Yeşeriyorum

Haydi Anneler Kırın Bu Ezberi!

0

Mehmet Atak

HAYDI ANNELER! KIRIN DEVLET ve TOPLUMUN UZERINIZDEKI YANLIS ve HAKSIZ EZBERINI!
Cerrah “Polisim Diyene Kimlik Sorun” buyurmuş. Kendisine bir teklifim var. Aygıtının aktörü olarak titrini bir günlüğüne bıraksın. Tebdili kıyafet giyinsin. Grevde bir işçi olsun mesela, ya da protesto eyleminde bir aktivist, üniversitede öğrenci demiyorum çünkü en ustasından birer kostümcü ve makyözün elinden çıksa bile inandırıcı olmaz. Ve kimliğini soran polisten kimliğini istesin… Zannederim bu tip basın açıklamaları yaparken, Cerrah içtimai hasletimiz “belleksizlik”e fazla güveniyor ya da bizzat kendisi bu hasletle malul. 1 Mayıs altı ayda efkar-i umumiyeden silinmiştir diye düşünmüş olmalı. Lakin Marks bile Asya’daki farklı dinamiğe taa o zamandan bir parantez açmıştı ya da bu coğrafyaya ait “uysal atın çiftesi” mealinde bir lakırdı vardı…

Artık bende “abdal”lık mı, “aptal”lık mı var bilemeyeceğim lakin malum olmuş ki Cerrahin tavsiyesini taa 11 Hazirandan tutmuşum.

O gün Galatasaray’da total redci Mehmet Bal’ın askeri cezaevinde uğradığı işkenceleri protesto etmek için bir eylem vardı. Finaline yetişebildim maalesef. Bir adamın insanlarım kimliklerini kontrol ettiğini görünce, insanları, kimliklerini isteyenin kimliğini görmeden vermemeleri konusunda ikaz ettim. Benimkini de istedi, onunkini görmeden göstermeyeceğimi söyledim, güç vesayetine tecavüz gibi algıladı, fena halde sinirlendi. Netice göz altına alındım ve Taksim Karakolu’nu boyladım. Orada maruz kaldığım hukuk dışı muameleler başka bir hikaye….

Haziran 2007’de mevcut halini alan PVSK, muallakta bırakılan bazı tanımlar ve TSK’nin desteklediği “terör” siyasetine dayanarak aktör olarak polise adeta “sinirsiz öldürme yetkisi” tanıyor. Sadece 2008’de yargısız infaz/dur ihtarına uymama/rasgele ateş vb’le polis 32 insani öldürdü. 171 vukuatta polis ve jandarma şiddetine maruz kalmış insan sayısı 2000’den fazla. Gözaltında ve hapiste şiddete maruz bırakılıp öldürülenlerin sayısı 29, olumu faili meçhul (!?) bırakılmışlar ise 35. Kaldı ki bu rakamların, icebergin görünen yüzü olduğunu atlamamak lazım. Bunlar artık ölmüş olanların yürekli yakınları ve maruz kalanların yüreklileri. Varın korkudan şikayetçi olamayanların sayısını siz tahayyül edin.

Bir konuşmamızın akabinde, yeni PVSK’nin hazırlayıcılarından Adem Sözüer, değişiklikleri “iyileştirme” olarak müdafaa eden bir mektup göndermişti. Evet “iyileştirmeler” mevcuttu da “kimin için?” bölümü tartışmaya açıktı. Mevcut hukuk içinde kanunların devlet ve aygıtları karşısında bireyin lehine evrilmesi mühimdir. Ama tek başına belirleyici değildir, çünkü işin içinde emniyet olsun, yargı olsun bu aygıtların aktörlerinin inisiyatifleri ciddi rol oynar.

Althuser devletin ideolojik aygıtlarından söz eder, bu aygıtlarla bireylere empoze edilen “korku” devlet, aygıtları ve aktörlerine sorgusuz itaatin devamlılığında ciddi rol oynar. Televizyonlardaki polis şiddeti görüntüleri de bu korku siyasetini güçlendiriyor.

TC’nin bastan beri hukuki olarak üniformalı ve sivil vatandaşları arasında ayrım yapması, resmi olarak “görev başında” olmanın bir imtiyaz olması, üniformalıların bırakın sanık, tanık olarak bile sivil mahkemelere çıkartılabilmelerinin idari mahkeme müsaadesine tabii olması (son Hrant Dink davasından hatırlayın), içtimai olarak polisin sivilin üzerinde bir erk olduğu zihniyetini meşrulaştırıyor, bir de buna polisin silahlı olduğu, güç dengesizliği ilave edilince…

Raporlarda polisin delilleri karartma, tahrif etme veya sahte delil üretmeye çalışarak soruşturmalara müdahale etmesinin sıklıkla görülen vukuat olması; savcılık soruşturmalarının aylarca, hatta bazen yıllarca sürmesi, genellikle takipsizlikle sonuçlanması, bazıları sonradan bozulmuş olsa da pek çok davada şiddet uygulamış sanık polislerin beraat ettirilmesi, ya da şiddet mazlumlarının polislerden daha çok ceza alması, ender çıkan mahkumiyet kararlarında polisin nadiren hapishaneye girmesi anonim bilgisi de, bir de dava suresince polis tehdidiyle karsılaşma korkusuyla birleşince, bireylerde haklarını aramadan feragat etme seklinde tezahür ediyor.

28 Kasım gecesi, daha önce tanışmadığım Levent Arslan’dan bir email aldım: İstanbul Valiliği İl İnsan Hakları Kurulu’na verdiğim dilekçeye dair bir imza kampanyası başlatmak istediğini müsaade edip etmediğini soruyordu. Müsaade ne demek? Devlet, aygıtları ve aktörlerinin üzerimde kurmaya çalıştığı tahakküme karşı her tür destek kıymetlidir, o denizdeki ıssızlığıma ılık bir pencere açar, mücadelemde güç verir. Kaldı ki vakanın nesnesi ben olsam da, bu duruş devletin birey üzerine tahakkümü karşısında bir ayak diremedir neticede. Üstelik pek bilinmeyen bir kimsi hak arama mercii olan VIIHK’larinin tanınmasına vesile de olur.

İmza kampanyasının ertesi günü, üç aydır ses çıkmayan İVİİHK’dan, Nihat (soy isim yok) imzalı, 22.12.2008 tarihinde benimle bir görüşme yapmak istediklerine dair bir e–mail aldım (dilekçemde e-mail adresim yazılı değildi.) Avukatım Eren Keskin’le gideceğiz. Bakalım…

Ben maruz kaldığım hukuk dışı muameleye karşı verdiğim dilekçeye cevap beklerken. Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan 7 Kasım tarihinde bir tebligat aldım: TCK 318 “halkı askerlikten soğutmak”tan hakkımda dava açmışlar. Finaline yetişebildiğim için sadece bültenlerini okurken, bir komisere kimliğini sordum diye gözaltına alındığım vakada, ismine hiçbir itirazım olmasa da, üye olmadığım Antimilitarist İnisiyatif üyesi olduğum, yine sıraladıklarına mana olarak hiç bir itirazım olmasa da tutmadığım pankartları tuttuğum, atmadığım sloganları attığım iddia edilmiş ve bunların delili videonun ellerinde olduğunu yazmışlar. Demek delilleri videoyu bile seyretme ihtiyacı hissetmemişler, kaldı ki ben mizaç olarak slogan atmayan/atamayan bir insanim. Bakalım savcılık beni maruz bıraktığı bu haksizliğin bedelini ödeyecek mi? üstelik nispeti ölçüsünde benim vergilerim de bu davada ekip-ekipman gideri olarak çarçur edilecek. Bunun da bir hesabı olmalı değil mi?

Bugün Temel Demirer “Ben, devletime ‘katil’ dedirtmem. Bu düşünce özgürlüğü değil.” diyen Adalet Bakanı’nın icazetiyle TCK 301 ve TCK 216’dan yargılanıyor; dün aynı bakanın katlinden sonra TC tarihinde bir ilk olarak devleti ve hükümeti adına özür dilediği, on yedi yaşındaki bir çocuğun silahlı polis şiddetiyle felç kalmasını protesto ederken gözaltına alınan Engin Ceber’in hapishanede katledildiği coğrafyada, eğer aklınız ya da kalbiniz varsa ve onlara ihanet etmiyorsanız, yarın sizin başınıza ne geleceği hiç belli olmaz.

Nietzsche’nin “soğuk canavar” dediği soyut devletin, somut ekipmanlı soyut aygıtları ve onların somut aktörleriyle insanlar üzerinde tahakküm kurmasının hukuki kılıfları TCK 301’ler, TCK 318’ler, simdi çelik cop kullanma hakki da elde eden, pek çok öldürme ve yaralama vukuatından beraat ettirilen polis aktörlerinin güç vesayetlerini perçinleyen yeni PVSK’ler boynumuzun üzerinde sallanırken, Shakespeare’in deyimiyle “ellerindeki kanın kokusunu Arabistan’in tüm esanslarının çıkaramayacağı” çiçekler, ak yürek/kara yürekler resmi kokulu iktidarlarına devam ederken biz ne menem “hür” mahlukat olabiliriz ki bu coğrafyada?

Bir insanin bir insani öldürmesi cinayettir, bunun savaşta olmasi durumu değiştirmez. Bir diri can artik bir ölüdür. Öldürmeyi reddetmek, öldürmeyi reddetmeyi savunmak suç değildir, olamaz, olmamalıdır.

Evet ben hangi şartta olursa olsun “Bir insanin bir insani öldürmesi cinayettir” diyorum. Ve hatta vicdani redci arkadaşlar alınmasın ama, askerliği sosyal hizmet olarak ikame etmeyi kabul eden vicdani reddi biraz takiye buluyor, doğrudan total reddi teklif ediyorum.

Suç olduğuna inanmadığı bir suç iddiası karşısında Mahmut Alınak gibi hürriyetini parayla almayı reddetmek, hürriyetinin metalaştırılmasına çanak tutmayıp, yatmak çok onurlu da ben artık bu coğrafyada bırakın hapishanelerden, karakollardan bile canım diri olarak çıkabileceğim inancımı kaybettim. Şöyle bir kafayı çevirdiğimde Metin Göktepe’lerin, Özkan Tekin’lerin, Birtan Altunbaş’larin, Şiyar Perincek’lerin, Festus Okey’lerin, Baran Tursun’larin, Aytekin Arnavutoğlu’larin, Feyzullah Ete’lerin, Engin Ceber’lerin, Çağgaş Gemik’lerin, Serkan Çedik’lerin imgelerini görüyorum. Tumu artik “ölü”!

İnsan yine de umudun bittiği yerde devam edemiyor. Evet ağır ama yine de başımıza geleceklerin faili meçhul bırakılacağı ya da failleri çıkarılsa bile duyuna bıraktırılıp yırttırılabileceği ihtimaline rağmen, en azından mevcut hukuk içindeki haklarımızın peşinde inat edelim. Başkasının başına gelen zulüm, bizim başımıza gelmeyecek olsa da, sistem içinde bizim başımıza geleceğin izdüşümü olduğunun idrakında teyakkuzda duralım. Uğradıkları zulümler karşısında benzemezlerimiz ya da bize benzemezlerimiz olarak ezberletilenlerle omuz omuza durmaktan imtina etmeyelim. TSK’nin yeni taktiği olarak, sahte “çürük” raporlarıyla gündemden düşürülmeye çalışılan ama askerliğe karşı mücadelelerinde ısrar eden yürekli çocukları ıssız bırakmayalım.

Ama bence asıl kadınlar, tıpkı Arjantin’de çocukları devlet eliyle kaybedilmiş anneler gibi, devletin empoze ettiği ezberlerini kırıp, inatçı ve ısrarlı “ben oğlumu askere göndermiyorum, güç vesayetlerini muhafaza etmek isteyenler kapitallerini kendi çocuklarının cesetleri pahasına korusunlar” dediği zaman çok şey değişecek.

Mehmet Atak
Tiyatro ve Sinema Oyuncusu – Sahne Yönetmeni – Karma Sanat Tasarımcısı

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.