Hafta SonuManşet

İstanbul’un seyyah ötücü kuşları – Kaya Genç

0
Dare to Disappoint isimli kitabı Farrar, Starus ve Giroux tarafından yayınlanan Özge Samancı'nın illüstrasyonu. Kaynak: Guernica

Kaya Genç tarafından Guernica‘da yayımlanan yazıyı Yeşil Gazete ekibinden Özge Geyik‘in çevirisiyle sunuyoruz.

***

Pek çok Türk, 2013 yazında başlayan Gezi Parkı Direnişi’ni biber gazının yakıcı tadıyla özdeşleştirir. Zira çevik kuvvet, göstericileri parktan olabildiğince uzak tutmak için durmaksızın gaza boğmuştu. Bense, o çılgın günleri karpuz tadıyla anımsıyorum. Beyoğlu’ndaki evime çok yakın olan ve o sıralarda binlerce göstericiyi ağırlayan parkın etrafında her yürüdüğümde, genç göstericilere özenle ve ince ince dilimlediği karpuzlardan veren bir karpuzcu görürdüm. Beş liraya, soğuk ve büyük bir dilim karpuzu plastik tabak içerisinde ve plastik çatal eşliğinde edinebilirdiniz. Mevcut durumdaki iş fırsatını gören karpuzcu ve göstericilerin yüzünü güvenlik kameralarından saklaması için Çığlık maskeleri satan arkadaşı, maskeci, çevik kuvvetin orantısız müdahale anlarında dahi siperleri terk etmeyi reddederek günlerce göstericilerin arasında dolaştılar.

Dare to Disappoint isimli kitabı Farrar, Starus ve Giroux tarafından yayınlanan Özge Samancı'nın illüstrasyonu. Kaynak: Guernica

Dare to Disappoint isimli kitabı Farrar, Starus ve Giroux tarafından yayınlanan Özge Samancı’nın illüstrasyonu. Kaynak: Guernica

İlk günlerde park çoğunlukla Deleuze okurlarını, John Zorn konserine yakışır müzisyenleri ve çimlerde yoga yapan genç kadınları ağırlıyordu. Sonraları, satıcılar geldi. Her yeni günle rızkını kazanma umudunun da yenilendiği bu meslek, doğası gereği optimizmiyle bir manifesto gibiydi. Genellikle parkın etrafında, göstericiler ile polis arasındaki ince çizgide duruyorlardı. Bu küçük yeşil alanda  pek çok gösterici toplumsal özgürlüklerin hayaliyle uyudu. Gelen satıcıların hayali ise, benim freelance yazarlık hayallerime benzer biçimde, daha ziyade artan müşteri talebi ve kazanca odaklanmıştı – özgürlüğe giden başka bir yol. Park’ta polisin varlığına tahammül edemeyen göstericiler için seyyar satıcılarının varlığı başlangıçta daha kabul edilebilirdi, ama bu düşünce hızla değişti. Takip eden günlerde, Gezi’nin metalaştırılmasından rahatsız olunmasıyla Park farklı bir ekonomik düzenin, parayı gereksiz kılan paylaşım ekonomisinin deney yeri oldu. Her şey paylaşılıyor, hiçbir şey satın alınmıyor, satılmıyordu. Zamanla, bu satıcılar şüphe unsuruna dönüştü. Park’taki topluluk, satıcıların sömürüyle eş tutulduğu bir gençlik festivalini anımsatmaya başladı. Başlangıçta tehlikesiz görülen bu yabancılar, terk edilmiş bir sisteme karşı olan bu sadık toplulukta statükonun temsiline dönüştü. Türkiye kapitalist ekonomisinin, kolluk kuvvetlerinin ve militarizminin tasfiyesini isteyen genç devrimciler için küçük maddi endişeler ve gündelik, iki yakayı bir araya getirme mücadelesi görece ehemmiyetsiz konulardı. Göstericilere destek amacıyla evlerden sipariş edilip kurye aracılığıyla gönderilen pizzaların parka girmesiyle seyyar satıcılar daha da fırsatçı görünmeye başlandı.  Hizmetlerini ücretsiz sunamayan bu satıcılar, kendilerini kurallarını anlamaya zorlandıkları bir dünyanın dışında buldular.

Kendilerine verilen önemin ve hayatta kalma kabiliyetlerinin azalmasını gözlemlemek, Türkiye toplumunun gittiği yöne kısa bir bakış atmak gibi.

İstanbul’daki seyyar satıcıların hayatını; hem devlet memurlarına hem de Türkiye toplumundaki değişken pozisyonlarına karşı mücadelelerini anlamak modern Türkiye’yi anlamak için oldukça önemli. Kendilerine verilen önemin ve hayatta kalma kabiliyetlerinin azalmasını gözlemlemek, Türkiye toplumunun gittiği yöne kısa bir bakış atmak gibi.

İstanbul’da kayıtlı seyyar satıcı sayısı 12,000’in üzerinde. Belediyeye ücret ödemeyen 50,000 kadar da korsan satıcı olduğu söyleniyor. Türkiye’de, 1989 ile 2006 arasında kayıt dışı işçi (yani sigortasız işçi) oranı %26’dan %32’ye çıktı. 2004’te, Ankara Ticaret Odası başkanı, seyyar satıcıların her sene vergilerden 3 milyon dolar kaçındığını iddia etti. Ali Çarkoğlu ve Mine Eder’in 2006 yılındaki “Türkiye’de Kent Kayıtdışılığı ve Ekonomik Kırılganlık (Urban Informality and Economic Vulnerability in Turkey)” isimli çalışmasına göre, seyyar satıcıların %83.2’sinin sigortası yok. Hane sayısına bakılınca, %57’sine aylık 50 eurodan az para giriyor. İstatistiksel olarak seyyar satıcıların yaşantısı böyle.

Esnaflar, bu göçebe melektaşlarına iyi gözle bakmıyor. Vergi veya kira ödemeyen satıcılarla rekabetin haksız olduğunu düşünüyorlar. İstanbul’daki binlerce mekan girişinde, “Seyyar satıcı giremez” uyarısı görülür. Satıcılar, bu şehirde istenmediklerini hiçbir zaman unutmamalıdır.

Erbatur Çavuşoğlu ve Julia Strutz’un kaleme aldığı “Tek Kişilik Holding: İstanbul Seyyar Satıcıların Taktikleri (One-PersonHoldings: Tactics of İstanbul’s Street Vendors )”nde, İstanbul ekonomisini küresel bir şehir olarak kayıt altına alma ile liberalleşme ve düzenlemelerin azaltılması yolunda giden küresel ekonomik trendler arasında bir paralellik kuruluyor: “Kayıt dışı ekonomiye karşı 1980’lerde başlayan savaş, steril ve ‘modern’ bir şehir yaratma arzusuyla yeni bir ivme kazandı.” diye belirtiyorlar.” Siyasi elit, İstanbul’u düşük-kalite ürünler ve vasıfsız hizmet sektörü çalışanları gibi kayıt dışı sektör özelliklerinin hoş karşılanmadığı küresel bir şehre; finans, sanat ve teknoloji merkezine dönüştürmek için ortak paydada buluşuyor.”

Bekleneceği üzere, Türkiye kanunları seyyar satıcılık gibi kayıt dışı ticareti yasaklıyor: İstanbul Büyükşehir Belediye Kanunu ve Kabahatler Kanunu, bu yasaktan evvel seyyar satıcıları çevre ve gürültü kirliliği yaratmakla suçladı. İstanbul’un seyyar satıcıları, bu bağlamda, kanun dışı görülüyor.

Buna rağmen, bu kanun kaçakları dikkatlice planlanmış kurallara göre iş yapmaya devam ediyor. Strutz, nasıl “seyyar satıcılığın taktik planlaması gerektiren ve iyi yapılandırılmış bir sektör” olduğundan bahsediyor. “Seyyar satıcılık, günlük (hatta saatlik) pazar araştırması gerektiren, esnek ürün ve hizmet arzıdır.” Çalışma için görüştükleri satıcıların çoğu “belli ürün türlerinde ve hangi ürünün hangi zaman ve mekanda daha iyi veya daha kötü satacağı kararında uzmanlaşmış durumda.” Bir sonraki fırsat için mütemadiyen bekleyiş halindeler: Satıcılar, ay sonunda gelecek sabit bir maaş olmaksızın daimi olarak ‘an’da yaşıyorlar.

Neoliberaller ne kadar varlıklarına karşı olsa da, seyyar satıcıların bu şehirde uzun ve çok katmanlı bir tarihi var. Tamamlanamamış on bir ciltlik İstanbul Ansiklopedisi’nin alışılmadık yazarı Reşat Ekrem Koçu (1905-1975), bu satıcıları “yayan tüccarlar”, “muhteşem İstanbul’un tuzu biberi” ve şehrin “alametifarika”sı olarak betimledi. Daha 16. yüzyılda, devlet tarafından şüphe unsuru olarak görülen satıcılar İstanbul sokaklarını arşınlamaya başladı. Dönemden bir cinayet öyküsü bu şüphenin boyutunu gösteriyor:

1528’de, bir kişi veya kişiler gece yarısı İstanbul’da bir eve girer, ev sakinlerini öldürür, eşyalarını çalar ve kayıplara karışır. Olayın gerçekleştiği ev, pek çok ağır işçinin çalıştığı bir muhittedir. Saldırganları bulup cezalandıramayan Osmanlı yetkilileri; şekerci, çığırtkan ve benzeri İstanbul’un sokak satıcısı topluluğunun peşine düşer. Yaklaşık 800 kadarı sokaklardan toplanır ve hızla infaz edilir. Bu durumu, sokakları temizlemek için kullanma talimatı Kanuni Sultan Süleyman’dan gelir. Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin sultanı, buyruğunun İslam hukukuna göre yanlış olduğunu söylese de uyarıları duymazlıktan gelinir.

İstanbul Mutfak Sanatları Akademisi yöneticisi Banu Özden, 2013 Oxford Sempozyumu’nda İstanbul seyyar satıcılarının tarihi ile ilgili konuştu. “Seyyar satıcılar 19. yüzyılda şehrin her yerindeydi ve yemek vakti geldiğinde İstanbullular bu satıcıların etrafında küçük topluluklar oluşturarak birbirleriyle iletişim kurma ve paylaşım imkanı buluyordu. Bu zamanlarda lokantalar yaygın değildi.” Lokantaların yaygınlaşmasıyla seyyar satıcılar, lokanta sahiplerinin zamanla haksız rekabetle itham ettiği baş rakipleri oldu. 1960, 1971 ve 1980 askeri darbelerinin hemen sonrasında, işlek İstanbul caddeleri yeniden, yetkililer tarafından sokaklardaki “anarşi”nin kısmi sebebi olarak gösterilen, bu satıcılardan yoksun kalmıştı. Dönemin modernleşme yanlıları bu satıcıları uygar ve gelişmiş bir toplumun önündeki ayak bağı olarak gördü. Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık’ında, kitabın baş kahramanı seyyar satıcı Mevlüt’le ilgili çok güzel bir sahne var. Bu sahnede, Mevlüt, müşterisinin yaptığı işin 21. yüzyılda biraz eski moda olup olmadığına dair sorusuna Mustafa Kemal Atatürk’e atıfta bulunarak cevap verir. Mevlüt, Atatürk’ün bir anektodunu anlatır:

“[İstanbul Park Hotel’deki] odasının penceresinden dışarı bakarken şehrin alışıldık, neşeli koşturmacalarının eksikliğini fark eder. Yardımcısına sorduğunda ise; efendim, Avrupa’da olmayan sokak satıcılarının, sizi kızdıracağı düşüncesiyle şehre girişini yasakladık. Atatürk ise, seyyar satıcılar sokakların ötücü kuşları, onlar İstanbul’un ta kendisi, ruhu. Bugün itibariyle seyyar satıcılar İstanbul sokaklarında dolaşmakta serbesttir, der.”

Bu kış, İstanbul sokaklarında turlarsanız, labirent gibi sokakların birinde, büyük ihtimalle bir kestaneciye, pilavcıya veya macuncuya denk geleceksiniz. Kestaneci, küçük bir ocağın ve siparişinizi içine koymak için hazır tuttuğu bir yığın kesekağıdının olduğu küçük arabasında satış yapar. Çoğunluğu kırmızı renkli kestaneci arabaları İstiklal Caddesi’nde bekler. Bir tanesi Taksim Meydanı yakınında konuşlanmıştır ve eğer feribotla gelecek olursanız, iskelede de mutlaka bir tane görürsünüz. Kestaneci, kasvetli bir günün en iyi dermanını sağlar: beş lira verdiğinizde, size minyatür terazisinde özenle tarttığı  50 gramlık kestaneyi sunar ve iyi günler diler. Amsterdam’da yaşarken şimdilerde Kral’ın günü olarak geçen Kraliçe’nin Günü’nde şehir sokaklarına kurulan ve orada yaşayanların kendi el işlerini ve ufak tefek biblolarını kelepir fiyata sattığı pazarları ziyaret etmeyi çok severdim. Hollanda hükümeti bu pazarın senede bir kez kurulmasına izin verir. Burada ise, sokak satıcılığı yıl boyu süre bir meslek; İstanbul Seyyar Satıcıları’na her gün Kral(içe) Günü.

Bu şehirde satıcılar, yürüyüşlerinizi aydınlatır geceleri. Kısa süre önce, fazlaca içtiğimiz bir akşamın ardından Karaköy’de bir pilavcıya rast geldim. Orada, sadece ayılmama yardım etmek için bulunuyor gibiydi. Seyyar satıcıların size hissetirdiği budur: cadde köşelerinde karşınıza beklenmedik biçimde çıkışları mucizevi, neredeyse karşınıza çıkmış iyilik melekleridir. Pilavcı arabasının büyük tekerlekleri ve tepesinde sabit bir şemsiyesi vardı. Aracın esas kısmı dört tarafı kalın camla çevrili, metal, büyükçe bir levhadan oluşur. Bu camın içi aydınlatılmış, böylece ben de beni bekleyen sıcak pilavın hoş bir görüntüsüne tav olmuştum ki bu hem o gece hem de diğer kış gecelerinde ağız sulandırıcı bir görüntüydü. Pilavcı, meşrubat çeşitlerini de aracın tepesine sıralamıştı. Uzun, beyaz bıyığı ve yüzündeki cömert ifadeyle yeni pişmiş, bol nohutlu ve biberli pilavı sakince plastik tabağa doldurdu. Lezzetliydi. Uzun bir günün ardından yorulmuş olan ben müteşekkir halde ahşap iskemlelerinden birine oturup, bir yandan plastik kaşığımı pilavla doldururken, yaşlı adamla sohbet etmeye başladım. Pirincini nereden aldığını sordum. Ne zamandır bu işi yapıyordu? Yeterince kazanıyor muydu? Bu tarz sorulara alışkın olduğundan yemeğine ilgi eksikliğinden, ülke işsizliğindeki artıştan ve elektrik faturalarından yakınmaya başlamadan önce hızlıca sorularımı yanıtladı.

Pilavcı o gece kendisine cerrah havası veren beyaz bir önlük giyiyordu; kendilerine Paris veya Tokyo’da öğle yemeği yiyormuş hissi veren pahalı pizza ve sushi yemeyi tercih eden Karaköy hipsterları , bu pilavcının sunduklarını genelde ellerinin tersiyle itiyorlar. Bir bildikleri olsa gerek.

Türkiye İstatistik Enstitüsünün 2015 raporuna göre, yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı bir senede 11.137 milyondan 11.332 milyona yükseldi. Bir seyyar satıcı, kazancının dört kişilik bir aile için hesaplanan yoksulluk sınırının (1,4424 $) altında kaldığını fark ettiği an sıradakinin ne olduğunu biliyor: Türkiye’nin 3 milyonluk işsizler ordusuna yeni bir nefer daha. Ortalama bir seyyar satıcı, servet edinmek veya devrim yapmak değil, sadece iki yakasını bir araya getirmek amacıyla, devamlı bir durum anksiyetesi halinde, her zamankinden çok daha fazla çalışıyor.

“İstanbul’da akşam dokuzdan önce kimse akşam yemeği teamülüne uymaya istekli görünmüyor”

İstanbul seyyar satıcıları uzun süredir bu şehirde çalışıyor. Pek çok olağanüstü zekaya hizmet ettiler. Hemingway’in 1922’deki ziyareti sırasında Toronto Star için İstanbul gece hayatıyla ilgili “Old Constan (Eski Constan)” isimli bir yazı kaleme aldı. “Konstantinopol’de akşam dokuzdan önce kimse akşam yemeği teamülüne uymaya istekli görünmüyor” der Hemingway bu yazısında. Gözlemleri günümüzde de geçerli. “Gece kulüpleri, saygın olanları, gece ikide açılıyor. Daha itibarsız olanlar ise sabaha karşı dörtte açılıyor. Bütün gece; sosisli sandviç, kızarmış patates ve kestane tezgahları kaldırım kenarlarında, eğlence düşkünlerinden ekmek parası çıkarmak için uzun bir sıra halinde gece boyu bekleyen taksicilere hizmet etmek için mangallarını harlamaya devam ediyor.” Hemingway, İstanbul’un bu “siyah, kaygan ve kokulu sakatat bürümüş sokaklarını” ,“Doğu’nun gizemi”nin bir parçası olarak gördü.

Bu sosis, patates ve kestane tezgahları, yok olmaya yüz tutmuş olsa da, İstanbul sokaklarında ateş böcekleri gibi ışıldamaya devam ediyor. Bileyci de bunlardan biri. Aynı bileyciyi her gece görüyorum yürüyüşlerim sırasında, aletlerine göz kulak olan yaşlıca bir adam, hafif kambur, hızla dönerek caddeye kırmızı kıvılcımlar saçan biley taşıyla bıçakları biler. Bu bileyci, müşterilerinin önünde kocaman bıçakları bilerken bile şehirdeki en mahcup insan gibi görünür. Bu bıçaklar sonra belki kurban bayramlarında koyun veya keçi kesmek, belki de sadece bir elmayı kesmek için kullanılır.

Bir başka büyüleyici sima ise bozacı. Mayalanmış buğday ve alkolden yapılan bozanın rengi koyu sarımtıraktır. Üstünde kavrulmuş leblebiyle servis edildiğinde daha güzeldir tadı. “Boza, sıcakta hızlı bozulup acılaşır, bu yüzden Osmanlı zamanında genelde kışın satılırdı,” diye bahseder Pamuk, kahramanın bozacı olduğu Kafamda Bir Tuhaflık’ta. Karlı günlerde İstanbul sokaklarındaki “Boozaaaa, booooozaaa” bağırışları herkes için iyi haberdir.

Seyyar bozacılar modern Türkiye’nin bir ürünüdür: 1920’lerde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden yıllarda, İstanbul’un boza dükkanları kapanmış, yerini bira işletmeleri almıştı. Pamuk bozacısını şöyle betimler:

Karısının ördüğü kahverengi kazağı giyiyor, yün takkeyi başına geçiriyor, müşterilerini etkileyen mavi önlüğünü takıyor, karısı ya da kızlarının şekerlendirip özel baharatlarla tatlandırdıkları bozayla dolu güğümü eline alıp şöyle bir tartıyor… Dışarıda, soğuk havada ilk iş yirmi beş yıldır taşıdığı, meşe ağacından satıcı sırığını omuzlarına ve boynunun arkasına yerleştirir, iki ucuna bozayla dolu plastik güğümleri askılarıyla birlikte bağlar, savaş alanına gitmeden önce kurşunları yerinde mi diye son kere bakan bir asker gibi kuşağının içine ve ceketinin iç ceplerine yerleştirdiği küçük leblebi ve tarçın torbalarını kontrol eder…

Böyle figürlerle Londra veya New York caddelerinde kolay kolay karşılaşılmaz. Burada ise, tarih kitaplarından fırlamışçasına belirgin kıyafetleri ile her yerdeler. Bazıları Osmanlı fesini takar başına; böylelerini on dokuzuncu yüzyıldan kalma üniformalarının renkleri sayesinde uzaktan fark edersiniz. Çoğunluğunun ise, genelde tüm yaşamlarını geçirdikleri sosyal sınıfın, kent yoksulunun giysileri üzerindedir.

Fes takan macuncu ve temiz sülükçülerin tavırları bazılarına fırsatçı görünse de, onlar sadece ticari değil unutulmaya yüz tutmuş yirminci yüzyıl Türkiye tarihinin hatırlatıcıları olarak da önemlidir. Pek çoğu, sadece varlığıyla, az bilinen ve bazen de tamamiyle unutulmuş  yirminci yüzyıl Türkiye tarihine ışık tutuyor. Örneğin, İstanbul’un midye dolmacılarının neredeyse hepsi Mardinlidir. Güneydoğu’dan gelen Suriye Kürtlerinin çoğunun Kapalı Çarşı’da kuyumcu olarak çalıştığı bilinir; Araplar ise dolmuş şoförüdür. Kürt midye dolmacıları diğer satıcılardan ayıran, Türkiye Ermenilerine benzer şekilde seyyar satıcılık yapmalarıdır.

Alman etkisi altındaki milliyetçiler  kamuoyu nefretini arttırmadan önce, İstanbul Ermenileri mutfak kültürlerine de önemli ölçüde katkı sağladığı Osmanlı toplumunda önemli bir yer tutuyordu. Mardin Kürtleri 1960’larda ve sonrasında yoksul ve terörzede köylerinden kaçarak İstanbul’a gelip yeniden keşfetmeden önce, Ermeni usulü midye dolmalar on yıllarca unutulmuştu. Midye dolmacıların bazıları bu dolmaları hiç yemediğini, İslam’a göre uygun olup olmadığından şüpheli olduğunu söyler. Bazıları ise İstiklal Caddesi’nde bir yandan satarken bir yandan afiyetle yer bu dolmaları.

İstanbul yetkilileri ise mutfak kültür ve geleneklerini aktarmaktansa seyyar satıcıların rolünü yeniden tanımlamayla çok daha ilgililer. 7 Mayıs 2006’da, asırlık Galata Kulesi’nin yanında, Beyoğlu belediye başkanı Cemil İpekçi’nin yanında duruyordu. Çevreleri bir grup simitçiyle sarılıydı. Londra Sanat Akademisi mezunu İpekçi ikinci butiğini Nice’te açtı ve bugünlerde Osmanlı esintili tasarımlarıyla ultra-zengin kesimin sevdiği bir figür.

“Bu yeni bir dönem,” diye belirtti İpekçi gazetecilere, “işçilere daha çok ihtimam edildiği yeni bir dönem.” Belli belirsiz Marxist beyanlarına devam ederken, fotoğrafçılar tasarımcının fotoğraflarını çekiyordu. Sonrasında, belediye başkanı o günden itibaren İpekçi’nin simitçi kıyafeti tasarımının simitçilerin resmi üniforması olabileceğini ilan etti.

Simitçiler için resmi üniforma duyurusu Türk yetkililerin seyyar  satıcıları sisteme dahil etme teşebbüslerinin doruk noktasıydı. Yıllarca yaptıkları gibi başlarının üzerinde metal bir tepside satış yapmak yerine, satıcılar artık belediye tarafından özel hazırlanmış, İstiklal Caddesi’nin nostaljik tramvayını anımsatan küçük arabaları kullanmaya zorunlulardı.

2012’de, kent yetkilileri satıcıların yiyecek satarken bağırmalarını yasaklayan planlarını duyurdu. Aynı zamanda, satıcıların ürün ve kıyafetlerine hijyen sertifikası zorunluluğu talep etti. Bazı satıcılar bunun işlerini engelleyebileceği sebebiyle plana karşı çıktı. Sokaktaki insan seslerini kontrol etmek kolay bir iş olmadığından bu açıdan hala umut var. İstanbul’un artan güvenlik kameraları şimdilik ses kaydı yapmıyor.

Fakat süreç böyle ilerliyor: yetkililer geleneksel ticarete modernleşme kuralları uygular ve satıcılar bu kurallardan mümkün olduğunca kaçınmanın yollarını arar.

*                      *                     *

2007’de, yeni bir kurnaz stratejinin parçası olarak Türk kolluk kuvvetleri, tebdil-i kıyafet girişimini duyurdu. Güven Timleri’nin özel eğitimli üyeleri İstanbul caddelerini ayakkabı boyacısı, simitçi gibi seyyar satıcı kılığında dolaşabilirdi. 2009’da Akşam gazetesi “Taktik İşe Yaradı” başlıklı bir haber yayınladı:

“Tebdil-i kıyafet içindeki güvenlik ekipleri bir senede 41,000 suçlu yakaladı… 10,000 hırsız, 1800 yan kesici, 1312 tacizci, 436 kapkaççı bu yolla yakalandı… Polis ekipleri simitçi, dilenci ve şans oyunları bilet satıcısı kılığına girdi.”

Bu oluşum ismini on yedinci yüzyılda (İstanbul’da alkol tüketiminin yasak olduğu zamanlar) sıradan seyyar satıcı olarak kahvehanelere girip yasadışı bir şey olup olmadığını kontrol eden Osmanlı Sultanı IV. Murad’dan alıyor. Sultana göre seyyar satıcılar şehri ağ gibi sarmıştı ve İstanbul’un onlarca gizli bölgesine dikkat çekmeden girebilecek tek kişi kendisiydi. Sultanın kılık değiştirme yöntemlerinin üzerinden geçen dört yüz yıla ve seyyarların İstanbul yönetiminin uzun dönem planlarında sahip oldukları önemsiz role rağmen bazı şeyler değişmemiş gibi görünüyor.

“Türkiye toplumunda sanatçılar ve seyyar satıcılar benzer bir rol üstlenir: ikisi de, heyecanlı fakat güvensiz ve istikrarsız hayatlarıyla eşikte yaşar.”

Benim gözümde ise çok daha özgürleştirici bir role sahipler. Yakın zamanda Evrim Kavcar’dan “İstanbul’da sanatsal müdahaleler (Artistic interventions in Istanbul)” isimli bir makale okudum. Bu yazıda Kavar, seyyar satıcılar ve İstanbul’un modern sanatçıları arasında benzerlikler kuruyor. İki grup da heyecanlı fakat güvensiz ve istikrarsız hayatlarıyla eşikte yaşıyor. “Gayri resmi ağlarda yaşamak sanat yapabilmek için de gayri resmi yolları gerektiriyor,” diye yazıyor Kavcar. “Her fırsatı değerlendiren seyyar satıcılar gibi modern sanatçılar da kentteki her olayı sanat yapmak için bir fırsat olarak görüyor.”

Şimdilerde, kahvehanelerde yazarak geçirdiğim uzun gecelerin ardından kendimi İstanbul seyyar satıcılarının gece hayatlarını hayal ederken buluyorum. Sonra sabahın köründe eve yollanıyor, Gezi Parkı yakınlarında yanlarından geçiyor ve nasıl son bir senede daha çok Suriyelinin İstanbul seyyar satıcı topluluğuna katıldığını fark ediyorum. Eve varıp sıcak yatağımda uykuya dalmak üzereyken, evim ve Park arasında midye dolma, simit ve boza satmaya devam eden tüm bu seyyar satıcıların Beyoğlu’nun hiç dinmeyen sesleriyle kuşatıldığını hayal ediyorum.

 

Yazının İngilizce Orijinali

Yazı: Kaya Genç

Yeşil Gazete için çeviri: Özge Geyik

(Yeşil Gazetei Guernica)

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.