ManşetEditörün SeçtikleriEkolojik Yaşam

Hastalıklı bir gezegende sağlıklı kalmak – 2

0

Dosya Haber’in ilk bölümü için tıklayın

*

Haber: Oya Ayman

Pestisitler bağışıklığımızı zayıflatıyor

Sağlıklı bir diyet, bağışıklık sistemimizi güçlendirmede ve hastalıkları önlemenin sacayaklarından biri. Ancak günümüzde sağlıklı bir bağışıklık sistemi sarımsak, soğan, yeşillikler ve C vitamininden öte bir anlam taşıyor. Çünkü farklı besin değeri içeren gıdalarla beslenmek kadar o gıdaların besleyici değerlerinin yeterli olup olmaması da önemli. Yani soğanın, portakalın, lahananın hangi tohumlardan, hangi ortamlarda, nasıl yetiştirildiği besleyicilik değerlerini de belirliyor.

Endüstriyel tarımda kullanılan ve hormonal sistem, üreme ve sinir sistemi hastalıklarına neden olan pestisitler, hem makro ve mikroçeşitliliği yok ederek hem de vücut direncini düşürerek bağışıklık sistemimizi etkiliyor.

Gıda mühendisi, araştırmacı, yazar Dr. Bülent Şık, pek çok toksik kimyasal gibi pestisitlerin de bağışıklık sistemini zayıflatıcı etkileri olduğunu söylüyor ve ekliyor: ”Pestisitler bağışıklık sistemi üzerinde toksik etkilere yol açar. Bu konuda yapılmış akademik çalışmalar var.”

World Resources Institute’nin Pestisitler ve Bağışıklık Sistemi raporu, yaygın olarak kullanılan pestisitlerin bakterilere, virüslere, parazitlere ve tümörlere karşı bağışıklık tepkilerini baskılayabildiği ve insanları hastalıklara karşı daha savunmasız hale getirebileceğine dair önemli kanıtlar sunuyor. Rapor, özellikle maruziyetin yaygın olduğu ve bulaşıcı hastalıkların ağır bir yük aldığı gelişmekte olan ülkelerde pestisitle ilgili sağlık risklerinin genel olarak bilinenden çok daha ciddi olduğunu belgeliyor.

Prof.Dr. Serdar İskit de, pestisitlerin çift yönlü etkisine dikkat çekiyor: ”Son yıllarda yapılan çalışmalar, önemini farklı şekilde algıladığımız bağırsak mikrobiyotası ile dış çevredeki mikro çeşitliliğin ve onunla kurduğumuz ilişkinin bağlantısını ortaya koydu.” Yani, topraktaki mikrobiyolojik çeşitlilik, o toprağın bünyesinde yetişen gıdalardaki çeşitliliği, gıdalardaki çeşitlilik bağırsaktaki mikrobiyotayı, bu mikrobiyotadaki değişimler de vücudumuzun virüs ve mikroplara karşı direncini etkiliyor.

Ekolojik tarım, o toprakta yetişen ürünlerin besleyici olmasını sağlıyor.

Toprakta ve suda kimyasal kirliliğe yol açan ve tarım zehiri olarak da adlandırılan pestisitlerin kullanıldığı topraklar canlılığını, zenginliğini yitiriyor. Oysa sağlıklı bitkiler ancak sağlıklı topraklarda yetişebilir. Ekolojik tarım, biyodinamik tarım, onarıcı tarım ve benzeri yöntemlerde hayvan gübresi, yeşil gübreleme, kompost gübre ve çoklu ekim gibi toprağın canlılığını koruyan, hatta iyileştiren uygulamalar, o toprakta yetişen ürünlerin besleyici olmasını sağlıyor.

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi emekli öğretim üyesi Prof.Dr. Uygun Aksoy, insan bağırsağındaki mikrobiyotanın, besin maddelerinden yararlanma, detoksifiye etme, hastalık yapan mikroorganizmalardan koruma, bağışıklık sisteminin gelişmesi, iştahın düzenlenmesi, gerekli vitamin, enzim ve metabolitlerin sentezi gibi çok etkin görevler üstlendiğini söylüyor:

”Pestisitler bağırsaktaki mikrobiyotayı etkileyerek, doğrudan vücudun direnç mekanizmalarına etki ediyor. Beslenme ve yaşadığımız çevrenin bağırsak sistemi üzerinde doğrudan etkisi var. Besin maddelerinin bileşiminde yer alan farklı fitokimyasalların hangi metabolik yollarla etkili olduğu bütünüyle ortaya konmasa da son 15 yılda çok sayıda çalışma yürütüldü. Özellikle polifenoller, diyet lifleri veya kısa zincirli yağ asitleri gibi biyoaktif bileşiklerin bağırsak mikrobiyotasını doğrudan etkilediği ortaya kondu. Bu fitokimyasallar dolaylı olarak da bağışıklık sistemini, enflamasyonu ve metabolik hastalıkların oluşumunu etkiliyor.”

Doğal döngülere saygı

Prof. Dr. Aksoy, tarımsal çeşitlerin ıslahında kısa süre öncesine kadar yüksek verim ve pazar kalitesi öncelikli olsa da son yıllarda fitokimyasal içeriklerin ve besleyici değerlerin de dikkate alınmaya başlandığını vurguluyor, ardından ekliyor: ”Oysa doğal flora ve yabani türlerdeki mevcut çeşitlilik içinde biyoaktif maddece çok daha zengin tipler bulunuyor.”

İngiltere Gıda Standartları Ajansı, Avrupa Birliği ve IFOAM’ın araştırmalarına göre, tarım zehiri olarak da adlandırılan pestisit ve sentetik gübre kullanımını yasaklayan ekolojik tarım ürünlerinde, ekolojik olmayan gıdalara oranla, protein %13, beta-karoten %54, çinko %11,  süt ve ürünlerindeki omega 3 %10 ila 60, yeşil sebze ve meyvelerdeki C vitamini %90, sütteki antioksidan miktarı %90 daha fazla.

Prof. Uygun Aksoy, ekolojik tarımın sağlık ilkesini hatırlatıyor: ”Bu ilke, sağlıklı bireyler için sağlıklı bitkiler, hayvanlar ve dünyanın gerekliliğini ve bunların ayrılmaz bir bütünün parçaları olduğunu vurgular.” Doğa dostu yöntemlerin bitkiyi doğrudan beslemeyi değil sürdürülebilir bir toprak verimliliğini hedeflediğini belirten Prof. Dr. Aksoy,  ”Bitkilerin beslenme durumunun iyileşmesi, elde edilen ürünlerin bitki besin maddeleri bakımından daha zengin olmasını sağlar. Aşırı gübre, pestisit ve su gibi yoğun girdi kullanılmadığı zaman bitkiler kendi bağışıklık sistemini geliştirmek üzere polifenoller, C vitamini gibi birçok ikincil metabolizma ürünlerini daha fazla salgılar. Bunun sonucunda da biyoaktif maddelerce daha zengin bir içeriğe sahip olur” diyor.

Uluslararası Ekolojik Tarım Hareketleri Federasyonu (IFOAM) tarafından yayınlanan bir rapora göre, ekolojik gıdalar genellikle daha düşük seviyede nitrat, antibiyotik (hayvansal gıdalarda), tarım ilacı kalıntısı (bitkisel gıdalarda) ve daha fazla mineral ve vitamin içeriyor. Bu gıdaların aynı zamanda daha dengeli bir protein profili var. AB tarafından gerçekleştirilen ve kısa zaman önce tamamlanan dört yıllık bir araştırma, ekolojik meyve ve sebzelerin en az yüzde 40 daha fazla antioksidan ve daha yüksek seviyede demir, çinko gibi faydalı mineraller içerdiği sonucuna vardı.

Bu sonuçların kaynağında doğal döngülere saygı var… Ekolojik üretimde yetiştirilen ürünler daha az “zorlanıyor”, yani büyümeleri genellikle daha yavaş oluyor, bu da organizmaların bileşimlerini sentezlemeye zaman bulmaları anlamına geliyor. Besin değeri farklarının nedenlerinden biri de ekolojik yöntemle yetişen bitkilerin kendilerini koruma mekanizmalarını böcek baskısı altında daha fazla geliştirmesi. Bunu yaparken de ikincil metobolizma ürünleri yaratıyorlar. Başka bir neden de, ekolojik ürün çiftçisinin bitki ve hayvan yetiştirirken sadece ürün randımanına göre değil, hastalık ve böceklenmeye karşı dayanıklı, yerel şartlara uyum sağlayabilen bitki ve hayvan türlerini seçmesi. Atalık veya yerel türler, yüksek randımanlı, dayanıklı ve modern türlerden daha fazla besin değerine sahip olabiliyor.

COVİD-19 ve gıda güvenliği

Salgın ile birlikte dünya nüfusunun belli bir kesimi sağlıklı beslenme konusuna daha fazla eğilirken, belli bir kesim de gıdaya erişimde daha fazla güçlük çekmeye başladı. Salgın öncesi verilere göre, gıdaya erişim güçlükleri nedeniyle dünyada yaklaşık 820 milyon insan kronik açlık yaşıyor ve bu insanların hayatta kalabilmek için dış yardıma bağımlılar.

BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), salgının; sınırların kapatılması, karantinalar ve pazar, tedarik zinciri ve ticaretteki aksaklıkların, yüksek düzeyde gıda güvensizliğinden etkilenen ülkelerde, yeterli ve çeşitli besleyicilikte gıda kaynaklarına erişimini kısıtlayabileceği uyarısını yapıyor. Bu uyarılar karşısında FAO, en savunmasız ailelere gıda dağıtımı, özellikle en çok etkilenen ekonomik sektörlerdeki çalışanlar için temel gıda vergilerinden muafiyet, yerel çiftçilerden ve balıkçılardan taze yiyecek dağıtımı gibi çözümler öneriyor.

İklim değişikliği ve sağlık

Lancet Sağlık ve İklim Komisyonu, 2015’teki raporunda iklim değişikliğinin 21. yüzyılın en büyük küresel sağlık tehdidi olduğunu ilan etti. Değişen nem ve sıcaklıkların, hastalıkların artmasında önemli rolü olacağı aşikâr.

Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi İklim Çalışmaları Koordinatörü Dr. Ümit Şahin, iklim değişikliği nedeniyle subtropikal iklim kuşağının yukarı enlemlere doğru kaymakta olduğunu belirterek bunun sonuçlarını şöyle sıralıyor:

”Görülmedik ölçülerde kuraklık, aşırı yağışlar, sıcaklık artışları ve sıcak dalgaları şimdilik tropikal ve subtropikal bölgelerle sınırlı hastalıkların, ılıman kuşaklara doğru yayılmasına neden oluyor. Bu hastalıkların başında tabii vektörlerle bulaşan sıtma, Batı Nil humması, Deng humması, Lyme hastalığı gibi hastalıklar var. Önümüzdeki yıllarda İngiltere gibi yüzyıllardır bu hastalıkların görülmediği ülkelerde bile sıtma, zika virüs hastalığı gibi sivrisineklerle bulaşan hastalıkların endemik hale gelebileceği bildiriliyor.”

SRM Üniversitesi Epidemiyoloji Bölümü Halk Sağlığı uzmanlarının biyoçeşitlilik ve salgın hastalıklar ile ilgili araştırmasına göre, iklim değişiklikleri sonucunda patojenler tropik iklimden ılıman bölgeye geçtiğinde, tamamen yeni bir ekosistemle karşılaşacak. Yeni alanlardaki biyoçeşitlilik eksikliği, kan emiciler için alternatif kaynak azalması nedeniyle, vektörlerin insanlar üzerinde yoğunlaşma eğilimi olacak ve bu nedenle insanlar üzerindeki enfeksiyon gücü de yüksek olacak. Araştırmacılar, halk sağlığı uzmanlarının, toplumda hastalık bulaşma sıklığı üzerinde güçlü bir etkiye sahip olduğu için biyolojik çeşitliliğin korunmasını savunması gerektiğine işaret ediyor.

Ancak bulaşıcı hastalıkların artışı iklim değişikliğinin sağlık üzerindeki etkilerinden yalnızca biri. İklim krizinin doğrudan bir sonucu olan su kıtlığı da, temiz içme ve kullanma suyuna erişimi daha da zorlaştırarak suyla bulaşan tifo, kolera, leptospiroz gibi hastalıkların artışına neden oluyor.

Dr. Ümit Şahin, iklim değişikliğinin neden olduğu sıcak dalgalarındaki artışın devasa boyutta kalp, damar ve solunum yolları hastalıklarına ve ölümlerde artışa neden olduğuna dikkat çekiyor. Örneğin, 2003 yılında Avrupa’da yaşanan sıcak dalgası bir buçuk ay içinde, çoğu yaşlı 70 bin kişinin ölümüne yol açtı ve bu yanıyla bugün yaşadığımız salgına benziyordu. Ancak sonuçların boyutu çok sonradan tam olarak anlaşılabildi. Ayrıca sıcaklık artışına bağlı olarak çevrede bulunan alerjenlerin artışı alerjik hastalıklar ve astımda da artışa neden olabiliyor.

İklim değişikliğinin neden olacağı gıda ve su krizine de dikkat çeken Şahin, şunları söylüyor: ”Sadece gıda üretiminde nicel bir azalmadan değil, gıdanın besleyici kalitesindeki düşüşten, beslenme açısından en önemli şeylerden biri olan gıda maddelerindeki çeşitliliğin azalmasından, en genel anlamda sağlıklı ve besleyici gıdaya erişimin zorlaşmasından bahsedebiliriz. Deniz seviyelerinin yükselmesi nedeniyle yeraltı sularının tuzlanması da pek çok yerde temiz ve sağlıklı suya erişimi iyice zor hale getiriyor.”

Ümit Şahin, iklim krizinin sağlık etkilerinin yeni bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkmasından, vektörle bulaşan hastalıkların yayılmasından veya yeni salgınları tetiklemesinden çok daha ağır olacağı konusunda uyarıyor: “Kuraklık ve gıda krizinin tetikleyeceği ekonomik krizler ve çatışmalar; sel, kasırga, kuraklık gibi felaketlere bağlı olarak yaşanacak ülke içi ve sınırlar arası göç ve hareketliliğin artışı, milyonlarca insanın evlerinden uzakta, hatta mülteci kamplarında yaşaması bu ağır etkilerden sadece bir kısmı…”

İklim krizinin ağır sonuçları ortaya çıkmaya başladığında ne ellerimizi yıkamak ne bağışıklığımızı güçlü tutmak ne de evlerimizde kalmak bizi korumayacak. ” Bu nedenle” diyor, Ümit Şahin, ”İklim krizini durdurmak için hemen ve radikal biçimde hareket geçmezsek korona salgınını mumla arayacağımız günlerin gelmesi yakındır.”

Salgın bir gün geçecek ama…

COVİD-19 salgını bir gün geçecek… Ama biyolojik çeşitlilik kaybı, ormansızlaşma, toprak, su, hava ve gıda kirliliği, toksik kimyasallar ve iklim değişikliği salgından önce de vardı, sonra da olacak. Bu yüzden, daha ağır bedeller ödememek için yaygın üretim ve tüketim biçimlerinin hasta ettiği gezegenimizi iyileştirmek üzere bir an önce harekete geçmekten başka çaremiz yok.

Çoğunluğun evlerde kapalı kaldığı bugünlerde, bütünün parçası olduğumuzu unutmadan seçim yapmaya alışmamız gerekiyor. Yapacağımız her tüketim, alacağımız her bir hizmette gerçek ihtiyaçlarımızı düşünmek, acil ihtiyaç dışında olan taleplerden vazgeçmek; hem şu anda çalışmak zorunda olanlar, hem gıdaya erişemeyen risk altındaki insanlar, hem de tehdit altında ve yok olmak üzere olan doğal varlıklar için bir şans olacak.

Dünyada ve Türkiye’de kimyasal atıkların, yok edilen ormanların ve bozkırların, fabrika ve otoyollara kurban edilen tarım arazilerinin, yeterli gıdaya ve temiz suya erişemeyen milyonlarca yoksulun, savaşlar yüzünden göç etmek zorunda kalanların, kuraklık ve seller yüzünden heba olan mahsulün, çiftçilikten geçinemediği için toprağını terk edip kente göç ederek tüketici olanların, termik santrallerden, uçaklardan, arabalardan salınan gazların neden olduğu iklim değişikliklerinin etkilerinin, suyu çekilen nehirlerin, fakirleşen toprağın ve yok olan binlerce hayvan ve bitki türünün farkında olanlar; gezegeni iyileştirmek, ekosistemle uyumlu üretim ve tüketim mekanizmalarını hayata geçirmek üzere modeller oluşturuyor, çeşitliliğin gelecek kuşaklara aktarılması, kirliliğin ve yok oluşun önlenmesi için çalışıyor ve karar vericileri bu yönde ikna etmeye çabalıyor.

Yazının girişindeki kelebek etkisine geri dönersek, yediğimiz domatesin nasıl yetiştiği; elektriği, suyu, arabamızı ne kadar kullandığımız; çöpe gönderdiklerimizin miktarı; kullandığımız temizlik malzemeleri; karar alma süreçlerine ne kadar katıldığımız ve doğayla bağ kurma biçimimiz okyanusun öte yakasında bir fırtınaya neden olabilir.

Sonuç olarak, ”Hastalıklı bir gezegende nasıl sağlıklı kalabiliriz?” sorusunun yanıtı ortada: ”Bu imkânsız… Bütün hastaysa parçaların sağlıklı olması düşünülemez. Sağlıklı olmak istiyorsak önce gezegeni korumalı ve iyileştirmeliyiz.”

Hastalıklarımız ve ayak izimiz

  • Araştırmalar mikrobiyal yoksunluk ile alerjik reaksiyonlar, hava kirliliği ile astım arasında bağlantıya da dikkat çekiyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, iç ve dış ortam hava kirliliği dünyada her yıl yaklaşık 8 milyon kişinin ölümüne neden oluyor.
  • The Lancet dergisinde yayımlanan Küresel Hastalık Yükü Çalışması verilerine göre her yıl 11 milyon kişi beslenmeyle bağlantılı rahatsızlıklar nedeniyle hayatını kaybediyor.
  • Dünya Sağlık Örgütü, dünya çapında yıllık grip salgınlarının yaklaşık 3-5 milyon şiddetli hastalık ve yaklaşık 250 bin ila 500 bin ölümle sonuçlandığını tahmin ediyor.
  • Türkiye’de 10 milyona yakın kronik akciğer hastası olduğu tahmin ediliyor.
  • Türkiye’de yaklaşık 5 milyon KOAH hastası var ve ancak 500 bini kendisinde KOAH olduğunu biliyor.
  • Dünyada her yıl 1,8 milyon kişi verem nedeniyle, 7 milyon kişi de tütün kullanımına bağlı hastalıklar nedeniyle yitiriyor.
  • Kalp ve damar hastalıkları en büyük ölüm nedeni olarak görülüyor. Yüzde 32,3 ile toplam ölümlerin üçte biri bundan kaynaklanıyor. İkinci sırada ise kanser geliyor.
  • Dünyada hâlâ çok sayıda insanın önlenebilir hastalıklardan ölüyor. 2017’de 1,6 milyon kişinin ölümü ishale yol açan hastalıklardan oldu. İshal ölüm nedenleri arasında ilk 10’da bulunuyor.
  • DSÖ verilerine göre her yıl, üçte ikisi gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere 346 bin kişi kasıtlı olmayan zehirlenmeler sonucu hayatını kaybediyor. Zehirlenmelere neden olan maddeler belli olmasa da çoğunun muhtemelen pestisitler gibi toksik kimyasallar olduğu düşünülüyor.
  • İnsanın doğal kaynakları tüketme hızı, doğanın kendini yenileme hızının % 50 üzerine çıkmış durumda. Ekolojik ayak izi ölçümlemelerine göre, dünyadaki herkes bir Kuzey Amerikalı kadar tüketse 5, bir Avrupalı kadar tüketse 3, Türkiye’de yaşayan biri kadar tüketse 2 gezegene ihtiyacımız olacak.

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.