Yeşeriyorum

İklim değişikliğinin temelleri – Levent Kurnaz

0

Bilimcilerin dünyanın ikliminin değişmekte olduğu konusunda hiç bir şüphesi bulunmuyor. Bu bilginin temelinde bilimsel bir gerçeklik yatıyor. Dünya enerjisini güneşten görünür ışık cinsinde alır. Bu ışık dünyayı ısıtır ve ısınan her cisim gibi dünya da bu ısıyı kızılötesi ışıma olarak uzaya geri yayar. Sıcak her cismin kızılötesi yaydığını biliyoruz. Günlük hayatta bu konuda karşılaştığımız en bilinen örnek geçtiğimiz yıllarda yaşanan grip salgınları sırasında havaalanlarına koyulan ve insanların vücut sıcaklıklarını yaydıkları kızılötesi ışımadan ölçen kameralar. Yani kızılötesini “görebilen” bir kamera ile bir cismin sıcaklığını uzaktan ölçmek mümkün. Bizler gibi dünya da her an bir kızılötesi ışıma yapıyor. Bizim vücut sıcaklığımız nasıl 36,5 oC ise dünyanın ortalama sıcaklığı da yaklaşık 16 oC. Normalde biz vücut ısımızı nasıl çevreye yayıyorsak dünya da ısısını uzaya yaymaya çalışıyor. Biz eğer vücudumuzu kalın kumaşlardan yapılmış elbiselerle sardığımızda ısımız nasıl çevreye yayılmayacaksa, dünyanın atmosferi de kalınlaşacak olursa ısısı çevreye yayılamayacaktır.

Dünya atmosferi bir çok değişik gazdan oluşmuş durumda. Bu gazlardan oksijen ve azot güneşten gelen görünür ışığı da, dünyadan yayılan kızılötesi ışımayı da geçiriyor. Diğer  önemli gazlar karbondioksit ve metan ise güneş ışığını geçirseler de dünyadan yayılan kızılötesi ışımaya karşı geçirgen değiller. Yani dünyanın atmosferindeki oksijen ve azot miktarını arttırmak dünyanın atmosferini “kalınlaştırmıyor” ancak karbondioksit ve metan miktarını arttırmak dünyayı saran bir battaniye etkisi yaratarak dünyanın ısısının uzaya kaçmasına engel oluyor ve dünyayı ısıtıyor. Bu bilim dünyasınca uzun zamandır bilinen ve kabul edilen bir gerçeklik.

İlk olarak 1896’da İsveçli bilimci Svante Arhenius bir tübün içine karbondioksit doldurup bu gazın kızılötesi ışınları geçirip geçirmediğine bakmış ve geçirmediğini gözlemlemiş. “Her geçen gün atmosfere daha fazla karbondioksit saldığımıza göre bunun dünya atmosferini ısıtması kaçınılmazdır” sonucana varmış. Başlangıçta sadece karbondioksitin dünyayı ısıtacağı anafikri üzerinde yoğunlaşan çalışmalar 1958’de Charles Keeling‘in Hawai’de toplamaya başladığı atmosferik karbondioksit verileriyle teorik fizik alanından uygulama alanına geçmiş oldu. 1958’den günümüze kadar aralıksız olarak toplanan bu veriler atmosferdeki karbondioksit miktarının dur durak bilmeden arttığını bize tartışmasız bir biçimde gösteriyor.

Endüstri devriminden önce 280 ppm (ppm = parts per milyon, havadaki milyon tane molekülden kaç tanesi) seviyesinde olan karbondioksit miktarı ciddi ölçümlerin yapılmaya başlandığı 1958’de 310 ppm seviyesine bugün ise 390 ppm’in üzerine çıkmış durumda. Bu noktada da bilimsel olarak tartışılan konu karbondioksit artışıyla dünyanın ısınıp ısınmadığı değil bu değişikliklere karşılık olarak ne kadar ısındığı ve gelecekteki artışla beraber ne kadar ısınacağıdır.

Bu sıcaklık artışını ve etkilerini endişeyle izleyen Birleşmiş Milletler’e bağlı iki kuruluş, Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) 1988’de ortaklaşa olarak İklim Değişikliği Hükümetlerarası Paneli’ni (IPCC) kurdular. Bu panelin temel amacı iklim değişikliği konusundaki tüm bilimsel verileri inceleyerek insanlığı durum hakkında bilgilendirmek ve hükümetlere bu konuda öneriler sunmaktır. IPCC temelde dünyada iklim değişikliği konusunda çalışan tüm bilim insanlarını ve hükümet temsilcilerini kapsadığı için vardığı yargılar dünyanın bu konudaki genel fikrini hem bilim hem de toplum açısından yansıtmaktadır.

Alınan kararların tümü görüş birliği ile alındığı için neredeyse tüm yargılar en muhafazakar biçimde algılanmalıdır. Bu kararların başında IPCC’nin 2007 raporunda yer alan ana cümle gelmektedir: “Günümüzde yaşanmakta olan küresel iklim değişikliğinin sebebi  %90 ihtimalle insanların çeşitli işlemler sonucu çevreye yaydıkları sera gazlarıdır.” Burada önemli olan %90 sayısıdır. Bu %90 bir ortalama değildir, bu sayı herkesin üzerinde uzlaştığı minimum sayıdır, yani iklim değişikliğinin insan kaynaklı olmayabileceğini savunan bilim adamları bile kendi savlarının en iyi ihtimalle %10 doğru olabileceğini kabul etmişlerdir.

Bu noktada iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğu hususunda bilim açısından bir şüphe kalmamıştır. Ancak temelde yukarıda açıkladığım %90 sayısı gene de iklim değişikliğine inanmayanların elinde bir argüman olarak kullanılmaktadır. “Yani” diyorlar, “kesinlikle emin değilsiniz ve kesinlikle emin olmadığınız böyle bir konuda da devletlerin ve şirketlerin trilyon dolar mertebesine varan faturaları sırtlanmalarını bekliyorsunuz”. Aslında bu soruda haklılar, ama sorunun cevabı onların beklediği yönde gelmiyor. Evet, sadece %90 eminiz ki özellikle gelişmiş ülkelerin son yüzelli yılda atmosfere saldıkları sera gazları hızla iklimi değiştiriyor ve başta bu ülkeler olmak üzere tüm insanlık yakın zamanda bir şey yapmadığı takdirde bu problem tüm insanlığın geleceğini tehdit eden en önemli problem haline gelecektir. Dolayısıyla bir yanda tüm insanlığın yok olması ihtimali söz konusu ise diğer yanda bunu engellemek için harcanacak trilyon doların sözü olmaması gerekir diye düşünüyorum, ya da en azından bu konuda harekete geçmek için daha da emin olmayı beklememeliyiz. Daha da emin olmak için harcadığımız her dakika bizi çözüm yolunda biraz daha geriye götürüyor ve ödememiz gereken bedeli her an daha ağırlaştırıyor. Biz beklerken atmosfere eklenen her ppm karbondioksiti temizlemek için daha da fazla para harcanması gerekiyor. Doktor size “%90 ihtimalle kansersiniz ve hemen tedavi olmanız gerekiyor ancak tedavi oldukça pahalı” dese tedavi parasını vermek için doktorun emin olmasını bekler miydiniz?

IPCC öncülüğünde 1992’de Rio de Janerio’da toplanan devlet temsilcileri United Nations Framework Convention on Climate Change (UNFCCC – Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Konvansiyonu) dediğimiz bir dizi karara imza attılar. Bu kararların en başında yukarıda açıkladığım “önlem prensibi” gelir. Bu prensibe göre, iklim değişikliğinin meydana getireceği zararlar konusunda kesin bir fikrimiz olmasa bile, gelecekteki bu zararların çok büyük olabilmesi nedeniyle bizim önlem almak için bu etkilerin kesinleşmesini beklemememiz gerekmektedir.

UNFCCC’nin önemli kararlarından bir diğeri, bu anlaşmaya taraf olan ülkelerin her sene bir defa bir araya gelerek alınan kararların gidişi konusunda görüşmeleri gereğidir. Anlaşmanın yürürlüğe girmesinden bu yana ülkeler senede bir defa toplanmaktadırlar.  Bu toplantıların üçüncüsünün yapıldığı Kyoto’da alınan kararlar sonucu oluşan Kyoto Protokolü son on yılın iklim politikalarına damgasını vurdu. İklim değişikliğinin acilen önlenmesi gerektiğini düşünen gruplar iki sene önce Kopenhag‘da yapılan toplantıdan da Kyoto benzeri sonuçlar çıkması ummuşlardı, ancak gelişmiş ülkeler aralarında iklim değişikliğinin önlenmesi konusunda anlaşamadıkları için herhangi bir sonuca varılamadı. Geçen sene Cancun‘da yapılan toplantı da benzer şekilde başarısız oldu. Bu yılki toplantı ise şu günlerde Güney Afrika’nın Durban kentinde yapılmakta.

Aslında bu toplantılardan bir sonuç çıkabilmesi için geçen sene Cancun’da yapılan toplantıyla bu seneki toplantı arasında yapılmış olan daha küçük çaplı toplantılarda bir anlaşma zemini oluşturulması gerekiyordu. Durban toplantısında da bu anlaşma zemini geliştirilerek devlet başkanları arasında yapılacak bir anlaşmayla sonlanacaktı. Ancak gelişmiş ülkeler böyle bir anlaşma zemininin yakınından bile geçmedikleri için Durban toplantısı da bir sonuç getirmeyecek. Bu toplantıların sonuç getirebilmesi için iki temel şart var. Ya seçmenler gerek hükümetler gerekse de büyük şirketler üzerinde önemli bir baskı kurarak bir anlaşmayı zorlayacaklar, ya da önemli bir dizi felaket iklim değişikliği gerçeğini öylesine açık bir biçimde ortaya koyacak ki anlaşmaktan başka çözüm yolu kalmayacak. Ama bilim bize birinci yolu seçmemiz gerektiğini öğütlüyor, çünkü ikinci yola girmiş olmamız problemin artık geri döndürülemeyecek bir noktaya gelmiş olması demektir.

 

Levent Kurnaz

 

twitter.com/#!/leventkurnaz

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.