Yeşeriyorum

Dönülmez akşamın ufku (1): Kyoto-Kopenhag kapatılması – M. Ali Uzelgün

0

Gelsin
hayat bildiği gibi gelsin
İşimiz bu yaşamak
Unuttum bildiğimi doğarken
Umudum ölmeden hatırlamak

İklim değişikliği gündemi Kopenhag zirvesine (UNFCCC 15. taraflar konferansı)  kilitlenmiş durumda. “Kopenhag”a bir ay kadar kala, iklim değişikliği camiası gün sayarken, bu zirveye atfedilen önemin sorgulanmasında fayda var. Kopenhag zirvesinde alınacak kararların “dünyadaki tüm canlı yaşamının geleceği” ne dair olduğunu işitmek biraz tuhaf geliyor kulağa.

Nasıl yani, şimdi bu liderler, yeryüzündeki yaşamın geleceğine dair bir karara mı varmaya çalışacaklar? Bunun ne kadar dev bir retorik olduğunun farkında mısınız? Bunu aşacak bir retorik düşünmek güç. Belki de tam bu yüzden, buna inanmak da güç. Öte yandan bilim dünyası sürekli yeni bulgularla, bu retoriği çağrıştıracak önem ve aciliyette açıklamalarla, atmosferdeki sera gazı miktarının arttırılmasının tehlikesini vurguluyor.

Nitekim, dünya hükümetleri de BM çatısı altında onbeşinci defa buluşuyorlar. Görüşmelerin tarihi daha eskiye gitse de, sera gazlarını azaltmayı hedefleyen süreç, hükümetler arası düzeyde, en azından 15 yıldır devam ediyor. Artık Kyoto, Johannesburg gibi öne çıkan zirvelerden bahsetmeye hacet yok. Bir şeyi belirtmekte fayda var ama: Küresel sera gazlı miktarı “artan bir ivmeyle” artmaya devam ediyor (mesela Kürsel Karbon Projesi 2007 verilerine bakılabilir*). İlginç bir şekilde iklim değişikliği hakkında okumak istediğinizde, örneğin internette, Kyoto, Kopenhag gibi isimlere toslamanız an meselesiyken, bu bilgiye ulaşmak hiç de kolay değil.

Nasıl olabilir? Bir yanda, dünyadaki canlı yaşamının (önemli bir bölümünün) yokolması tehlikesi gibi bilimsel bir “olasılık”, öte yanda en az 15 yıldır devam ettiği halde verimliliği artırmak eksenini aşmayan, küresel sera gazlarının artmasının yavaşlamasını bile sağlayamayan bir “hükümetler arası süreç”? Bu, hükümetler arası sürecin de, o sürece katılan hükümetlerin de, bu sürecin işlediği siyaset tanımının da komik duruma düşmesinden başka nedir? Bilimin komik duruma düşmesi olabilir belki…

Hangisine daha az güvenirsiniz? Bilime mi, politikacılara mı?

Politikacılardan başlayalım, daha kolay, hatta fazla söze gerek de yok. Birleşmemiş Milletler çatısında bu güne kadar üretilmiş iklim değişikliği politikası (politics), sera gazlarının azaltılması için hiçbir yapısal değişiklikten (ör: fosil madenciliğinin sınırlandırılması, ekonomik gelişmenin sorunsallaştırılması, tüketim toplumu vb.) söz bile açmazken; verimliliğin artırılması başta olmak üzere, elle tutulup gözle görülmeyen bir kısım gazlara paha biçilip bunların alınıp satılmasını da sağlayan bir dizi politikalar (policies) geliştirdi. Konuşulan dev retorik karşısında, “tarihe geçecek” bir adım atılmış, hatta konuşulmuş bile değil. Konuşulan, yapılmaya çalışılan, enerji verimliliği, teknoloji transferi, finansman gibi zaten daimi gündem olan ekonomik küreselleşmenin zorunlu adımları. Öte yandan 2008 yılını, insanlığın atmosferdeki gazların ticaretini yapmaya başladığı (ya da kalkıştığı) yıl olarak hatırlayabiliriz.

Haksızlık etmeyelim, politikacılarımız, oy topladıkları insanların rahatını düşünmekten başka birşey yapmıyorlar. Öyle bir rahat ki bu, kaçırılmaya gelmiyor. En rahat insanların hükümetleri, Kyoto Protokolünün gelişmiş ülkeleri, bu işi kimsenin rahatını kaçırmayacak şekilde, “işler tıkırında” çözmek için inanılmaz beceriler göstererek bu anlaşmayı hazırlamışlardı. Bu takdire şayan beceri neticesinde, “dünyanın sonu gelmesin” isteyen herkes şimdi Kopenhag’a kilitlenmiş durumda. “Yaşamın ve insanlığın büyük tehlike altında olması” retoriğiyle tüm ülkeler ve insanlar karbon pazarına dahil edilimeye çalışılıyor. Bu pazarda tüm sera gazı salımları eşitleniyor, “denkleştiriliyor”. Bu ticarete karşı koymak bir solculuk retoriğine indirgenmeye çalışılıyor, halbuki atmosfere bırakılan tüm karbonu aynı-denkleştirilebilir ilan etmek, haksızlığın, adaletsizliğin, düz mantığın ta kendisi. Nasıl bir siyasi tartışmaysa bu, gelişmiş ülkelerdeki lüks hayat karbon salımları ile fakir ülkelerdeki yaşamsal karbon salımlarını aynı markete sokmanın siyasi ve ahlaki sorunlarını tartışmaya vakit yok! Zengin ülkeler, fakir ve verimsiz ülkelerin “enerji yatırımlarına destek” olacaklar, ekonomiler verimli ve düşük karbonlu hale getirilecek, küresel sera gazı salımlarındaki artış biraz yavaşlatılmaya çalışılacak. Öte yandan yeşil enerji reklamlarıyla özdeşleşmeye başlayan dev petrol şirketlerinin kutuplarda kolaylaşan petrol çıkarma girişimleri kızışıyor…

Basireti bağlanmış gözüken sol/yeşil eleştiri ise, iklimin dengesizleşmesinin asıl sebebinin yeraltındaki karbonun ucuz enerji – verimli ekonomi için atmosfere pompalanması olduğunu bildiği halde, başka “gerçekçi” yol bulamadığı için olsa gerek, neoliberalizmin Kyoto-Kopenhag eksenine kilitlenmiş vaziyette. Kopenhag’dan talep edilen, rakamsal olarak daha radikal önlemler gibi nicel düzlemde iken; atmosferin borsada alınır satılır hale gelişine riayet gibi nitel bir teslimiyetten bahsedebiliriz.

Bir detayı hatırlamakta fayda var. Birleşik Devletler senatosunun Temmuz 1997’de, Kyoto’dan hemen önce aldığı, Byrd-Hagel isimleriyle anılan karar yukarıdaki önermelere ispat niteliğinde. Birleşik Devletler’i Kopenhag’da da bağlamaya devam eden bu yasa**, (1) gelişmekte olan ülkelerin de bağlayıcı hedeflere imza atmadığı bir emisyon azaltımı anlaşmasına, (2) Amerikan ekonomisine ciddi etki yaratacak her tür bağlayıcı metne imza atmasını engellemekte. Yasamalara kadar kristalleşmiş iklim değişikliği politikalarındaki iki yüzlülük, küresel yönetişim siyasetinin ne tür bir “sinerji” ile işlediğini açıklıyor olmalı. Birleşmemiş Milletler derken, bir esprinin ötesinde, tersine dönmüş bir dünyanın, barışın savaş, özgürlüğün esaret olduğu bir siyasi-sosyal düzenin hatlarını izlemeye davet söz konusu. Hal böyleyken, “El Obama” bütün pozitif imajıyla Kopenhag için boş umutlar ve saf iyi niyetlerden başka ne üretebilir? İklim değişikliğini ciddiye alan muhalif oluşumların Kopenhag zirvesine kilitlenmiş gündemlerini, iyimser beklentilerini nasıl anlamlandıracağız? Bir “yönetişim tiyatrosu” halinde işleyen küresel demokrasiye, dünya liderlerine yönelik beklenti ve umutlar, liberal demokrasiye bağlılığın körleştirmesinden gayrı nasıl anlaşılabilir?

25 yıldır Hindistan hükümeti adına BM çatısı altında çalışan, Rio ve Johannesburg zirvelerinin organizasyonunda önemli görevler almış Nitin Desai, Ekim 2009’da gerçekleşen bir konferansta, bunca yılın deneyiminin ardından küresel iklim değişikliği sorununun demokrasi yoluyla çözülebileceğine dair inancını yitirdiğinden bahsediyordu. Sorunun, küreselleştiği iddia edilen toplumların politik kabullerinin (ya da iluzyonlarının) sorgulanması noktasına dayandığını açıkça ifade eden saptamaya, İngiliz Yeşilleri ve Dünya Dostları (FoE)’nın kadim ismi Jonathon Porritt tam destek verdi. Çin’in eleştirilen “demokrasi yoksunluğunun” iklim değişikliği politikalarında dünyanın kalanına göre çok daha hızlı ve etkin olduğunun altını çizince de “çevreci stalinizim” eleştirisine maruz kaldı. İklim değişikliği üzerinden kurulan “varlık-yokluk” retoriği ne zaman ciddiye alınıp toplumsal organizasyonu, kalkınmacılığı, kapitalist üretim biçimini, ya da küresel yönetişim denilen acayip şeyi sorunsallaştırılacak şekilde tartışılmaya çalışılsa, derhal bir “Stalin” kartı çıkartılıyor masaya. Sovyetler de çevreci değildi gibi bir konu dışı argümanla, bu retoriğin zorunlu kıldığı tartışma düzlemi paranoyakça algılanan bir sosyalizm mücadelesine bağlanarak sabote ediliyor. İklim değişikliğini “gerçekçi” bir şekilde tartışmanız icap ediyor; gerçeklik üzerinde kurulmuş abluka, ya da liberal hegemonya, konunun taraflarının verimlilik, teknolojik önlemler, yenilenebilir enerjiye geçiş gibi spesifik alanlara kapatılmasını sağlıyor. Bu kapatılmışlık halinde Kopenhag’a kalan günleri sayan muhalif oluşumlar, gerçekten de mapus duvarına çentik atan biçare mahkumlar gibiler. Düşünsenize, yaptığınız araştırma ve okumalar dünyanın özellikle fosil madenciliği, çılgın tüketim, kapitalist üretim biçimi yüzünden tehlike altında olduğunu bildirecek, siz ülkenin bugüne kadar çıkarmaya tenezzül etmediği kalitede kömürlere göz dikmiş olan Tayyip Erdoğan hükümetinin Birleşmemiş Milletler politikasındaki angajmanı için metod peşinde koşacaksınız. Belki dua işe yarar?

Kopenhag’dan ne beklenebilir? Bu sorunun cevabı için İngiliz hükümetinin Ekim 2009’da kamuoyuna sunduğu, 4 derecelik bir ısınmanın dünyayı nasıl bir hale sokacağını modelleyen haritaya başvurmakta fayda var. 4 derecelik ortalama sıcaklık artışının yüzyıl ortası kadar yakın zamanda söz konusu olduğunu vurgulayan açıklama, aciliyet ve tehditleri adeta yeniden tanımlıyor. Aktivistler 2 derecelik ısınmayı ve iklim değişikliğini “durdurmayı” tartışadursunlar, UNFCCC sürecinin mimarları katastrofla yüzleşmeye başladılar. Biraz da bu yüzden belki, şimdi karbon borsası yerine ya da yanına, karbon vergisi gibi daha etkin bir adımı gündeme almaya başlıyorlar. Karbon vergisinin toplumun tüm kesimlerine birden vurmasını daha önceki bir yazıda** konu etmiştim. Bundan sonraki bölümde 30 yıldır ekonomik önceliklere kurban edilen, verimlilik ve ticaret politikalarıyla geçiştirilmeye çalışılan küresel iklim değişiminin bilim-toplum etkileşiminde nasıl bir hal aldığını incelemeye çalışacağım.

Hakikat ne şekilde işlerse işlesin bizim sosyal gerçeklik içinde kulaç atmaktan başka seçeneğimiz yok. Sosyal gerçekliği güçlü holding medyasının avucundan kurtarma çabasında küresel ısınma iletişimi ve söylemini dert etmeye, deşifre etmeye bireysel ve kolektif pratik içinde devam etmeliyiz.

* http://www.globalcarbonproject.org/

** http://www.nationalcenter.org/KyotoSenate.html

*** http://yesilgazete.org/2009/04/10/karbon-borsasi-karbon-vergisi-ve-karbon-algisi/

Mehmet Ali Üzelgün

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.