunç Kırıma imza atanlar bu eylemin “bütünün” korunması ya da inşası için gerekli olduğuna inanıyordu. O “bütün” öylesine bir toplamdı ki Müslüman-Türklerden ve Müslümanlık ortak paydasından hareketle Türkleştirilebileceği düşünülenlerden ibaretti. Muktedirlerin savaş haritasında daha önceden isimleri, kimlikleri, malları mülkleri tespit edilmiş olan Ermenilerin mülksüzleştirilmesi ve yok edilmesi yazılıydı. Ve böylesine bir yok etme operasyonu ancak 20’nci yüzyılın başındaki imkânlarla gerçekleştirilebilirdi. Bugün İttihatçıların 1915 Kırımı’nı gerçekleştirebilecek lojistik olanaklardan mahrum olduğunu söyleyerek onları aklama arayışında olanlar, aynı Osmanlı devletinin I. Dünya Savaşı öncesi seferberlik hazırlıklarına baksa iddialarının ne denli tutarsız olduğunu keşfedecekler zaten.

1915 Ermeni Kırımı’nı salt devletin toplum mühendisliği ile açıklamak da yetmiyor elbette. Anadolu’nun birçok Ermeni yerleşim bölgesinde katliama katılan faillerin olan bitendeki rolü yadsınamaz. 1915 öyle bir tarihtir ki Türkiye’nin Türkleşmesi, Kürdistan’ın Kürtleşmesinde bir dönüm noktasıdır. Koskocaman bir ülkenin demografisi ve ekonomisi baştan aşağıya değişmiştir. Belki de bu yüzden Türkiye’de devlet geleneği ve devlet aklı, aynı zamanda onunla hareket eden özneler 1915 Kırımı’nın üzerinden bunca yıl geçmişken tarih komisyonları, arşiv falan diyerek top çevirmeye devam ediyor. Cephe savunur gibi aynı mevzide kalmayı bir güç gösterisine çeviriyor. Yaklaşık yüz yılda geldiğimiz nokta, Türkler soykırım yapmazdan Müslümanlar soykırım yapmaza ulaşmak! Ortak acılara işaret edip tüm ölenlere rahmet dilemek! Devletin ölüme gönderdikleri ile savaşta düşman tarafından öldürülenleri aynı kefeye koymak, ne insafa sığar ne de gerçeğin yanına yaklaşır. Hâlihazırda ülkenin çocukları devlet şiddeti ile öldürülürken, Roboski’de Kürtlerin üzerine bomba yağdırılıp katliam yapılmış ve üzeri kapatılmışken “bizim medeniyetimizde kıyım, kırım vs. yoktur” diyerek kimseyi inandırmak mümkün değil. Erdoğan’ın “1915 açılımı” (ki sembolik önemini ve inkârcı politikayı yumuşatmanın ilk adımı olarak düşünülmesini yadsımıyorum) muhtemelen devletin 100. yıl öncesinde özellikle ABD’deki dengeleri görerek ön alma hamlesinin bir parçası. Yoksa devletin ve organik aydınların 1915 konusundaki defansif perspektifinin bir anda değişmesi mümkün değil.

Taksim kimsenin cephesi değil!

Muktedirin “mevzi savunma” hırsının her daim bir acizlik kanıtı olduğunu tespit etmek gerek. Yönetebilen bir siyasal irade, siyaseti saldırı ve savunma dikotomisi üzerine bina etmez; aksine politik olan, eyleyen öznelerin hegemonya mücadelesine açık olduğu müddetçe politiktir. Bu yüzden Başbakan’ın ve onun emrindeki zevatın 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına engel olma çabası, siyaset değil doğrudan anti-politikadır. Mekânı iktidarının varlığını ve fiziki gücünün boyutunu kanıtlamak için “cephe”ye çevirmek bir kudret alameti değil aksine zayıflık ve korku göstergesidir.

İstanbul’da Yenikapı’da yapımı sona eren ve Maltepe’de de bitirilmesine uğraşılan miting alanları, AKP’nin devlet iktidarından ne anladığının çok sayıda örneğinden sadece biri. AKP’nin stratejisi, devlet iktidarını kullanarak muhalif politik mücadele dalgasını toplumsal eylemin sembolik gücünden ve kentin bileşenlerinden ayırmak ve böylece onu pasifize etmek! İktidarın iddia ettiğinin aksine, politik özneler ile eylemlerini gerçekleştirdiği alanın birlikteliği, kolektif eylemin ve sözün yalnızca taşıyıcısı değildir aynı zamanda ona ruhunu üfleyen bir kaynaktır. Dolayısıyla bu kaynağı baltalamak, politik eylemin aktığı kanalları kesmektir. Bir de bu keyfi biçimde ve eylemin öznelerinin iradesini hiçe sayarak alınan bir kararsa politik özgürlük alanı açısından tahripkârlığı daha da büyük olur. 1976 yılının 1 Mayıs’ında DİSK’in önderliğinde kitleler müthiş bir coşku ile kutlamıştı emekçinin gününü, bir yıl sonra para-militer güçlerin saldırısı ile Taksim kan gölüne çevrildi. 1978’den itibaren Taksim Meydanı artık tüm demokratlar, sosyalistler ve kendini sol yelpazenin bir yerinde konumlandıranlar için bir sembol mekân haline dönüştü. AKP’nin meydanı yeniden kutlamaya kapatması ve geçen yıl yaşadığımız yoğun devlet şiddetinin tekrarlanacağının işaretini vermesi, tıpkı Gezi’de yakılan çadırlar gibidir bizim için. Telafisi de bahanesi de özrü de yoktur.

Bizim için yapıldığı iddia edilen “nezih” miting alanlarında değil 1 Mayıs’ı asıl meydanında kutlamak için sel olup döküleceğiz yine yollara. Kendi adıma Taksim Meydanı’nı kazanılacak ya da kaybedilecek bir cephe olarak görmediğimi açıkça söyleyeyim. Cepheler savaşta olur, biz politik irademizle mücadele etmek, emekten ve özgürlükten yana bir ülke kurmak adına siyaset yapmak ve kitlelerle demokratik çeşitliliğimizde beraber olmak için 1 Mayıs’ın meydanına çıkmak istiyoruz. Devlet yine tüm cebri araçlarını kullanarak meydanı kuşatacak, “İstiklal mücadelesinin başkomutanı” belki Ankara’dan belki Kısıklı’dan emir verecek, memleketin dört bir tarafından getirilmiş TOMA’lar hazır bekleyecek ama biz yine de orada olacağız. Canımızı korumaya çalışacağız; gerektiğinde öz savunma hakkımızı kullanacağız o kadar… Birimiz dahi çıkamasak Taksim’e, Taksim Meydanı o gün 1 Mayıs meydanıdır; bu gerçeği ne Berkin’in, Abdullah’ın, Ali İsmail’in ve daha nicelerinin katilleri ne de muktedirin kurduğu savaş senaryoları değiştirebilir.

Güven Gürkan Öztan – Birgün

 

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.