Eşitsizlik, gelir dağılımı ve Türkiye’de yaşanan protestoların ekonomi-politiği – Özlem Onaran

Gezi Parkı’nda yaşanan adaletsizlik ve polis şiddeti otoriterleşen iktidara yönelik öfkenin ve memnuniyetsizlik hissinin arttığı bir süreçte bardağı taşıran son damla oldu. Protestoların hedefinde iktidar ve iktidarın özellikle gençleri ve kadınları hedef alarak muhafazakar-İslami bir yaşam tarzına özendirecek şekilde ürettiği sosyal politikaları; aralarında laiklerin, Kürtlerin, sosyalistlerin ve sendikacıların bulunduğu muhalif gruplara yönelik suçlu yaratma ve tutuklama süreçleri; ve en önemlisi özelleştirme hamleleriyle büyük şirketleri kayıracak şekilde rant alanları oluşturan, doğayı katleden ve ciddi bir emekçi kitlesinin de güvensizlik hissi yaratan neo-liberal ekonomi politikaları oldu.

27 Mayıs ve sonrasında yaşananlar Türkiye’de siyasi hareketlerin kolektif hafızasında tarihi öneme sahip olacaktır. Bu süreç, muhafazakâr, neo-liberal ve otoriter özellikler taşıyan AKP hükümeti döneminde yetişen yeni kuşağın kendiliğinden örgütlenmesine ve hareketlenmesine ön ayak olmuştur. Hareket, katılan gençlerin yaratıcılıkları ve mizah duygularıyla bir ilham kaynağı oldu. Her yaş grubundan aktivistler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları ve farklı ideolojik çevrelerden siyasi grupların katıldığı bu hareketin ortaya çıkmasıyla bir ilk yaşandı. Polis şiddetine ve toptancı bir bakış açısıyla protestocuların suçlu ilan edilmesine karşın, hareket yok olmanın çok ötesinde. Mevcut durumda, hareket yerel parklara yayılarak mahalle toplulukları halini aldı.

Devam eden bu kararlı direnişe rağmen, Türkiye’de AKP hükümetine ilişkin halkın tavrında ciddi bir bölünmenin olduğu da bir gerçektir. Hükümete destek muhtemel bir düşüşle karşı karşıya olsa da halen ciddi bir kesim desteğini hissettirmektedir. Bu güne kadar, protestocuların demokratik taleplerine ilişkin pek çok şey söylendi. Ancak, iktidara karşı memnuniyetsizliğin ve aynı zamanda iktidarı destekleyen kitlelerdeki hoşnutluğun arka planını oluşturan kamu hizmet ve gelirlerinin topluma pay edilmesi meselesi üzerinde fazla durulmadı. AKP, hem özellikle seçim dönemlerinde gelir seviyesi düşük kesimlere yakıt ve yiyecek dağıtılması suretiyle ve hem de alt gelir gruplarını gözetecek şekilde yapılan kurumsal değişikliklerle –örneğin yoksul kesimlerin ve özel sektör çalışanlarının kamu sağlık hizmetlerine erimişinde kolaylıklar sağlanmıştır- kamu gelir ve hizmetlerinin topluma pay edilmesinde alt gelir gruplarını gözetmiştir. Özellikle emekli maaşları ve dul ve yetim aylıkları dışındaki sosyal transferlerin Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya (GSYH) oranı 2006’da %0,9 iken, 2010’da bu rakam katlanarak %1,8 olmuştur[1]. Görece yoksulluk oranı (kişi başı tüketim giderlerinin ortalama değerinin %50’sinin altında kalan bireylerin oranı) 2002’de %18,5’den 2006’da %16’ya gerilemiştir[2]. Asgari ücretlerde de ciddi bir artış yaşanarak: 2002’de orta derecede ücrete oranı 0.61 olan tam zamanlı çalışan asgari ücretleri 2011’de 0,71’e yükselmiş ve aynı dönemde asgari ücretin ortalama ücrete oranı 0,32’den 0,38’e yükselmiştir.[3]

Diğer taraftan, topluma yeniden pay edilen gelirlerin kaynağı zengin kesimlerden tahsil edilen vergiler ve ticari gelirlerden ziyade mavi yakalı çalışanlar ve beyaz yakalı profesyonellerin gelirlerinden sağlandı. Bu politika işverenlere yoksul kesime zarar vermeden gelirlerini arttırabilmeyi sağladı. Bu durum oynak seçmen desteğine karşın kitlelerin sınıfsal kümelenmelerini kısmen açıklayabilir.

Son on yılda güvensizlik duygusu tüm çalışan kesimler için arttı. 1994 ve 2001 krizlerini takiben milli gelirden pay edilen ücret oranlarındaki düşüş AKP hükümetinin iktidarda olduğu 2008 senesine kadar devam etti. 2008’deki nisbi yükselişe rağmen, ücret paylaşımı halen 2001 krizi öncesi seviyeye ulaşamamıştır. 2000 yılına kıyasla, 2011’de %1,4 oranında düşüktür ve 1991’deki seviyenin %9,6’lık bir oranla gerisindedir[4]. Ayrıca, 2006 ve 2011 yılları arasında tüm ücret gelirleri arasında en düşük %40 ve en yüksek %20 ücret oranları artış göstermesine karşın, %40’lık orta ücretlilerin gelirleri düşmüştür.

On yıllık AKP iktidarı döneminde Taşeron işçi sayısı üç kat artarak 1,5 milyon seviyesini aşmıştır. Bu süreçte sendikalaşma oranı OECD ülkeleri içinde en düşük- Doğu Avrupa, Meksika ve Kore’nin de altında bir oranla- %9,5’den %5,8’e gerilemiştir.[5] Neredeyse bine yakın çalışan iş kazalarında hayatını kaybetmiştir. İstanbul’da büyük bir fabrikada işyeri hekimliği yapan Dr. Ahmet Tellioğlu ‘fakirlik seviyesinin biraz üstünde olanlar veya asgari ücretin biraz üstünde ücret alanlar ya da başka bir deyişle kaybedecek bir şeyleri olan çalışan herhangi bir kişi, artık Türkiye’de kendini daha da güvensiz hissetmektedir’ dedi.

Enteresandır, bu muhafazakâr neo-liberal idare altında yeniden pay etme dinamiği Brezilya’da yükselen eğilimle benzerlikler taşımaktadır. Brezilya örneğinde, iktidarda olan ve AKP’nin aksine daha ilerici politikalar izleyen İşçi Partisi benzer şekilde asgari ücretlerin artış ve fakir ailelere çocuk yardımı gibi yoksullara yönelik iyileştirmeler yapmıştır. Ancak tüm bunlar mali disiplin ve sıkı maliye politikası gibi neo-liberal politikaları devam ettirme azminin yoksunluğu ya da yoksulluğun kaynaklarını kurutacak kentsel paylaşımın yapılamaması gibi durumlarla perçinlendi. Bu durum beraberinde sosyal hizmet, gelirler ve endüstri ve kamu çalışanlarını içine alan geniş bir çalışan kitlesinin çalışma koşullarında ciddi bir aşınmayı beraberinde getirerek, partinin çekirdek seçmen kitlesini de partiden uzaklaştırdı.

Neo-liberal vurgunculuk ve finans kaynaklı büyümeye dayalı bir kalkınma, sosyal uyum ve bölgesel yakınlaşma modeli olabilir mi? Hayır. Türkiye’nin, ani yükseliş ve düşüşlerin damgasını vurduğu yakın tarihine ve 1994, 2001 ve 2009 krizlerine bakacak olursak, bu model ne ekonomik olarak ne de toplumsal olarak sürdürülebilir. Yakın geçmişte yaşanan küresel krizde, Türkiye 2009 yılında diğer gelişen ekonomilerde yaşananlardan çok daha derin ekonomik durgunluklardan birini yaşadı. Türkiye’nin, ucuz iş gücü, spekülatif finansal kapital akışı ve yüksek ticaret açığına dayanan büyüme modeli, küresel bir durgunluk olmasa bile er ya da geç bir kriz yaşayacaktı. 2009’dan bu yana devam eden iyileşme süreci eskisi kadar hassastır. AKP’nin ekonomi politikalarında eksik olan gerçekten kalkınmayı hedefleyen endüstri politikalarıdır.

Şüphesiz, bu istihdamsız bir büyümedir. 2013 Mart ayı itibariyle (makale kaleme alınmadan açıklanan son TUİK verilerine göre) kentlerde işsizlik oranı (tarım dışı sektörlerde) kadınlar için %16,5 ve erkekler için %10,2 seviyesine yükselmiştir. Genç şehirli erkekler için işsizlik oranı %19,4 ve genç şehirli genç kadınlar (15-24 yaş aralığında) için bu oran %26,5 seviyesine yükselmektedir. Şehirlerde yaşayan genç erkeklerin %18,7’si, genç kadınlarınsa %30,2’si bir yıldan fazla bir süredir işsiz kalmıştır. Yüksek işsizlik oranlarıyla birlikte, şehirlerde kadın istihdam oranı %27,6 seviyesiyle sıra dışı bir şekilde düşüktür. Bu oran ucuz ve kamu yararını gözeten çocuk bakım hizmetlerinin yoksunluğu düşünüldüğünde sürpriz değildir. Başbakanın en az üç çocuk sahibi olunması yönündeki açıklamaları ve şehirlerde kadın istihdamı kalkınmış ülkelerde görülmemiş bir şekilde oldukça düşük seviyelerdeyken kadınların kürtaj ve doğum kontrolü haklarını hedef alan açıklamaları hükümetin kadın karşıtı politikalarına harika örneklerdir.

AKP bir süredir IMF’ye olan borcun son taksitini ödemekle övünüyor. Ancak son 10 yılda Türkiye uluslararası finans piyasasına ciddi miktarda borçlanmış ve özellikle özel sektörün dış borcu öngörülemeyen seviyelere ulaşmıştır (Yeldan, 2013b). Bu kırılgan bir modeldir… Özel sektör borçlularının iflası durumunda tüm bu sektörel kayıplar kamulaştırılır. Avrupa çevresi, Güney Amerika ve Doğu Asya’da daha önce yaşanan krizlere eklenebilecek güncel bir örnektir. Türkiye’deki bir sonraki düşüş ve kriz için söylenebilecek ‘ya olursa’ değil, ‘ne zaman olacak’ sorusudur ve buna karar verecek olan da uluslararası finans yatırımcılarıdır. Siyasi istikrarsızlığın artmasıyla gerçekleşen son yabancı sermaye çıkışları bu yönde sinyaller vermektedir. Ancak bir sonraki sermaye çıkışı ABD Merkez Bankası FED’in ekonominin iyileşmeye devam etmesi halinde, mali rahatlama programını kademeli olarak yavaşlatabileceği (piyasalara nakit arzı) açıklamasının ardından yaşanmıştır. 2008’den bu yana dünyanın en büyük merkez bankalarının agresif yayılmacı mali politikaları yüksek spekülatif dönüşler arz ederek, Türkiye gibi yükselen piyasalara sermaye akışını beraberinde getirmiştir. FED’in açıklamalarının uluslararası sermaye hareketleri üzerinde olumsuz etkileri dünya çapında benzer sonuçlar doğurmuş ancak özellikle Türkiye’de durum daha da zorlu olmuştur. Eş zamanlı olarak, hükümet protestoları uluslararası aktörler ve “faiz lobisinin” bir komplosu olarak nitelendirmiş ve hükümet için bardağı taşıran son damla olan yakın zamanlı sermaye hareketleri borsada özellikle yabancılar tarafından satılan hisselerin takibini hedefleyen resmi soruşturmaların başlamasına ön ayak olmuştur.

Maalesef, sermaye çıkışlarında etkili faizin sermaye hareketlerini yöneten reel faizle alakası yoktur bu ancak komplo söylemini desteklemek için ortaya atılmış ve bu sıra dışı toplumsal hareket üzerine şüpheleri çekmeyi amaçlamıştır. Neyse ki, bulaşıcı olan sadece uluslararası sermaye akışı değildir. Wall Street’ten Tunus, Türkiye ve Brezilya’ya kadar ayaklanan halklar dünyadaki sessiz çoğunlukların memnuniyetsizliğini dile getirerek umutsuzluğu önce öfkeye ve ardından umuda dönüştürdü. Deneyimleri tüm dünyada birlik duygusunu ateşledi. Önce bölgesel olarak başlayan bir domino etkisi yarattılar ama şu an geldikleri noktanın, bölge sınırlarını çoktan aştığına inanıyorum. Çok fazla ortak yönleri vardır.  Tüm bunlar gittikçe artan eşitsizlik, işsizlik, güvensizlik ve temel ihtiyaçların tedarikinim metalaştırılması kadar demokrasi, ifade ve kitlelerin temsilinin yoksunluğundan da kaynaklanan hareketlerdir. Gösterilerin genç aktörleri, kendilerinden önceki nesillere kıyasla, krizlerin –enerji krizi, iklim değişikliği, çevre krizi, gıda krizi- çok yönlü karakteri hususunda aydınlanmıştır. Öncesinde herhangi bir örgütlenme içine girmemiş genç kadın ve erkekler gösterilerde en ön sıralarda yer almıştır.  Bunun gençler arasındaki yüksek işsizlik oranı ve giderek artan güvensizliğin tavan yaptığı bir dönemde ortaya çıkması hiç şaşırtıcı değildir. Bu, geleceği konusunda endişe eden, çalışıyor olsa bile ancak kısa süreli iş sözleşmeleri olan ya da gayri resmi sektörde yarı zamanlı çalışmak zorunda kalan, çoğunlukla çok düşük ücretler alan ve eğitim düzeylerinin çok altında ve amaçlarıyla örtüşmeyen işlerde çalışan yeni bir nesil. Türkiye’nin isyanlarla dolu bir geçmişi var ancak Yunanistan, İspanya ya da Mısır’daki isyan görüntülerinin İstanbul, Ankara veya İzmir’de ilk kez bir ayağa kalkanların hafızasında, genç Türk insanlarının kolektif hafızasında, askeri darbe ve yönetici elit kesim nesilleri tarafından kalıcı olarak silinen, itibarı sarsılan ya da şeytanlaştırılmış Türkiye tarihinden çok daha büyük bir yer kaplıyor.  Bugün korkuyu yenmek ve isyan etmek bir gurur vesilesi. Sonrasında ne olursa olsun, tüm bu hareketler sosyal genlerimizi sonsuza dek değiştirmiştir.

Sıra size gelebilir…

Prof. Dr. Özlem Onaran, (University of Greenwich ) Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (AnalizTürkiye), Londra: Analiz Türkiye (http://researchturkey.org/?p=3717&lang=tr)

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR