Irmak çocukları – Erol Anar

Karadeniz’de denize bir saat uzaklıktaki Havza adlı bir kasabada doğdum. Bahçesinde elma ağaçları olan evimizin bulunduğu mahallenin hemen arkasından bir ırmak geçerdi. Tersakan derlerdi ona; ters akıyordu bizim gibi o da.

İşte o ırmak ve çevresindeki bahçeler bizim için bir okul oldu, bir hayat okulu. Okuldan sonra ırmak kenarında ve bahçelerde geçerdi zamanımız, orada doğayı ve hayatı keşfederdik.

Irmak çocuklarıydık biz. Çocukluğumuzun önemli bölümü orada geçmişti.

Hayatın bazı sırlarını erkenden o ırmak sayesinde keşfetmeye başlamış ve uzaklara olan sevdamızı beslemiştik.

 

Yeşil ve ham elmalar gibiydi çocukluğumuz

Elma ağaçları her yerde idi, ırmak kenarında da bolca vardı onlardan. Ve elmaları hiç kızarmaya, kırmızı olmaya bırakmazdık. Yeşil ve hamken yemeyi severdik onları. O sulu, ekşi biraz da acı tadın büyüsünü damaklarımızda hisseder ve bir çocuk mutluluğunu derinlemesine yaşardık.

Ȍzgürdü serüvenci ruhlarımız.

O ırmak kenarındaki gizli elma bahçelerinde edebiyatı, sanatı da keşfetmiştik. Erkenden keşfettigimiz yazarlardan birisi Jack London idi. O bizi tıpkı ırmak gibi uzaklara götürüyordu. London’un kahramanları sıradan yaşayan olduğu gibi olan insanlardı. Belki de bu yüzden sevmiştik onu, dili ise sade ve akıcıydı ırmak gibi. Ayrıca hayatın ve insanların sert ve acımasız taraflarını çok iyi gösteriyordu. “Benim öykülerim serttir, çünkü hayatın kendisi serttir.” diyordu.

Mario Puzo ise bizim özel yazarlarımızdandı yine. Puzo hayatı bir zar atışı gibi değerlendiriyordu. Zarlar iyi gelirse, şanslısın çoğu zaman, ama bu da yetmez bazen.

Oysa hayat çoğu zaman hep yektir. Űst üste hep yek atarsın, bazen ölene dek. Kaybetmek yazgındır ve işin ilginç yanı bu duruma da alışır insan.

Biz “Baba” daki Sonny’i sevmiştik. Çünkü en önce ölenlerdendi, en erken o ölmüştü kitapta. En cesurlar en önce ölürler. Cesurdu, risk almayı seviyordu. Zarları düşünmeden, korkmadan, elleri titremeden atmıştı o.

Sonra Harold Robbins’i sevmiştik. Zengin ve ünlü insanların maskelerinin ardındaki o sıkıcı ve beşpara etmez sahte hayatlarını yazıyordu o inanılmaz sürükleyici ve yalın diliyle.

Orada o ırmağın yanıbaşındaki başı rüzgârlı kavak ve elma ağaçlarının altında birçok yazar daha keşfetmiştik; hem okuyor, hem de birbirimizle tartışıyorduk. Gorki, Steinbeck, Tolstoy, Şolohov, Dostoyevski, Michel Zevaco, Turgenyev ve diğerleri.

Don kıyısında hasat yapıyor, oradan bir gemiye binerek Steinbeck’in o serseri, naif karakterlerinden birisi oluveriyorduk

Sonra “Benim Űniversitelerim”, “Çocukluğum” “Ekmeğimi Kazanırken”i okuyorduk.

Oradan Zevaco ile Venedik’in karanlık kanallarında gizemli yolculuklar yapıyorduk. Sonra Don Camillo’nun maceralarını okurken yaşıyorduk sanki.

Çok etkilendiğimiz Raskolnikov gibi kırk derece ateşler içerisinde San Petersburg’un kanal kenarlarında amaçsızca yürüyorduk…

 

Sinemada kırmızı ışığın altında buluşma

“Sen” adlı kitabımda o günlere ilişkin şunları yazmıştım:

“Kasabamız oldukça gelişkindi. Birisi yazlık, diğerleri kışlık olmak üzere üç sineması vardı. Arkadaşlarımla hep kışlık sinemanın salonunun orta yerinde kırmızı ışığın altında buluşurduk. Ve pazar günleri annemiz ve komşularımızla sinemaya giderdik. İnsanlar temizliğe, giyimlerine son derece dikkat ederlerdi. Herkes birbirine yardım eder, kimse kimseye saygısız bir davranışta bulunmazdı. Ara sıra yaşanan kavgalar bile aradaki özenli ve samimi ilişkileri bozamazdı. İnsanlar kinci değildi.

Ramazanlarda arkadaşlarımla iftardan önce fırına gidip yumurtalı susamlı pideler yaptırırdık. Eve dönerken karnımız çok acıkmış olur ve burnumuza türen sıcacık pidenin ucundan koparıp yerdik. Bir pide 25 kuruştu o zamanlar. İftardan sonra hemen keyifle evlerimizden çıkar, arkadaşlar bir araya gelirdik. İlk sokağa çıkan arkadaşımız aramızdaki özel bir işaret olan Tarzan bağırışı ile haykırır ve bizleri sokağa davet ederdi. Yemeğimizi hızlı hızlı yiyerek bir an önce kendimizi yarık karanlık sokağa atardık. Ramazan gecelerinde mahallemizdeki çocuklar hep dışarıda olur, türlü oyunlar oynardık. Bu gecelerde ancak sabaha karşı evlerimize yatmaya dönerdik.

Küçük bir çocukken pazar günleri annelerimizle birlikte sinemaya giderdik. Bazı pazar günleri mahalle halkının hemen hepsi çoluk çocuk kamyonlarla pikniğe giderdik. Kasabamızın yakınında bulunan mesire yerlerinde hava kararana kadar eğlenirdik. Herkes birbirini severdi. Kasaba merkezinin hemen bir sokak arkasında bulunan mahallemiz bir mozaikti  adeta; Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Alevi, Tatar vb… bir çok kültüre ve etnik kökene mensup insanlar barış içerisinde bir arada yaşarlardı. Herkes diğerinin kimliğine, inançlarına saygı duyardı. Kimse diğerini aşağılamazdı. Biz değişik kültürlere saygılı olmayı ve hoşgörü geliştirmeyi mahallemizdeki bu insanlardan öğrenmiştik.

Sonra özgürlüğün tadını almıştık. Bahçeli evlerimiz, ırmağımız ve ırmağın kenarında sayısız meyve ağaçlarımız vardı. Her gün yeniden doğayı ve kendimizi keşfediyorduk. Balığa giderdik arkadaşlarımızla. Tuttuğumuz balıkları orada ırmağın hemen kenarında bir ateş yakarak pişirir ve sohbet ederek zevkle yerdik.

İlk gençlik yıllarımızdı. Hepimiz bir kıza âşıktık. Mahallemizin hemen arkasından geçen ırmak kenarında birbirimize aşklarımızı anlatır, sevgililerimize mektuplar yazardık.“

Irmağın anlattığı bizim hikâyemizdi

Irmağın sesine kulak veriyorduk, çünkü onun anlattığı bizim hikâyemizdi. Irmak bize her zaman o sakin, şırıltılı sesi ile şöyle derdi: Hayatta kaybetmeyi öğrenmek çok önemlidir çocuklar. Çünkü birçok kez kaybedeceksiniz.  Ondan da önemli bir şey var: beklentileri azaltmak ve küçük mutluluklar keşfetmek.

Irmağımız bütün hikâyeleri biliyordu ve bize de anlatıyordu. O her gün yeniden kaynağından doğuyor, sularını yeniliyor ve bizlere yeni hikâyeler getiriyordu. Bazen de bazı hikâyelerin kitaplarda olmadığını, ancak yaşanarak öğrenilebileceğini de söylüyordu. Dostumuz bazen günlerce sessizliğe bürünüyor, uzaklara akıyor ama hiç konuşmuyordu. Sonra yeniden bize dönerek anlatmaya başlıyordu.

Irmak günlerce sustuğu zaman anlamıştık, sessizliği ile de bir şeyler öğretiyordu bize. Susmayı, dinlemeyi, anlamayı öğreniyorduk. O bizim kendi yolumuzu tek başımıza çizmemizi de istiyordu, tıpkı onun kendi yolunda tek başına uzaklara aktığı gibi.

İnsanlara gelince, o günlerde insanlar hâlâ etik değerlere ve gurura sahiptiler. Sonra tıpkı o şarkıda olduğu gibi biz büyüdük ve dünya kirlendi.

Irmak çocukları… İşte onlar bizlerdik ve anlatılan bizim, biraz da hepimizin hikâyesiydi.

O ırmak hâlâ düşlerimde uzaklara doğru akmaya devam ediyor.

Kim bilir belki de bize masumiyet çağından geride kalan bir imge.

Bir de o gizli elma bahçeleri…

Erol Anar – www.t24.com.tr

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR