Ekolojik YaşamEditörün SeçtikleriManşet

Hastalıklı bir gezegende sağlıklı kalmak -1

0

Dosya Haber: Oya Ayman

Neredeyse tüm gezegene yayılan koronavirüs çeşitlerinden Covid-19, kaos teorisinin en temel kuralını hatırlattı: ”Çin’de kanat çırpan bir kelebek ABD’de fırtınaya neden olabilir.” Kelebek etkisi hepimizin gözleri önünde gerçekleşti ve fırtına bütün dünyaya yayıldı; yağmur ormanlarında ve ırak bölgelerde yaşayan birkaç kabile hariç artık bundan etkilenmeyen kimse yok -hasta olsa da olmasa da…

Üretim ve tüketimleri sonucu pek çok canlı türünün yok olmasına neden olan insan türü, doğadan uzaklaşarak, kendi kurduğu ”güvenli” sığınaklarında ne kadar aciz olduğunu gördü.

Doğa karşısında aciziyetimize rağmen -ya da belki bu acizlik nedeniyle- Covid-19’un birkaç ayda verdiği zarar ve yıkımın binlerce katını insan türü olarak gezegendeki diğer türlere yapıyoruz. Üstelik onların ne hastaneleri ne aşıları ne sosyal medyaları ne de kapanacak evleri var. Çoğu canlı varlık, bizim tüketim ve üretim biçimlerimiz yüzünden yerinden yurdundan edilmiş durumda.

Ancak enerji, tarım, ulaşım gibi yaşamın her alanındaki faaliyetlerimiz sonucunda doğal yaşamda açtığımız yaralar dönüp dolaşıp bizi etkiliyor. Hiç birimizin diğerinden bağımsız olmadığı küçük gezegenimizde ne ekersek onu biçiyoruz. Kullandığımız kaynaklar ile kullanılabilir kaynaklar arasındaki uçurum giderek açılıyor. Gezegenimizin kendi kendini yenileme kapasitesi artık insan türünün taleplerini karşılamaya yetişemiyor. Örneğin, geçen yıl dünya ekosisteminin bir yılda ürettiği ”doğal kaynağı” sekiz  ay içinde tüketmişiz. Yılın geri kalanında ise doğal sermayeden yiyoruz. Oysa gezegenimiz zayıfladıkça biz de zayıflıyoruz. Acizliğimizin acısını doğadaki diğer varlıklar üzerinde üstünlük kurmaya çalışarak çıkardıkça, ekosistem, asıl bu davranışın zayıflık olduğunu görmemize neden olan bir sürpriz yapıveriyor.

Çeşitlilik yoksa bağışıklık da yok!

Covid-19’un farkına varmamızı sağladığı şeylerden biri de, koruyucu sağlığın, yani vücut direncimizin hastalıklardan korumak için ne denli önemli olduğu… Bağışıklık sistemimizi güçlü tutmak, en az temizlik kadar önemli. Uzmanlar vitaminler, mineraller ve antioksidanlarla zenginleştirilmiş -kararında- bir diyet uygulandığında enfeksiyon hastalıklarına yakalanma riskinin düştüğünü söylüyor. Güçlü bağışıklık sistemi, koronavirüse yakalansak da ağır semptomlar olmadan geçirmemizi sağlayabiliyor.

Ancak sadece önerilen gıdaları yemek ve egzersiz yapmak vücut direncimizi güçlü tutmak ve sağlığımızı korumak için yeterli mi?

Covid-19’a yakalanma korkusu bağışıklık sistemini güçlendiren bazı gıdaları, vitaminleri ve fiziksel kondüsyonu baş tacı yapsa da bağışıklık meselesi, sanıldığından daha karmaşık ilişkiler ağının bir parçası. Nerede, nasıl yaşadığımız, soluduğumuz havanın kalitesi, soframıza gelen gıdanın hangi yöntemlerle yetiştirildiği gibi pek çok değişken, bağışıklık sistemimizi ve sağlığımızı doğrudan etkiliyor.

Biyologlar, iklim bilimciler, sağlıkçılar, tarım ve gıda uzmanları, sağlıklı olmanın sağlıklı bir çevreyle doğrudan ilişkili olduğu görüşünde birleşiyor. İklim değişikliğinin, ormansızlaşmanın, giderek yok olan bitkisel ve hayvansal çeşitliliğin, kimyasallarla kirlenen toprağın ve suyun, pestisitlerle zehirlenen ve çeşitliliği giderek yok olan gıdaların sağlığımıza etkileri konusundaki araştırmalar, bağışıklık sistemimizin de diğer her şey gibi bütünden kopuk olmadığını ortaya koyuyor.

Peki, çevremiz ve biyolojik çeşitlilik ile bağışıklığımız arasında nasıl bir bağ var?

Biyoçeşitlilik, yeryüzünde yaşayan genlerin, türlerin, ekosistemlerin ve ekolojik süreçlerinin çeşitliliğini tanımlıyor ve bu çeşitliliğin kaybı diğer türleri etkiliyor… Elbette ipin ucu bütünün parçası olan insana da dokunuyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) biyoçeşitlilik ve sağlık ilişkisini inceleyen raporlarına göre, ”İnsan sağlığı tatlı su, gıda, ısınma gibi ekosistem ürün ve hizmetlerine bağlı ve bu hizmetler eğer ihtiyaçları karşılamak için yeterli değilse biyolojik çeşitlilik kaybının doğrudan insan sağlığı üzerinde önemli etkileri olabilir.”

DSÖ, biyolojik çeşitlilik kaybı ve bağışıklık sistemimiz arasındaki ilişkiyi şöyle açıklıyor: Eylemlerimizle ekosistemlerin hem yapısını hem de işlevlerini bozuyor ve yerel biyoçeşitliliği değiştiriyoruz. Bu tür bozulmalar bazı organizmaların miktarını azaltıyor, bazılarında da nüfus artışına neden oluyor, organizmalar arası etkileşimleri modifiye ediyor ve organizmalar ile içinde bulundukları fiziksel ve kimyasal ortamların karşılıklı ilişkilerini yeniden düzenliyor. Bulaşıcı hastalıkların örüntüleri de bu bozulmalara karşı duyarlı. Bulaşıcı hastalık barındıran varlıklar ve bulaşısını etkileyen temel süreçler arasında, ormansızlaşma ve toprak kullanımında değişim; baraj inşaatı, sulama, kontrolsüz veya çarpık kentleşme gibi örnekler dahilinde su kullanımı; belirli hastalıkları kontrol etmek için kullanılan pestisitlere ve antibiyotiklere karşı direnç; iklim değişikliği; göç ve uluslararası seyahat, ticaret ve patojenlerin insan tarafından tesadüfi veya kasıtlı olarak ortaya çıkarılması bulunuyor.

Bütüncül sağlık konusunda çalışmalar yapan, Prof.Dr. Serdar İskit, sağlığımızın biyoçeşitlilik -bir başka deyişle bütün- ile olan ilişkisinin kadim öğretilerde önemsenen bir olgu olduğuna dikkat çekiyor ve şunları söylüyor: ”Günümüzde rasyonel aklın ele aldığı yöntemlerle bu ilişki güçlü şekilde yeniden tanımlanıyor. Örneğin, kullanılan ilaçların önemli kısmının ilk formları türümüz dışındaki canlılardan elde edilen maddeler. En çok bilinen iki örnek; hem ağrı kesici-ateş düşürücü ve hem de kalp damar hastalıkları ilacı olan asetil salisilik asit, söğüt ağacı kabuğundan elde edilmiştir. Ağaçtan elde edilen bir diğer ilaç da kinindir. Bugün de birçok etnobotanikçinin dünyanın çeşitliliğin en az etkilendiği bölgelerinde alzheimer gibi modern hastalıklara şifa arayışları devam ediyor.”

Biyoçeşitliliğin yok olması, yapılan ilaç araştırmaları için de ciddi bir sorun oluşturuyor. İskit , ”Tür yok oluşları nedeni ile tamamlanamayan birçok ilaç çalışması var. Yani bir türün yok olması bizim ulaşabileceğimiz bir şifa bilgisinin/aracının yok olması anlamı da taşıyabiliyor” diyor.

Biyoçeşitlilik ve sağlık ilişkisi sadece ilaçlarla sınırlı değil. Biyoçeşitlilik denildiğinde akla ilk gelen bitkiler ve hayvanlar olsa da, daha az görünür olan ancak gezegenimizdeki canlı maddenin büyük kısmını içeren mikroorganizmaları da içeriyor. Bu noktada başka sorularla karşılaşıyoruz: Biyoçeşitliliğin azalması ile kentsel ve daha zengin ortamlarda bulunan mikroorganizma profilindeki değişiklik, yerli insan mikrobiyotasına nasıl yansıyor? Bitki ve hayvanların biyoçeşitlilik kaybının çevresel mikrobiyota üzerindeki etkileri neler?

Dünya Alerji Organizasyonu İklim Değişikliği ve Biyolojik Çeşitlilik Özel Komitesi’nin yayınladığı ”Biyoçeşitlilik Hipotezi ve Alerjik Hastalıklar” başlıklı makale bu soruların yanıtını veriyor. Makale, kötü gelişmiş veya yetersiz bağışıklığın alerji ve astım, otoimmünite, kanser, kronik enfeksiyonlar gibi hastalıkların gelişmesinde rol oynadığına dikkat çekiyor ve mikroorganizmaların pasif seyirciler ya da geçici yolcular olarak değil, bariyer işlevinin ve bağışıklık toleransının geliştirilmesi ve sürdürülmesinde giderek daha aktif katılımcılar olarak kabul edildiğini belirtiyor:

”Biyolojik çeşitlilik kaybı çevresel ve insan mikrobiyotasları arasındaki etkileşimin azalmasına neden olur. Bu da bağışıklık fonksiyon bozukluğuna ve insanlarda tolerans mekanizmalarının bozulmasına neden olabilir. Bağışıklık hücreleri, normal gelişim ve işlev için mikroplarla etkileşime girmelidir. Cilt, bağırsak ve solunum yolu aracılığıyla mikrobiyal bileşenlere sürekli maruz kalarak doğuştan gelen ve düzenleyici ağların aktivasyonunu, enflamatuar hastalıklara karşı koruyucu mekanizmaların gelişmesini sağlar. Daha önce her yerde bulunan bu mikro organizmaların aniden azalması veya çeşitliliği, uygun bağışıklık ve enflamatuar yanıtları düzenleme ve geri yükleme başarısızlıklarına yol açabilir.”

Mikro dostlarımız ile şifamız arasında çok yakın bir ilişki olduğunu ortaya koyan başka çalışmalar da var. Prof.Dr. İskit bu konuda da açıklayıcı örnekler veriyor: ”Ağaçların salgıladığı fitonsit adlı bir maddenin bedenimize ve ruh halimize iyi geldiği bilimsel çalışmalar ile gösterildi. 20 yıldan fazla süren farklı çalışmalarda, günümüze kadar 60’ın üzerinde ağaç türü ile insan hastalıkları arasında birebir şifa ilişkisi gösterildi. Topraktaki laktobasil ailesinden bir türün çocuklarımızda öğrenmeyi artırdığı veya mikobakteryum ailesinin bir üyesinin ruh halimizi olumlu yönde teşvik eden vücut salgılarını artırdığını yeni yeni öğreniyoruz.”

Bu arada milyonlarca insanın temizliğe her zamankinden daha fazla özen gösterdiği Covid-19 salgınında, temizlikte aşırıya kaçmak ve kimyasallar kullanmak yararlı mikroorganizmaları da yok ederek yarardan çok zarar getiriyor. Çamaşır suyu kullanmanın KOAH ve astım hastalığına yakalanma riskini artırdığına dair çalışmaların yanı sıra, İskandinav ülkelerinde yapılan araştırmalar, aşırı temizliğin beklenenin tersine çocuklarda bazı hastalık türlerinde artışa neden olduğu gerçeğini yüzümüze vuruyor. Mikro dostlarımızı tamamen ortadan kaldırmak bize iyi gelmiyor. Ayrıca temizlik yaparken aşırı su kullanmak da temiz su varlığının azalmasına neden oluyor.

Ormansızlaşma, yaban hayatın yok olması ve salgın hastalıklar

Bulaşıcı hastalıklar her yıl bir milyardan fazla insanın enfeksiyon hastalıklarına yakalanmasına ve dünya çapında milyonlarca ölüme neden oluyor. İnsanda bilinen bulaşıcı hastalıkların yaklaşık üçte ikisi hayvanlarla paylaşılıyor ve son zamanlarda ortaya çıkan hastalıkların çoğu da yaban hayatı ile ilişkili.

Hindistan’daki SRM Üniversitesi Epidemiyoloji Bölümü, Halk Sağlığı bölümü uzmanlarının yaptığı bir araştırma, kalabalık insan yerleşimleri ve yaban hayatı arasında artan yakınlığın, evcil hayvanlar ve yaban hayatı arasındaki hastalık bulaşma oranlarının artmasına yol açtığına dikkat çekiyor: ”Hindistan’da hayvanlardan insanlara geçen ve ciddi kayıplara neden olan nepah ve hendra virüslerine dair raporlar, doğal habitatın insan tarafından değiştirilmesinin salgın riskinin artmasına neden olduğunu kanıtlıyor. Bu tür salgınlar, bu patojenlerin rezervuarı olan meyve yarasası türlerinin tünek alanını olumsuz yönde etkileyen ormanların yok edilmesine bağlanıyor. Sonuç olarak, meyve yarasaları insan yerleşimlerinde meyve ağaçlarına kaydı, böylece insan ve yarasalar arasındaki temaslar hastalık salgınlarına yol açtı.”

Araştırmanın dikkat çektiği bir başka nokta da, insan nüfusunun yaban hayatı sahalarına doğru yayılmasıyla birlikte, yabancı türlerin yeni ekosistemlere girişinin biyolojik kirliliğe neden olması. Yeni bölgelerde yerel olmayan patojenlerin neden olduğu kirlilik, biyoçeşitlilik kaybının ve yeni hastalıkların ortaya çıkmasına neden oluyor. Azalan sayıda rakip tür, diğer türlerin bolluğunun artmasına izin vererek, bu türlerin hastalıklarının yayılmasını kolaylaştırıyor. Örneğin, 15. yüzyılın başlarındaki yaygın insan hareketleri bir kıtadan diğerine kızamık, çiçek hastalığı ve veba gibi oldukça bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkmasına neden oldu. Hastalıkların yeni bölgelere girmesi, patojenle daha önce teması olmayanlarda hastalığa ve ardından yıkıcı salgınlara yol açtı.

SRM Üniversitesi araştırmacıları ayrıca hastalığı taşıyan konakçı çeşitliliğindeki artış ile hastalık sıklığında azalma arasında bir korelasyon olduğuna işaret ediyor. Hayvanlardaki çeşitlilik, hastalık olasılığını ve insanlara bulaşma olasılığını azaltıyor. Seyreltme etkisi adı verilen bu durum, zoonotik hastalıklara maruz kalma riskinin azaltılmasına yardımcı oluyor.

Tarımsal biyoçeşitlilik ve beslenme

Biyolojik çeşitlilik hem tür çeşitliliğini hem de genetik, ekosistem ve ekolojik süreç çeşitliliğini içine alıyor. Farklı besleyici değerlere sahip gıdalarla beslenmek vücut direncimizi yükseltiyor. Dolayısıyla gıda çeşitliliğinin sağlığımızla doğrudan ilişkisi var.

Öte yandan biyolojik çeşitlilik kaybı, gıda çeşitliliğini de tehdit ediyor. Dünyada tüm memeli türlerinin yüzde 25’inin yok olma tehdidi altında olduğu kabul edilirken, evcil hayvanların yabani akrabası olan memelilerin yüzde 50’den fazlası aynı tehditle karşı karşıya. Aynı tehlike bitki türleri için de geçerli. Günümüzde dünya nüfusunun çoğunluğunu besleyen kültüre alınmış tür sayısı 125’i geçmiyor. Çiftçi eliyle yüzyıllardır seçilerek günümüze gelen evladiyelik tohumlar giderek yok olurken, yerel mutfaklarda kullanılan tür çeşitliliğiyle birlikte, ormansızlaşma, kirlilik gibi tehditler, bitki türlerinin sayısının da her geçen gün azalmasına neden oluyor.

Newcastle Üniversitesi’nde biyolojik çeşitlilik konusunda çalışan araştırmacılar, Philip McGowan, Friederike Bolam ve Louise Mair, 2019 yılında yayınladıkları bir makalede, genetik çeşitliliğin bağışıklıkla ilişkisine dikkat çekiyor: ”Evcilleştirilmiş türlerin vahşi akrabaları; yüksek dağ sıralarının, yoğun tropikal ormanların ve kurak çöllerin kayalık ve buzul ortamında yaşarlar. Bu hayvanlar doğal koşullarında gelişimlerini sürdürür ve bu sebeple besi türlerinin karşılaştıkları hastalıklarla mücadele etmelerine ve değişken çevresel koşullarda verimli kalmalarına yardım edecek genler barındırabilirler. Genetik çeşitlilik, bireylerin bilinmeyen bir hastalık karşısında bağışıklık kazanmak gibi faydalı genetik tuhaflıklara sahip olma ihtimalini yükselterek, türlerin gelecekte de uzun süre varlığını devam ettirmelerini sağlıyor.”

Araştırmacılar iklim değişikliği sonucu, pek çok gıda çeşidinin kuraklığa dayanıklı yabani akrabalarına ihtiyaç duyulabileceğini belirtiyor: ”Örneğin yetiştirilen mısırın kuraklığa karşı dayanıklı olan yabani akrabaları, onları daha güçlü hale getirmek için mevcut tür ve çeşitlerle çaprazlanabilir. Aynı şekilde ineklerin vahşi akrabaları, yeni hastalıklar ortaya çıktıkça DNA’larında kodlanan bağışıklık sistemini güçlendirmek için evcil sığırlarla melezlenebilir.” Ama vahşi akrabalar yok olmazlarsa…

Gowan, Bolam ve Mair, doğayla olan ilişkimizde esaslı bir dönüşüme ihtiyaç duyduğumuza işaret ediyor ve ekliyorlar: ”Bu dönüşümün, beslenme rejimimiz ve besinlerin nasıl üretildiği konusunda ciddi değişiklikler içermesi gerekiyor. Gittikçe daha da belirsizleşecek bir gelecekte, genetik çeşitliliğin gıda güvenliğini artırabilmesi için kritik besi ve tarım türlerinin vahşi/yabani akrabalarına ihtiyacımız olacak.”

Hükümetler Arası Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Platformu (IPBES), insanlığın doğaya yaklaşımını ve kullanma şeklini değiştirmemesi halinde, gezegenin yaşam destek sistemlerinin çökebileceği konusunda uyarıda bulunuyor. Evcil hayvanların ve kültüre alınmış bitkilerin bu tür yabani akrabalarını yitirmek, tarımsal mahsulleri ve hayvanları genetik bağlamda daha yoksul bıraktığı için gıda güvenliğini tehdit ediyor.

Dünyada yaklaşık 60 bin tür bitki, tıbbi ve aromatik amaçla ve takviye besin olarak kullanılıyor. Genetik çeşitliliğin teminatı olan yerel çeşitler gün geçtikçe yok olurken, yiyecek çeşitliliğini nesilden nesile aktaran yerel mutfak kültürü de kayboluyor ve küresel ölçekte yetiştirilen 125 türle sınırlıyor.

Doğa Koruma Merkezi’nden biyolog Yıldıray Lise, ”Besin çeşitliliğin azalmasının yerel toplulukların sağlığını etkilemesi kaçınılmaz” diyor. Biyolojik çeşitliliğin kültürel çeşitlilik ile bağlantısına dikkat çeken Lise şunları anlatıyor:

”Biyolojik çeşitlilik insan kültürünün şekillenmesinde ve medeniyetinin gelişmesinde en önemli etkenlerden biridir. Dünyada korunması gereken sıcak noktalara baktığımızda biyolojik çeşitlilik açısından en zengin alanlarda kültürel çeşitliliğin de zengin olduğunu görüyoruz. Biyolojik çeşitlilik yok oldukça kültürel çeşitlilik, dolayısıyla beslenme çeşitliliği de etkileniyor. Son dönemde yeni tarım alanlarının açılması için ormanların ve bozkırların yok edilmesinin çok yönlü etkileri var. Örneğin, Endonezya’da palm yağı elde etmek için açılan tarım alanlarının yok ettiği ormanlar, hem yerel toplulukları hem de yaban hayatını içine alan çok zengin kültürel ve biyolojik çeşitliliği barındırıyor. Bu topluluklar gibi birçok topluluk gıdaya ek olarak tıbbi ve kültürel amaçlar için doğal alanlardan toplanan ürünlere güveniyor. Bu alanların kaybı, tehdit altındaki kültürler ve biyoçeşitlilik, gıda çeşitliliği ile geleneksel tıp bilgisinin ve araçlarının da tehlike altında olması anlamına geliyor.”

You may also like

Comments

Comments are closed.