Yeşeriyorum

Karbon borsası, karbon vergisi ve karbon algısı – M. Ali Uzelgün

0

Dünyanın üzerinde bir hayalet dolaşıyor, küresel iklim değişikliğinin hayaleti.

2009’la birlikte Avrupa Birliği’nin dönem başkanlığını ülkesi adına devralan Çek merkez sağının devlet başkanlığına kadar yükselmiş ismi Vaclav Klaus, iklim değişikliği konusunda “radikal” fikirlere sahip. Çevreciliği “yeni komünizm” olarak nitelendiren Çek başkanı, “piyasanın gizli eli”nin ateşli savunucularından. Yeşil Parangalardaki Mavi Gezegen isimli kitabının Vashington’daki tanıtımında “..eskiden proleterya adına, şimdi gezegen adına.. insanı ve bireyin özgürlüklerini feda etmeye kalkışanlar”ın karşısına dikiliyor. Klaus’unki gibi bir merkez-sağın çirkin bir kabusu andıran liberalizminin etnik ya da cinsel azınlıklar, ya da sokaktakiler için özgürlük değil, şirketlere özel bir serbestlik olduğunu iyice bellemiş durumdayız. Avrupa Birliği’ne ulusal değerleri incittiği ettiği için karşı çıkan, Çek parlementosundan geçmiş eşcinsel birliktelik yasasını veto eden bu adam nasıl oluyor da AB’de bu kadar güçlü olabiliyor? Cevabı yeni yüzyılın ilk büyük mottosunda saklı: “it’s the economy stupid!” (ekonomi böyle, salak!(1)) Serbest piyasanın ateşli savunucusu bir ekonomist ve doğu blokunun biriktirme ekonomisine geçişinin etkin politikacılarından Klaus, iklim değişikliğinin, bir “hikaye” den ibaret olduğunu her fırsatta tekrarlıyor. Çevreciliği metafizik bir ideoloji olarak tanımlayan Klaus, “marketin gizli eli” nin bu tür sıkıntıların üstesinden geleceği fikrinde.

Karbon Borsası

Klaus gibi yüksek perdeden konuşmasalar da, böyle düşünenlerin çoğunlukta olduğu aşikar. Bunu küresel iklim değişikliği politikalarına kısa bir bakışla da söylemek mümkün. 2009 yılı itibariyle küresel iklim değişikliği gündemi, Kyoto Protokolü metninde kristalleşmiş liberal politikalar tarafından şekillendirilmekte. AB’nin “tarihsel sorumluluğu” alarak başı çektiği atmosferdeki (kirlilik yarattığı söylenen) gazların ticareti şu günlerde devam ediyor. Ekonomik kriz rüzgarlarıyla fiyatı 20 Amerikan dolarının altında gezinen 1 ton karbondioksit (eşleniği sera gazı) endüstri için öngörülen sözde-caydırıcı(2) rolünü bile oynayamıyor. Yılda atmosfere salınan sera gazı miktarı küresel olarak artmaya devam ediyor, petrol ve kömür madenciliği tüm gücüyle faaliyete -siyasi olarak da- devam ediyor, hükümetler ve firmalar ne kadar çevreci olduklarını anlatmaya devam ediyorlar, biz de iklim değişikliğini durdurmak için eylem yapmaya davet edilip duruyoruz.

Kapitalist üretim ve tahayyül biçiminin çevreye teması tek bir şekilde mümkün. Kıt kaynaklar olarak tanımlamak (işte suyu, havayı vs..), değer biçmek, ve ticarete açmak. Sonuncusu, Kyoto Protokolünün herkesin bilip doğallıkla kabul eder göründüğü doğasını yansıtıyor, kapitalizmin şimdiye kadarki en vahşi versiyonunu: sınırla-pazarla (cap-and-trade)

“Çevre”mizin bilimsel metodlarla tanımlanıp, sınırlanıp, ticarete açılması yoluyla “şimdiki ve gelecek kuşaklar için sürdürülebilir bir kaynak” olarak efektif’e çevrilmesinin sınırları ya da ahlaki sorunları üzerine gitmek yerine bunun ne için yapıldığını hatırlayalım: Ciddi bir risk arzettiği söylenen iklim değişikliğini kontrol etmek için. 2008-2012 yıllarının Kyoto Protokolü bu amaçla yürürlükte iken, “çevreye duyarlı küresel toplum”un 2012 sonrasında nasıl politikalara yöneleceği hararetle tartışılıyor. İlginç olabilecek gelişmelerden biri İklim Değişikiliği Çerçeve sözleşmesini takip eden 1992-1994 yıllarında tamamen terkedilen çevre vergisinin yeniden gündeme girmesi.

Karbon Vergisi

Küresel iklim değişikliği konusunda dünyanın en önemli bilim insanlarından NASA Goddard Enstitüsü başkanı James Hansen, 2008 yılında ABD kongresinde yaptığı konuşmasında, yeni başkanın, Kennedy’nin Ay’a gitme kararıyla eşdeğer bir insiyatif almak zorunda olduğunu belirtmiş; ve karbon vergisini zorunlu istikamet olarak göstermişti. Şu günlerde liberal çevre politikalarından taviz vermeyeceğini belirten Hüseyin Obama’yı karbon vergisinin faydalarına ikna etmeye çalışan Amerikalı bilim çevrelerinin yanı sıra, uluslararası iklim politikalarında da, 1990’ların başındaki havanın tersine bir rüzgar hissediliyor. İklim katastrofunu engellemek için “tüm yordamların seferber edilmesi” fikriyle, sınırla-pazarla (cap and trade) ve kirleten öder (polluter pays – “parası neyse verelim” diye çevirmek daha uygun belki) prensiplerinin bir karışımına doğru gidiliyor. Klaus’un temsil ettiği neo-liberal köktenciliğin yerine değil, ama üstüne yeşil vergiler konması, azgın kapitalizm döneminin sonundan ziyade, Çin, Hindistan, Türkiye gibi ülkeleri fosil yakıtlardan caydırmak amacı taşıyor. Bu şekilde, karbon vergisi ile karbon ticareti tartışması çok boyutlu bir politik mücadele alanı haline geliyor.

2009 BM Taraflar Konferansıyla birlikte bir küresel karbon vergisinin Kyoto liberalizmine alternatif-tamlayan olarak sunulması söz konusu olacak gibi görünüyor. Küresel ticaretin ulusal sınırları tacizinden rahatsız olan miliyetçi çevrelerin karbon vergisine sarılması olasılığını değerlendirmek gerekiyor. Çünkü “sınırla-pazarla” ve “parası neyse” aynı değerler sisteminin iki yüzü sadece. Karbon vergisi, karbondioksitin tonuna belli bir paha biçip atmosfere salınan sera gazı miktarının dalgalanmaya bırakılmasını; karbon borsası, karbondioksitin ton fiyatının dalgalanmaya bırakılıp pazarlanabilecek sera gazının miktarının sabitlenmesini ifade ediyor.

Karbon vergisi, Kyoto’nun neo-liberal kâr hezeyanıyla uluslararası gündemde pek yer tutmasa da, yeni bir mefhum değil. İngiltere başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde uygulamada olan vergi, şimdiye kadar bilindik yeşil vergilerin bir versiyonu olarak vuku buldu. Ancak küresel bir karbon vergisinin bambaşka bir anlamı olacağı aşikar; vergiden kaçınmanın imkansızlaştırılmasıya ve ülkeler arası “rekabetin dengeleri” bozulmaksızın daha yüksek vergiler getirilmesi söz konusu edilebilir. Daha zor bir soru, toplanan vergi hasılasının hangi küresel amaçlara hangi kurumlar, araçlarla seferber edileceği.

Uygulamada olduğu ülkelerde, ekonomi sıkışmaya başladığında yoğun  protestolarla geri ittirilen (son yılların akaryakıt protestolarını hatırlayabiliriz) yeşil vergiler, ekonomik göstergelere ziyadesiyle duyarlı modern kapitalist toplum için ekolojik göstergelerin ne kadar ırak olduğunu açık biçimde yansıtıyor. Eninde sonunda, kimse bu politik ekonomik “önlemlerin” yeni teknolojik icatlar (inovasyonlar) ve mühendislik çözümleri olmaksızın bir işe yarayacağını iddia etmiyor. Hatta, iklim değişikliği konusunda tek umudumuzun teknoloji olduğunu söylemek mümkün. Peki hangi teknoloji? Nasıl bir teknoloji? Temiz teknoloji, yeşil teknoloji?

Karbon Algısı

Sorunlarınızı teknik olarak tarif ettiğinizde pratik çözümleri söz konusu olur. Eğer elinizde teknik çözüm yoksa yasa yapar davranışları kontrol etmeye çalışırsınız. Teknik sorun çözüldüğünde (mesela atmosferdeki sera gazları miktarını istediğiniz gibi kontrol ettiğinizde) politika ya da yasa yapmanıza gerek kalmaz. Gidilen istikamet, beklenen kurtarıcı bu gibi görünüyor. 1970’li yıllardan itibaren, teknoloji geliştirme kudretine sahip kurumların ülkeler ya da üniversiteler değil şirketler olduğunu biliyoruz. Enerji sektörünün milyar dolarlık araştırma enstitülerinden çıkan en fosil yeni teknoloji ile hesaplaşma vaktimiz geldi: Karbon emme-gömme (carbon capture and sequestration – karbon yakalama ve saklama) teknolojileri, temiz kömür diye de anılan buluş, bugün en uygulanabilir temiz teknoloji olarak sunuluyor. Kirli olduğu tespit edilen etkinlik (ör: kömür yakıp elektrik üretme) yeni uygulamalar eklenerek temiz hale getiriliyor.

Teknik sorun çözülmüş oluyor, karbondioksiti atmosferden belki de yüzyıllarca saklayacak haznelerle birlikte. Tüm çevreciler memnun, ama en çok kömür- petrol madencisi çevreciler memnun, zira bu teknoloji ile onların iş hacmi ikiye katlanmış oluyor. Arzın derinliklerinden kazıdıkları hidrokarbonları parçalayıp sattıktan sonra götürüp atıklarını (çevreci bi şekilde) gömmeleri gerekiyor(3) . Acaba bu işin maliyetini kim karşılayacak? Eh tabi, hepimiz iklim değişikliğini kontrol etmek için üstümüze düşeni yapmalıyız, değil mi? Gezegen için, malum..

Geliştirilebilecek sayısız teknolojik (ve politik) seçenekler arasında karbonu gömerek fosil ekonomisinin uzatmalarını oynama çabası petrol ve kömür şirketleri açısından son derece anlaşılabilir. Peki çevrecilikten, sürdürülebilirlikten söz eden ciddi politika dökümanlarında böyle bir uygulamanın ne işi olabilir? Bunun cevabını tekno-bilimin üretim koşulları(4) ile siyasetin ekonomi tarafından iğfal edilişinden başka bir yerde aramaya gerek yok.

Pornografik kapitalizm, emmeli gömmeli yeni teknojik atılımlarla gezegeni kurtarmaya ve yeşil fasatlar üretmeye devam ederken, iki durumu saptamak gerekiyor: 1. Çevresel yıkıma yol açanlar dahil her kurum ve durumun çevreci, ekolojik, yeşil olma trendine girdiği yeşil kapitalizm döneminde hiçbir siyasi önerme ve eylem sadece çevrecilik iddiası ile değerlendirlemez. Her yeşil teknolojik ve politik önerme, ister vergi ister ticaret ister teknoloji olsun, toplumsal gidişatın bütünlüğü içinde değerlendirilmelidir. Savunma bütçelerini sorunsallaştırmayan hiçbir hükümet, faaliyetinin toplumsal faydasını ve ekolojik sonuçlarını sorgulamayan hiçbir şirket, ve bunları teşhir etmeyen hiçbir çevreci kurum samimi değildir. 2. İklim değişikliği dahil her çevresel problem sadece teknik değil, aynı zamanda toplumsal, kültürel, tarihsel olarak görelidir. Bugünün somut ve uygulanabilir çözümleri yarının sorunları olmaya adaydırlar ve bugünün gerçekçi talep ve uygulamaları, yarının kaçırılmış fırsatları, ilkellikleri, büyük yalanlarıdır.

Karbonsuzlaştırma, temiz enerji, yeşil enerji, sürdürülebilirlik, yönetişim, bölgesel ortaklıklar gibi başlıklar altında dünyayı kurtarma hezeyanı içerisinde kabul etmemiz beklenen her öneriyi toplumsal bağlam ve geliştirildiği pratik içerisinde incelemek zorunluluk halini alıyor. Kurtulunmaya çalışılan karbon bileşikleri ile, kabonun kurtulmamız gereken bir element olması algısı ile etkin bir çevrecilik üretmek mümkün görünmüyor. Yeraltından çıkarmayı sürdürdüğümüz madenlerin, petrolün, “doğa”nın -organiğin -çevrenin ta kendisi olduğu farkındalığı ile hareket etmek gerekiyor. Kurtulmamız gereken şey karbon değil, pekala onu tanımlayıp işleyip işlevselleştiren algımız olabilir.

____________

1)  “It’s the economy stupid” sloganını siyasete sokan, 1992’deki ABD başkanlık seçimlerindeki kampanyasıyla  Bill Clinton olmuştu.
2)  Sözde-caydırıcı diyorum, çünkü BM İklim Değişikliği Çerceve Sözleşmesi ile saptanıp Kyoto Protokolü ile sınırları çizilen müdehale yöntemi özünde zengin ülkelerdeki “kirleticileri” kendi aralarında ya da fakir ülkelerde enerji yatırımı yapmaya davet etmekten başka pek bir şeye sevketmiyor. Küresel bir “kaynak” olan atmosferin regulasyonu, marketin elinde daha ucuza geliyor, hepsi bu aslında. Başka bir deyişle, küresel rüşvet zinciri son sürümüyle temiz kalkınma mekanizması adıyla işliyor. Kim için ucuz, kime-neye göre ucuz, yapılan yatırımlar kime-neye göre temiz, bu tür sorular hala tartışmaya pek açık gibi görünmüyor.
3)  Bacalardan ya da doğrudan atmosferden CO2’nin emilmesi sonrasında, karbonu gömmek için okyanus tabanı ve yeraltı oyultuları araştırılıyor. Eski madenlerin bir kısmının bu işlem için uygun hale getirilmesine çalışılıyor. İşleminin ne kadar ekolojik olduğunun kontrol edilmesi için çevreci bir kaç sivil kuruma bir kaç proje yaptırmak da işin medyatik boyutu oluyor.
4)  Bilim yerine teknobilim diyorum, tıpkı siyasetin ekonomi tarafından iğfal edilmesi gibi, bilimin de teknoloji tarafından iğfal edilişini imlemek için. Üretilebilecek teknik-bilimsel çözümler, sponsor firmaların pazar payını ve etki alanlarını artırdıkları ölçüde kıymetli –ve gerçekçiler.

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.