ManşetRöportaj

Hakan Ozan Erzincanlı: “Organik Ötesi Tarım, insanın doğaya hakim olduğunun bir yanılsama olduğunu vurguluyor”

0

Hakan Ozan Erzincanlı

Hakan Ozan Erzincanlı‘nın yeni kitabı “Organik Ötesi Tarım” Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayınlandı. Yediğimizi, içtiğimizi ama daha çok nasıl yaşadığımızı yeniden sorgulamamıza neden olacak kitabı hakkında Erzincanlı ile söyleştik ve kitapta neler bulabileceğinizi aktarmaya çalıştık.

– Kitabınızın adı çok ilginç: “Organik Ötesi Tarım”. Permakültür, ekolojik tarım, geleneksel üretim, organik tarım gibi pek çok terim var ve insanların kafaları yeterince karışmış bir durumdayken, siz yeni bir terimle geliyorsunuz. Acaba kısaca bu yeni terimi tanımlayabilir misiniz?

Teşekkür ederim. Aslında kitabın adı başlarda “Tarım ve Ötesi” olacaktı. İçeriği daha iyi kapsayan bir isim bu. Çünkü kitapta tarımın 5N 1K’ sı cevaplamaya çalıştım. Tarım nedir? İyi bir şey midir? İnsanlık tarıma neden ihtiyaç duydu, nasıl gelişti? Nerede gelişti, gelişti mi geri mi gitti? gibi soruları cevaplayarak başladım ve sonrasında avcılık ve toplayıcılıktan teknolojik tarıma bilinen tüm tarım sistemlerini açıklamaya çalıştım. Bir noktadan sonra daha olumlu bulduğum tarım sistemlerini, olumlu bulma sebeplerini ortaya koyarak detaylandırdım. İsim de buradan kendini buldu biraz. 2013 yılı baharında Bodrum Gümüşlük Akademisi’ndeki bir permakültür eğitiminde konuşma yapacaktım. Burada eğitimi İrem Verdon ve Emet Değirmenci düzenliyordu. Konuşmanın başlığı olarak sevgili Emet Değirmenci “Organik Ötesi Tarım”ı önerdi. Hepimiz beğendik ve başlığı böyle attık. Sonrasında bunun kitaba da uygun olduğunu düşündük ve isim böyle geldi.

Organik Ötesi Tarım, Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlandı

Peki neden bu isim “Tarım ve Ötesi” isminden daha cazip? Burada organik tarım ile ilgili ekolojistlerin en temel sorununa parmak basmak kaygısı vardı bence. Organik tarım geniş bir kavram ve organik tarımı pazara pahalı ürün sürüp bol para kazanmak isteyen ve bu amaçla organik tarımın nasıl yapılacağını anlatan yönetmelikleri “kâr” yararına son sınırına kadar kullanmaya çalışan düşünceyi eleştirmek gerekiyor. Organik tarım yönetmelikleri ülkeden ülkeye, yönetmelikten yönetmeliğe değişebiliyor. Bazı kimyasallar bir ülke yönetmeliğinde yasak iken bir başka ülkede serbest olabiliyor. Daha da önemlisi tüm karar ortak bile alınıyor olsa bir yetkililer kurulu belli bir kimyasal ile ilgili (basitçe evde yapılan organik bir kimyasal bile olsa) oturup bunun organik olup olmadığına karar veriyor. Bu karar verilirken de düşünülen tek şey insan sağlığı! Yani insan odaklı bir sistem haline getirilmiş durumda yönetmeliklerdeki organik tarım. Peki böyle bir bakış ekolojik mi? Değil. Bu yüzden genel olarak organik tarım ismini daha sık duyuyoruz. İnsana zarar vermesin de ne olursa olsun.

Oysa burada kabul edemeyeceğimiz iki nokta var. Birincisi insan odaklı bir sistemin aslında organik tarım adını hak etmediği. Daha zor görünen ikinci nokta ise insan odaklı bu bakış açısının aslında insan sağlığına yararlı gıdalar üretmekte aslında güdük kalmak zorunda kaldığı. Kitapta detaylarını vermeye çalıştığım şekilde siz bir organik tarımcı olarak bir araziye sahip olarak çeşitli kimyasallar ile (bunlar sonuna kadar ev yapımı ve organik de olsa) o alanda bazı canlılara “sen girersen seni öldürürüm!” diyorsanız ve bu tarım çok bilinen anlamı ile organik tarım olabilir, yönetmelikler size onay verebilir. Ancak Dünya’ yı ve onun ürettiği gıdanın doğal olması gerektiğini düşünenler için burada birçok sorun vardır. Bence organik, Dünya dostu tarım yapmak bir alanda o alanın asıl sahiplerine savaş açarak değil; alanda insan zekâsını çaktırmadan kullanarak belli ziyaretçileri belirli bir sırada arazimize davet edecek tasarımı yapmayı başararak olur. Kitapta bu olayın derin sebeplerini anlatmaya çalıştım. Ve bu sebeple ismi “organik ötesi tarım” oldu. Bence oldukça da iyi oldu.

– Bu kitabı yazma ihtiyacını duymanızın nedeni nedir? Nasıl bir birikim sonucunda ortaya çıktı?

Hakan Ozan Erzincanlı “kendi bahçesi”nde…

Ben zaten sanırım 10 yıldan fazla süredir tarım sektörüne ve özellikle tarımla ilgili bir şeyler yapmak isteyip nasıl yapacağını, nereden başlayacağını bilemeyenler için sunum, fizibilite-proje, eğitim, danışmanlık hizmetleri üretiyordum. Liseden beri aklımda “kendi bahçemi oluşturayım” hayali ile yaşadım (bu konuda önemli bir yol göstericim Voltaire’in “Candide ya da iyimserlik” adlı kitabı, en çok da kitabın son kısmında vurgulanan felsefedir). O sırada “peki nasıl?” diye düşündüm ve üniversitede tarım okudum. Aslında kitap okumayı seviyordum ve liseden beri tarım ile ilgili ne bulursam okumaya ve bu “kendi bahçem”i önce hayalimde geliştirmeye çalıştım. O hayalimdeki bahçe geliştikçe gelişti, danışmanlıklar-denemeler, konuşmalar-danışmanlıklar hem doğa hem insan ile sürekli etkileşimli geri dönüşlerle bir noktaya ulaştım. Bu noktada da edindiklerimi bir kitapta paylaşayım istedim. Kitabı yazma ihtiyacını bu yüzden duydum.

Aslında genel olarak düşüncelerimi yazılı, sunumlu, görsel vs. kaynak bir medyaya aktarma isteğimin kök nedeni tembelliktir. Bir konudaki bir düşüncemi uzun uzun bilimsel ve felsefi detayları ile tekrar tekrar anlatmak hem zor, hem de verimsiz olabilen bir işlem. Konuyu bir kere detaylı yazıyor ya da bir medyaya anlatıyorum ve daha sonra soranlara kısa bir giriş yapıp “bak zaten burada detayını yazdım, inceleyebilirsin” diyorum. Yani hem bilgi talep edene bir kaynak sunmuş hem de kendimi bir anlamda özgürleştirmiş oluyorum. Bu, kitapta da anlatmaya çalıştığım tarımda (özellikle permakültür’ ün ilkeleştirdiği şekilde) bir elemanın birden çok “iyi” fonksiyonu olması gerektiği kuralı aslında.

– Bir yandan doğal tarımla uğraşmak bir yandan da günümüz endüstriyel tarımı ile baş etmeye çalışmak ciddi bir çelişki yaratmıyor mu? Bu çelişkiyi nasıl aşıyorsunuz?

Bana sorarsanız tarım doğal ya da endüstriyel olarak iki apayrı kategori değil. Yani benim böyle görebilmem pek mümkün değil. En endüstriyel alanda da bir domates fidesi doğanın kuralları ile çimlenip çeşitli diğer canlılar ile iletişim kuruyor. Bir domates fidesi kendi doğasını her ortamda yaşıyor zaten. Ben de tarımda bir domates fidesi gibi görmeye adapte ettim kendimi. Biri bana “topraksız tarım uygulayacağım, devasa bir sera kuracağım” der ise ben bunun doğal olmadığını, kışın ne yaparsak yapalım o domates fidesinin (tüm besin ve ısı ihtiyaçları karşılansa da) ışık eksikliği sebebi ile mutsuz olacağını, iyi ve mutlu gıda üretemeyeceğini söylüyorum. Endüstriyel tarımcıya da bildiğim kadarı ile bilgi veriyorum ancak hem taraf olduğumu belirtiyorum ve hem de bilimsel kanıtları ile sebeplerimi sunuyorum. Yaptığı işin hangi kısmının iyi, hangi kısmının kötü olduğunu söylüyorum. Aslında bu benim açımdan kolay ve ahlaki çünkü temelde bilgilerim bilimsel yoldan edinilmiş ve yine bilimsel ahlak ile sunulmalı. Bu bakış açısı ve tavır ile hem meslektaşlarım hem de en katı endüstriyel tarımcılar ile pozitif etkileşimde bulunabiliyorum. Sanıyorum ki ben endüstriyel tarımdan tam olarak çekilsem orada yalan-yanlış bilgilerin kâr amaçlı dolaştığı daha kötü bir alan oluşacak. Bu alanda bence doğruları söyleyen bir muhalefetim. Belki doğanın, yalnız kaldığı alandaki savcısıyım. Kendimi böyle gibi görüyorum.

Agtık yünlerden yastık yaparken

Tabii her durumda doğal tarım yapmak için bilgi isteyenlere daha sıcak yaklaşıyorum. Uygun bulduğum tarım sistemleri ile ilgilenenlere verdiğim hizmetin bedeli ile diğerleri arasında uçurumlar oluyor. Zaten her geçen sene endüstriyel tarıma sunduklarımı azalttığımı fark ediyorum. Endüstriyel tarımda da olup orada çalışmak istemediğimden değil aslında bu, bence sebebi endüstriyel tarımdaki yatırımcı kişilerin canlıları-insanı değil de en çok kârı- parayı düşünen ve doğalarını günümüzün modern köleleşmiş yaşantısına adapte etmiş kişiler olmaları. Bir süre etkileşimden sonra güzel yana doğru hiç bükülmüyorlarsa, bu kişilerle etkileşimde bulunmak zulüm olmaya başlıyor. Ki zaten ilk telefonda ağızlarının kenarlarından akan, “para-kâr-hegemonya-erk!” diye bağıran görünmez salyalar sizi bir adım geri itiyor.

– “Kendi ihtiyacından fazlasını üretip gelir elde etmek isteyen firmaların/kişilerin büyük arazilerde tarım yapması, gerçekte o bölgenin doğal yapısını değiştirmiyor mu” gibi bir soru ile karşılaşıyor musunuz?

Bu bana sorulan bir soru değil aslında. Bunu yapan kişi ve firmaların sormayı düşünmeyeceği, akıllarına gelse bile sormaktan kaçınacağı; bunun yapmadan tarım yapmak isteyenlerin de zaten cevabını kendileri önceden vermiş olduğu bir soru bu. Sanırım ondan böyle bir soru ile karşılaşmadım.

– Sizce büyük şehirlerde zamanla yarışarak yaşanırken kendi üretimini yapmak mümkün mü? Mümkünse, bize örneklerden bahsedebilir misiniz?

Ekmek mayalanırken…

Bence şehirde yaşarken zamanla yarışmak, zaten başta mücadelenin kısmen kaybedilmiş olması demek. Bence geniş zamanınız içerisinde sabah kahvaltısından sonra (ya da önce) gidip pazılarınızın, lahanalarınızın yaprakları parlak mı değil mi diye bakamıyorsanız; “domatese iki dal da maydanoz koyayım bu sabah” diye keyifle bir düşünceyi plansızca geliştiremiyorsanız, yapılacak tarım da organik ötesi pek olamaz bence. İnsan günde doğası gereği en çok 4 saat çalışmalı. Dahası çalışmak ile yaşamak birbirine karışmış kavramlar olmalı. Çalışma ardından para ardından harcama ardından tekrar çalışma döngüsü içerisinden çıkılmaya çalışılmalı. Para yerine alternatifleri gelirler arttırılmalı. Mesela ben çocuklarına İngilizce ders verip karşılığında bir köylü arkadaştan çeşitli tarım ürünleri alıyorum. Ekmeğe yaptığım harcamayı azaltmak için ekmeği (ekşi mayalı, tam buğday, güzel bir ekmek) kendim yapıyorum. Sanırım onda bir ucuza üretiyorum ki bu yaptığım ekmeği fırındaki muadillerinin on katı ücretle satın almak isteyen çok kişi var ancak bunu ticarileştiresim pek yok. Çünkü üç günde bir ekmek yapma kapasitem olduğunu hissediyorum. Arkadaşımın bahçesine badem toplamaya gidiyor karşılığında kışlık bademimi alıyorum. Etraftan yenilebilir ot, zeytin vb. çeşitli meyve topluyorum. Aslında işlerim daha ziyade bunlar. Para faydasız değil, bir çok işi dengeleyen, bakış açısı veren bir araç ancak ona bağımlı olmamaya çalışmak, tembelliğin hakkını verimli çalışmalar yaparak vermek ve ekolojik yaşamaya çalışmak güzel. Başarılamasa bile yol güzel.

Diyeceksiniz ki şehirde bu ne kadar mümkün? Onu pek bilemiyorum. Ekolojik sınırların aşıldığı şehirlerde bunun yolunu bulması gerekenler de yine şehirde yaşayanlar sanırım. Bence mümkün ancak topluca ciddi anlamda bir bilinç değişimi gerekir herhalde.

– Önerdiğiniz yöntemler, aynı zamanda insanlara, yaşama dair yeni bir bakış açısı sunuyor mu?

Marangozluk yapmadan bahçe olmaz…

Sanıyorum, umuyorum. Zaten bence tarım hiçbir zaman sadece bir gıda üretim faaliyeti değildir. Felsefeyi de içeren bir yaşam biçimidir. Bir tarladaki-ormandaki av-avcı ilişkisi çalıştığınız şirkette de vardır aslında. Sulamanın-gübrelemenin etkilerini maaşınızın durumu ile de karşılaştırabilirsiniz mesela. Köleleşmiş bir tavuğu yemeye devam ederek köleleşmekten kurtulabilir miyiz? Bence hayır. Afrika’ da dinsel yamyamlığın kökeninde garip bir düşünce var. Diyorlar ki cesur bir savaşçının yüreğini yiyen onun kadar cesur olur, akıllı bir insanın beynini yiyen onun kadar akıllı olur. Belki bu bağıntı o kadar da saçma değil. Hayat boyu acı çekmiş, yavrusundan ayrılıp mutsuz edilmiş bir ineğin sütünü içerek mutlu olmayı bekleyebilir miyiz? Ben sanmıyorum. “Ne yiyorsak oyuz” Buna eminim.

– Hazırda üretim yapan çiftçiler, organik-ekolojik üretime geçiş yapmak niyetine girdilerse, dönüşüm için örnekler bulabilirler mi? Faydalanabilirler mi?

Bence her tarımcının kitapta bulacağı en önemli şey sorgulanmış gerçekler. Nedenleri detaylı ve bütünlüklü şekilde sorgulanmış şekilde basitçe anlatılmış, bilimsel doğrular. Zaten genelde bilgiyi “bu budur” diye vermekten ziyade okuyucunun kendi önceki gözlemleri ile sorgulayabileceği ve cevabını kendi bulacağı veriler sunuyorum.

Bu bağlamda bana sorarsanız kitaptan en çok faydalananlar, doğayı en çok gözlemlemiş olanlar; bu konularda en çok araştırma-gezi-tartışma yapmış olanlar olacaktır.

Bu kitabı daha önce bu konularda pek bir şey bilmeden okuyanlara önerim bununla beraber permakültür, doğal tarım, organik tarım konusunda ek okumalar yapmaları. Daha önemlisi bu kitabı okuyup doğayı gözlemlesinler. Bu bilgiler kafalarında uçuşurken köyleri, çeşitli üretimleri incelesinler ve birkaç yıl sonra tekrar okusunlar.

Kitap çok mu karmaşık? Aslında kesinlikle değil, çok basit, 124 sayfa ve hemen her şeyin özeti, belki tüm tarımsal üretimin. Ancak bunlar sadece bilgi. İnanarak sindirmek için anlattıklarının gözlemlenmesi, deneyimlenmesi çok önemli bence.

Önerdiğiniz yöntemleri uygulamak isteyen büyük ve küçük ölçekli üreticilerin, yeniden yatırım yapmasını ve ekonomik olarak bedel ödemesini gerektirir mi?

– Bence en büyük yatırım fikirsel olmalı. Ne yapıyoruz? Neden yapıyoruz? Neden bu şekilde yapmamalıyız?

Ekonomik bedel derken, ekonomi kelime anlamı ile “oikia” (Yunanca: ev) ve “nomos” (Yunanca: kural) köklerinden geldiğini, “ev yönetimi”, “eve giren-çıkan ürün” demek sanıyorum. Bence bu kitapta anlatılanları yapanları ekonomileri bu anlamda iyiye gider, evleri iyi yönetilir yani. Ha banka hesapları kabarır mı onu bilemem. Kişiye, bakış açısına, yorumlamaya göre değişir.

– “Organik ötesi tarımın” felsefesi nedir?

Aslında diğer sorularda cevapladım sanırım ancak bir özet yapsam iyi olacak.

Organik ötesi tarım insanın doğaya hakim olduğunu, insanın hiyerarşik bir düzende canlıların en üstünü olduğunu sandığı düzenin bir yanılsama olduğunu vurguluyor. Buna göre insan gerçekte canlılar içerisinde sadece alet de kullanabilen “çıplak bir maymun” dur ve doğal yaşamayı başarabilirse mutlu olur. Sanırım organik ötesi tarımın içerdiği felsefe bu.

– Tarımın yapılış biçimi, mülkiyet ilişkisi, dış girdilere bağımlılıklar ve kaynaklara erişim gibi konular bugünün ekonomik, ekolojik ve hatta toplumsal krizlerinin başlıca sorumlularından…

İnsanlığın karşı karşıya kaldığı bu en büyük krizi nasıl aşacağız? Makro ölçekli politikalar mı, yerelde yeni ve doğa dostu tarım uygulamaları mı? Önceleri bu sorunları aşacağımıza pek inancım yoktu. Zaten 2013 başlarında kitabı yazma konusunda bir tıkanıklık yaşıyordum. Gerçekleşeceğini inanmadığım bir düzeni nasıl önerebilirdim ki?

Sonra Taksim Gezi olayları oldu. Şaşırdım, sevindim, umut doldum dahası aklımdaki “nasıl” sorusu biraz çözüm buldu. Kitabı böylece tamamlayabildim. Bence büyük insan kitleleri, bahsettiğiniz tüm bu krizlerin-sorunların çözümü neyin hatalı olduğuna (dikkat, neyin doğru olduğuna demiyorum) kesin olarak inanmış. Hataların ne olduğunu net olarak bilmeseler de büyük yanlışlar yapıldığını net olarak hissediyorlar. Bir şeyin (ama doğru şeyin) mutlak hatalı olduğuna inanmış ve bu uğurda canını dahi tehlikeye atabilecek geniş kitleler varsa bu sorunları- krizleri aşarız.

İnsanlar şehirlerde ekolojik sınırların aşıldığını, aslolanın zengin değil mutlu olmak olduğunu, kirli bir Dünya’ da mutsuz bir yaşamı sürdürmenin saçma olduğunu kavradılar. Eğer bununla ilgili hayatlarını bile riske atabilecek girişimlerde bulunurlarsa bu sorunlar aşılabilir. Mesela tam şehre bağlı bir ailenin, belki koca bir mahallenin, terk edilmiş bir köye yerleşmesi. Çocukların eğitimi, ailenin geliri, ergenlerin sosyal hayatı, hastane, pastane, hapishane gibi ihtiyaçların karşılanamayacağını ve uzun süre sorun yaşanacağını bilerek.

Zor, belki bir hafta süren bir eylemden çok daha zor ancak göze alınması gerekli bir risk.

Röportaj: Güneş Akçay – Yeşil Gazete

Kitabı edinmek isteyenler internetten Yeni İnsan Yayınevi adresinden sipariş verebilirler. Yazar ile sohbet etmek ve bulunduğunuz bölgede imza günü düzenlemek için yine yayınevi ile iletişime geçebilirsiniz.

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.