Kitap

Gidenler ve kalanlar üzerine bir kitap, “Kedisiz” – Mehmet Fırat Pürselim

0

2009 Orhan Kemal Öykü Yarışması’nda üçüncülüğe değer bulunan Kedisiz, Soydan Kızgın’ın ilk kitabı. Feyza Hepçilingirler’in arka kapak yazısında, “Öykü sabır işidir. İki günde ‘şöhret’ yapmaz insanı… (Soydan Kızgın,) sessizce ördü kozasını, dilini oluşturdu, kendi öyküsünü yarattı,” demesinden anladığımız kadarıyla bunlar üzerinde uzun uzun çalışılmış öyküler. Zaten kitabı okuduğumuz zaman da acemi metinlerle değil, usta işi öykülerle karşılaşıyoruz.

Kitap ilk olarak kapak tasarımıyla okuru çekiyor, kapaktaki boşlukla kedisizlik duygusu çok başarılı bir biçimde verilmiş. İçerik olarak da öykülerde; bazen giden bir kedinin bıraktığı boşluk anlatılmış, bazen kaybedilen bir oğlun, bazen bir bayrak direğinin yalnızlığı anlatılmış bazen yaşlı bir adamın. Yani kapaktaki boşluk duygusu kitabın geneline yayılmış.

Kitabın ilk öyküsü olan Bir Göç Destanı’nda, görünürde ‘hüzünlü bir şarkı gibi göç eden yaban kuşları’ ve onların çağrısını duyup, bu göçe katılmak isteyen evcil kuşların hikâyesi anlatılıyor. Gördükleri her kanat çırpışa katılmak, duydukları her çığlığa karışmak isteyen tutsak kuşların iç acıtan öyküsü, sonsuz gökyüzündeki özgür kardeşleriyle birlikte olmak için çırptıkları her kanatta kafesin demirine çarpan, buna rağmen kanat çırpmaya devam eden, kendini kafesin demirine çarpa çarpa öldürenlerin destanı anlatılıyor. Bir çift kanada sahip tüm canlıları etkileyen özgür çağrıya kulağını tıkamayan bir adamın da hiç düşünmeden kanat çırparak kuşlara katılmasıyla öykü son buluyor. Görünürdeki öykü özgür kuşların göçü ve tutsak kuşların bu serüvene katılma uğruna ölümü göze almaları. Ama özgürlük-esaret kavramları üzerinden giden görünmeyen yüzü pek çok farklı okumaya kapı aralıyor. Yazar, “Bir çift kanada sahip olan herkes, her şey takılın ardımıza! Kullanın o kutsal organlarınızı. Şimdi değilse ne zaman?” diyerek, bize de soruyor, ne zaman o özgür çağrıya kulak vereceğimizi.

Kitaba adını veren öykü, birinci ve üçüncü tekil anlatıcılar ağzından anlatılıyor. Olaylar Tanrı anlatıcı tarafından verilirken, duygular insanın kendi beninden aktarılıyor. Bölük pörçük hatırlamalar, dolaylı anlatımlarla öykü okura olanları hissettiriyor ama açıkça ifşa etmiyor. Aslında bu Soydan Kızgın’ın yazım tarzıyla ilgili bir şey, kitaptaki diğer öykülerde de bunu görüyoruz. Soydan Kızgın’ın öyküleri; oturduğu yerde okuyup bitince kalkıp giden okurlar için değil, metinle birlikte hareket edip bittiği zaman da oturup üzerine düşünenler için yazılmış gibi duruyor. Edebiyatımızın nispeten az işlenen konularından biri olan insan ve hayvan arasındaki sevgiyi en güzel biçimde anlatan öykü, “Demek ölmemiş kedim! Üstelik beni hatırlıyor, aradan geçen yıllar yaşadıklarımızı silememiş. Oysa bu iki yılda kimler unutmamıştı ki beni,” diye bitiyor.

“Yalnızlık, bahçede gezinen ama karda iz bırakmayan, ölüm kadar acı, çocuklar kadar gerçek bir histi. Yutuyordu her şeyi, baş edilemiyordu.” Göçler sonrası boş kalmış bir köyün, boş kalmış okulunun, bir başına kalmış bayrak direğinin gidenlerin ardından yalnızlığıyla başa çıkamayışı, sitemi, kederi, ölümü bekleyişi anlatılıyor, anlatıcısının –bayrak direğinin– adını taşıyan öyküde. Boş kalan köylerde bırakılanların sadece taş, toprak değil, acısıyla tatlısıyla bir hayat olduğu vurgulanıyor.

Karlı bir kış günü cam kenarına oturup geciken sevgiliyi beklerken akıldan geçen, –birbiriyle ilgisiz düşünceler– bilinç akışı tekniğiyle verilmiş, Seni Beklerken isimli öyküde. “Yan yana gelişimizin bir saat ya da bir gün sonrasında yine ayrılık varsa, birlikteyken de ruhum gidip o ayrılığı yaşıyor. Ne teninin sıcaklığı beni ayırabiliyor o yerden, ne de kollarında kaygılardan uzak bir düşe dalabiliyorum,” diyen yazar gene de vuslat anını beklemeye devam ediyor.

Siz en çok hangi rengi sevdiğinizi ilk ne zaman düşündünüz, peki neden sevdiğinize hiç kafa patlattınız mı? Öyle, bana çok yakışıyor gibisinden değil, ciddi ciddi üzerinde düşündünüz mü? Bir kızı etkilemenin tek yolunun o rengi anlatabilmeniz olduğu sanrısıyla yazdınız da yazdınız mı? Gün gelip de duvarları o sevdiğiniz renkle boyalı bir hapishaneye düştüğünüzde, o rengi sevmeye hâlâ devam mı ettiniz? Adıyla müsemma öyküsünde yazar, geçmişle bugün arasında gidip gelerek bize en sevdiği rengi, BEYAZ’ı anlatıyor.

Kumrular da Giderse isimli öyküde, yaşlı bir adamın yalnızlığını gün be gün okurken, onun aksi maskesinin altına gizlenmiş insan yüzünü görüyoruz. Çevre için endişelenen, kumrular korkmasın diye yaz sıcağında balkona çıkmayan, kısacık bir paragraftan ötürü bütün kitabı kutsayan bir adamla karşılaşıyoruz. Komşuları onu sevmese de, okur olarak biz seviyoruz, öykünün bir yerinde, “Acaba en çok sevdiklerimiz, hiç vazgeçemeyeceğimizi düşündüklerimiz, hayatımızı an­lamlı kılanlar, aslında bir yanıyla da en ürkek olanlar mıdır? Ani bir ses, olmadık bir şey, onları bütünüyle bizden kopara­bilir mi? Hiç hesapta yokken, kendimizi zehir zemberek bir yalnızlığın içinde bulabilir miyiz?” diye soran bu adamı.

Yazar metaforlarla ördüğü Refik Sakinlik’in Bir Günü isimli öyküde, deniz kırlangıçlarıyla ilgili belgeseli anlatırken, aslında cezaevlerindeki direnişi anlatmaktadır. Öyküdeki hazin gerçek ise, insanların ölüm orucundakilere belgesellerde anlatılan hayvanlar kadar bile olsun ilgi göstermemesidir. Kırlangıçların fedalarını saatlerce izleyenlerin, cezaevlerindeki ölüm oruçlarına ilgisinin bir zap ânı kadar olmasıdır.

Adı Cemal Süreya’ya bir selam olan Güvercinka’da, bir Cumartesi Annesi’nin gazeteciye anlattığı oğlunun kaybediliş öyküsüyle, iki arkadaşın İstiklal Caddesi’ndeki yürüyüşleri sırasında anlattıkları ayakları bağlı güvercinin öyküsü birbirine paralel ilerliyor. En sonunda anne, gazeteci, iki arkadaş ve güvercinin yolları Galatasaray Lisesi’nin duvarında bir şekilde kesişiyor. Kanadı kırık anne güvercine, kaybedilmiş oğul Mesut, iki arkadaştan Metin’e dönüşüyor. Belki de biz, anneyle oğul son bir kez olsun yakınlaşabilsinler diye, öyle hayal ediyoruz.

Soydan Kızgın, yağmurun içine içine yağdığı evin akan yerlerine kap kacak yetiştirmeye çalışırken, Bir Sürü Yağmur isimli öyküyle kitap sona eriyor. Öyküden geriye bir paragraf kalıyor aklımızda, “Dağlar çınlıyor, ama saray yavruları ses vermiyordu. Sular, tomurcuğa durmuş bahar kokulu ağaçlar, yapraklar çınlıyor; dikenli teller, sıvalı duvarlar, mermer basamaklar susuyordu. Koca bir gök dile gelmişti, ama onlarda bir ölü sessizliği…”

Soydan Kızgın, hayatla derdi olan, bir şeyler anlatmaya çalışan bir yazar. Son dönemde yazılan öykülerde toplumsal duyarlılığın bulunmadığı yönünde yaygın bir tespit var. Soydan Kızgın’ın öyküleri adeta buna bir karşı çıkış gibi, ajitasyona düşmeden, ‘kör kör parmağım gözüne’ demeden, edebiyattan da asla ödün vermeden, metaforlarla bezediği anlatımıyla, toplumsal acılarımıza tercüman olan bir öykü kitabı hazırlamış.

Kedisiz
Soydan Kızgın
Öykü
Postiga Yayınları
Mart 2011 – 125 Sayfa

Mehmet Fırat Pürselim
[email protected]

 

More in Kitap

You may also like

Comments

Comments are closed.