Hafta SonuManşet

Didem Nur Güngören ile Marcel Proust’un İzinde

0
Marcel Proust’un göründüğü tek videoda yazar, 37. saniyede gri takım elbisesiyle merdivenlerden iniyor. “Şimdiye kadar bulunan tek videosu olduğundan, Proust severleri çok heyecanlandıran bir an” diyor Didem.

Kayıp Zamanın İzinde romanını hayatının bir döneminde eline almış biri, Marcel Proust’un o akıp giden anlatımı arasında birkaç aydınlanma yaşamış, birkaç cümlesi üzerinde tekrar tekrar gezinmiştir.

Kendi yolculuğumun yanında Didem Nur Güngören’inkini de takip etme şansım oldu. Didem, Galatasaray Üniversitesi’nde İletişim okuduktan sonra akademik olarak Proust üzerine çalışmayı tercih etmiş.

Didem Nur Güngören

Sorbonne’dan Grenoble Üniversitesi’ne geçen yolculuğundan çıkarabildiğim kadarıyla da cesaret isteyen, zor ve özel bir yolculuk olmuş onunkisi. Geçen yıl, Proust’un Le Figaro gazetesinde yayınlanan kimi denemelerini Kayıp Zamanın Etrafında* başlığı altında çeviren ve yayına hazırlayan Didem’le doktora tezinin son aşamasında Proust üzerine konuşmak için bir araya geldik.

***

Bahar Topçu: Proust okumak demek Kayıp Zamanın İzinde’yi okumak demek. Öncelikle bir okur olarak romanı yazarıyla bir görüyorum açıkçası ve bunu sormak istiyorum sana,

Kayıp Zamanın İzinde romanında okuduğumuz şey, her ne ise – hayat, insan–, Proust’un bir yazar olarak kendisine mi işaret eder?

Didem Nur Güngören: Belki her şeyden önce şunu söylemek lazım, Proust romanının bir anlatıcısı var; adı Marcel de olabilir çünkü bir iki yerde Marcel ismi geçiyor, ama Proust romanında anlatıcı ve hikâyesi anlatılan adam yazarın kendisi değil, başka biri.

Belki yazarla benzerlikleri olan ama ayrı yönleri de olan biri. Dolayısıyla hikâyenin temeli anlatıcının bir şeyi hatırlayıp retrospektif olarak geçmişe dönüp o hatırlama yöntemiyle sanki bizim okumakta olduğumuz şeyi yazıyor olduğu illüzyonu aslında.

Anlatı bir tür kapalı bir çember, bir kısır döngü ve o kapalı sistemin içinde Marcel Proust anlatıcı ya da kahraman olarak gerçekten yer almıyor. Bunu en baştan söylemek gerekiyor zira ancak bundan sonra Proust romanında ne olduğunu konuşmak kolaylaşıyor, öbür türlü romanla ilgili olarak hep kafamız karışıyor.

Ayrıca  o zaman Proust dediğimizde hep sanki deneme yazmış, romanda da anılarını yazmış bir yazardan bahsediyor gibi oluyoruz.

Bahar: Burada kurgusal bir romandan bahsediyoruz, böyle diyebilir miyiz?

Didem: Evet, nasıl Balzac karakterler üretiyorsa, Proust için de aynı şey geçerli… Burada bizi yanıltan şey romandaki ana karakterin Marcel Proust’a benzemesi –yaşadığı dönem anlamında, mektuplarından tanıklardan bildiğimiz kadarıyla kişiliğinin yapısı bakımından…

Ama Kayıp Zamanın İzinde tam olarak bir kurmaca.

Bahar: Sen çevirdiğin Kayıp Zamanın Etrafında kitabının önsözünde “Proust hayatı boyunca Kayıp Zamanın İzinde’yi yazdı”, demişsin, bu tam olarak ne demek, biraz anlatır mısın?

Didem: Proust’un gençliğinden beri yazdığı şeyler tematik olarak sanki bir noktada gelip Kayıp Zamanın İzinde’de birikmiş denebilir gerçekten de.

Sanki Proust, en nihayetinde romanını yazarken, hayatı boyunca yazmış olduğu her temayı, her imgeyi yeniden ziyaret etmiş ve romanında kullanmış. İlk yazılarından birinde örneğin Kayıp Zamanın İzinde’nin açılışındaki o ünlü uykuya dalma anını görüyoruz mesela…

Bahar: Bütün bu olaylar gerçek değilse, nasıl böyle yazılabilir ki diyorum ve yazarı dinliyormuş gibi hissediyorum bir okur olarak ben, peki ya bu nasıl mümkün olabiliyor?

Didem: Sanırım bu bir illüzyon; özellikle bizim kültümüz genel olarak sözlü geleneğe daha çok yaslandığı için… Okur da olsak, dinleyici de olsak sanki zihnimizde her zaman anlatıcının kendi şahsi hikayesini anlattığına dair bir önsezi mevcut.

Öte yandan, Proust hakikaten buna karşı çıkmış ve üstelik bu eğilime karşı bir metin bir yazmış biri. Saint-Beuvee Karşı eserinin teması bu: Yazar, yazdıklarından ayrı bir insandır ve yazdıkları da onun şahsi hayatına hiç bakmadan bakılabilir, anlaşılabilir.

Ve böyle düşünen bir yazarın dünyanın en büyük kurmaca illüzyonlarından birini kurmuş olması da çok ilginç elbette. Romanın anlatıcısı kişilik olarak Marcel Proust’u andırıyor ama o değil. Bir tür hinlik diyebiliriz bence buna,

Proust sanki okurunu deniyor; kendisiyle kahramanı arasındaki aşikâr benzerliğe rağmen okurunu bu romanı yazarından bağımsız okumaya çağırıyor. Bu illüzyona katkıda bulunan bir başka etmen de anlatının birinci tekil şahısta anlatılması, yani “ben” olarak geçmesi anlatıcının, kendi hikayesini kendi ağzından anlatması. Bu durum, okur zihninde yazarla anlatıcı arasında hızla bağlantı kuruyor; daha ilk cümleden itibaren, “evet yazar Marcel Proust uzun zamandır erkenden yatmış”, diye düşünüyoruz. Ama bu gerçekten bir illüzyon.

Marcel Proust’un göründüğü tek videoda yazar, 1 dakika 25. saniyede ortaya çıkıp 1 dakika 29. saniyeye kadar kadrajda kalarak gri takım elbisesiyle merdivenlerden iniyor. “Şimdiye kadar bulunan tek videosu olduğundan, Proust severleri çok heyecanlandıran bir an” diyor Didem.

Bahar: Kavgam serisini okuyorum. Serinin yazarı Karl Ove Knausgaard doğrudan kendi hayatını aktarıyor ve biz bunu biliyoruz. O da mesela bir Proust hayranı olduğunu ve Kavgam’ın bir bölümünde gençliğindeki gibi nihilizmin, mesela Dostoyevski gibi klasikleri okumanın ergen bunalımı olarak kalmasının nedenlerinden yakınıyordu. Sence neden artık okunmuyor bu eserler?

Didem: Proust’la ilgili büyük efsane çok zor okunuyor olması. Çok uzun, çok karmaşık, büyük bir konsantrasyon istiyor –hele ki bugün, ara ki bulasın o konsantrasyonu, özellikle yaşadığımız modern çağın gerekliliklerinin bize sunduğu uyaranlar içinde. Ama asıl sorun hiçbir zaman Proust’un teknik olarak ulaşılmaz, anlaşılamaz zorlukta bir roman yazması değildir, sorun (bütün klasiklerde olduğu gibi) son derece karmaşık bir şey toplumu ve bireyi, yine son derece detaylı bir biçimde ve uzun uzun anlatmış olmasıdır, bu dünyaya girmek gerçekten de –bütün klasiklerde olduğu gibi– zaman ve dikkat talep ediyor bugün bu zamanı ve dikkati bulmak, ona hayatımızda yer açmak çok da kolay olmayabiliyor.

Proust’un anlattığı şey aslında 20. yüzyılın başındaki ulusal bir sosyetenin, en geniş anlamıyla –Marx’a bakarak konuşursak– bir toplumun ürettiği bir bireyin başına gelenler ve hissettikleri… Bu başlı başına bir iş zaten.

Öte yandan, Proust mesela ahlaki ikilemlerle doludur; örneğin “ben kendim için mi yoksa toplum için mi var olacağım?” Ya da, cinsel olarak olgunluğa ulaşmış bir insanın, kadın ya da erkek, ve hangi cinsle ilgileniyor olursa olsun temel sorusu, “beni seviyor mu?” dur. Özetle: “Ben bir başkasının gözünde beliriyor muyum?”, “Bir başkasının gözünde belirirken acaba ben kendim nasıl olacağım?” “Hem aynı anda görünür hem aynı anda gören nasıl olacağım?” Öznenin aşk dilemmasıdır bir yandan bu.

Bu ikilem işte bütün o ciltlere yayılmış olan, o bu büyük aşk dansını yaratır romanda. Proust’taki diğer bütün zenginlikleri –yani sanatın ne olduğuna dair olan, insanın hem sanatı nasıl görüp yorumladığına dair olan, insanın hem kendisini potansiyel bir sanat üretebilecek bir birey olarak o toplum içindeki birey olarak nasıl konumlanabileceğine dair olan, öte yandan annesiyle ve babasıyla olan ilişkisine, o aileden kopmak ve topluma katılmak, gözünü diktiği aristokratların arasına girmeye dair olan bütün o temaları – bir araya getirdiğiniz zaman, gerçekten ortaya okunması dikkat ve sabır isteyen bir iş çıkıyor ortaya. Bu iş de, toplumda bireyden ziyade tüketici olarak yerini alması gereken, şartlarla böyle şekillenmiş bugünün insanlarına pek uygun bir iş olmayabiliyor.

Bahar: Proust, yazmak ve sanata dair de bir sürü şey söylüyor dedin… yazarlar önce belli bir kitleye yazarlar denir, böyle bir şey var mıydı Proust için? Yazmak nerede duruyor onun için?

Didem: Proust için yazmak evet çok önemli, temel motivasyonu ergenliğinden beri. 19. Yüzyıl sonunda doğmuş biri olarak, bugünün insanın ilk anda aklına hayaline gelmeyecek sınırları vardır Proust’un. Örneğin okula gidemiyor, hastalandığı için, antibiyotikler ya da bugünkü astım ilaçları olmadığı tam olarak iyileşemiyor; evde kalıyor çok uzun bir süre ve evde eğitim alıyor; böylece bu aşamada yazmak önemli bir meşgale oluyor onun için.

Ardından iyileştiğinde, lise döneminde artık ciddi bir edebiyat düşkünlüğü ve kendine has bir stili oluşmuş bulunuyor; arkadaşları daha erkenden onun bu üslubuna “Proustlaştırma” (Fransızcası proustifier) demeye başlıyorlar.

Ayrıca o dönemde yazmak her şeyden önce temel bir iletişim biçimi; yazma işi erken yaşlarda birbirleriyle haberleşmek için kuralları da olan, kendi içinde belli bir tür olan mektupla başlıyor dönemin insanları. Proust için de böyle oluyor elbette. Ve bütün bu mektuplarında malum üslubu erkenden kendisini belli ediyor; detaylı ve çok uzun yazıyor.

Daha sonra arkadaşlarıyla edebiyat dergileri kuruyor, oralarda kimi yazılar yazıyor. Erişkinliğinde snop olmasıyla ünleniyor, bir burjuva olarak aristokratların salonlarına giriyor, böylece Le Figaro’ya madamların düklerin düşeslerin kıyafetlerinin ve katıldığı akşamlar hakkında yazıyor…

Bir tür bir denemeci kimliği ortaya çıkıyor kamusal anlamda. Daha sonra dönemin eserleri üzerine sanat ve edebiyat yazıları yazıyor farklı mecralarda. Bir bakıma dönemin birçok yazarının geçtiği yol bu. Fakat anladığımız kadarıyla Proust’un hep bir roman düşüncesi var zihninde; gençliğinde neredeyse bin sayfa yazdıktan sonra yarıda bıraktığı Jean Santeuil adında, ölümünden sonra yarım haliyle yayınlanan bir romanı var örneğin.

Bütün yazdıklarını topladığımızda –yalnızca yayınlananları ve Jean Santeuil romanını– bugün 10.000 sayfadan fazla bir toplama bakıyor oluyoruz. Ayrıca mektuplarının toplamı 20 cildin üzerinde, bugün hala mektupları çıkıyor ortaya… Sonuçta bütün bunlardan anladığımız yazmanın Proust’un gerçekten de hayatının merkezinde yer aldığı! Adeta nefes aldığı kadar yazmış biri Proust!

Bahar: Kayıp Zamanında İzinde’de ayrıca yayınlanma sorunu var. Yayınlanmış olsa da sonlanmamış olduğu söylenebilir mi? Hikâyenin akışına göre sıralanmış ciltler var ama Proust kendisi bu sıralamayla mı yazdı, biliyor muyuz?

Didem: Romanın son ciltleri Proust öldükten sonra, kardeşinin ve yayıncısının dikkatli edisyonu ile yayınlanıyor; elyazmalarındaki sıra ise oldukça karışık, özellikle son cilt büyük bir soru işareti.

Romanın sonu aslında bir tanıklığa dayandırılıyor, Proust’un yardımcısı Céleste Albaret’nin tanıklığına: Proust, “Céleste çok mutluyum romanıma bu akşam son verdim” diyor ona. Elyazmalarının bir yerinde gerçekten de altına “son” yazılmış bir sayfa var ama Proust bundan sonra da yazmaya devam etmiş!

Her halükârda bu sayfa son sayfa hala romanın sonu olarak baz alınıyor. Yine de Proust uzmanı olmadan, sadece bir okur olarak okusanız bile son ciltte büyük bir zaman atlamasıyla karşılaşır, şaşırırsınız. Zira, Proust romanın sonunu – o uyanış ve aydınlanma anını– 1913’te tasarlamış ve yazmış. Çünkü romanı aslında üç cilt olarak tasarlamış: Swann’ların Tarafı, Guermantes Tarafı ve Yakalanan Zaman.

Bu tasarıda Çiçek Açmış Genç Kızlar ya da Albertine hikayesi yok, Sodom ve Gomorra yok. Çünkü, I. Dünya Savaşı yok; romanın sonunun tasarlandığı ve ilk cildin basıldığı tarih olan 1913’ten bahsediyoruz. Çıkan savaş çok değiştiriyor romanın akışını – ayrıca düzenli basılmasını da engelliyor.

Özetle, Proust romanın sonunu baştan yazmış fakat ölümü, sonradan yazdığı 7000 sayfa ile 1913’teki taslağı uyumlu bir biçimde  birleştirmesine engel olmuş. Bu açıdan romanın sonunu belki de asla bilemeyeceğiz; ömrü el verseydi romanın sonunu nasıl düzenlerdi, nasıl yazardı…

Diyebiliriz ki bu haliyle, aslında elimizde bitmemiş bir roman var.

Bahar: Türkçe’de eksik olan Proust metni ve çalışması var mı?

Didem: Evet, kimi metinleri hala çevrilmeyi bekliyor, örneğin ilk romanı Jean Santeuil. Kayıp Zamanın İzinde’nin Türkçe çevirisi, yani Roza Hakmen’in çevirisi ise muhteşem; ama yine de bu çeviriye, 1980 sonrasında Fransa’da yapıldığı şekliyle, notlar ve varyasyonlar kısmı eklenebilir, tabii bu neredeyse bir koca cilt edebilir! Çünkü Proust’un neredeyse her yazdığı cümlenin ikinci bir varyasyonu var! İlgili bir okur için, böyle bir ekleme çok kıymetli olabilir.

Bahar:  Senin çevirini, Kayıp Zamanın Etrafındayı okuduktan sonra fark ettiğim bir şey şu oldu: sanki denemelerde yoğun doğa tasvirleri var ve bu tasvirler yoğun duygularla el ele gidiyor.

Oysa Kayıp Zamanın İzinde yani roman daha çok insanları, ilişkileri anlatıyor daha çok.. Neden böyle bir fark var, ilk yazdıkları ve sonradan yazdığı büyük roman arasında?  

Didem: Romanda kahramanın doğaya yöneldiği o çocukluk dönemi geçtikten sonra doğaya dair duyusal yaklaşım azalıyor. Romanın ilk bölümlerinde, özellikle Combray’de geçen dönemlerde anlatıcı uzun uzun doğada yalnız kalmanın nasıl bir duygu olduğunu, kendisinde hangi düşünceleri tetiklediğini anlatıyor.

Büyüdükten sonra, insanlar yaşamına daha yoğum biçimde dahil olduğunda, bu çocuksu doğa aşkı biraz ikinci plana itiliyor. Ama doğadaki o uzun uzun tasvir edilmiş anlar sanki kahramanın duygusal kişiliğini oluşturan temel anlar. Romanın kapanış anında kahraman bu anları yeniden hatırlıyor ve kendisini ne kadar da şekillendirdiğini anlatıyor:

Örneğin akdikenlere bakarken hissettiklerinin, o doğaya dahil olma duygusunun onu yaşamı boyunca yönlendiren temel şey olduğunu kavrıyor. Bu anlar aslında kahramana yönünü gösteren, hakikatin ve yaşamın anlamın ne olduğunu ona söyleyen ilk temel duyusal keşif anları. Üstelik Proust bu anları arkadaşlarının “proustifier” yani Proustlaştırma dedikleri o ilginç üslubuyla yazıyor. Fransızca surimpression deniyor buna; Proust yani izlenimleri izlenimlerin üzerine bindiriyor, her izlenim bir diğerini çağırıyor, bir diğeri ile açıklanıyor. Örneğin çiçeğin rüzgarla salınımı dansçı bir kızın hareketlerini andırıyor.

Proust sanki şöyle diyor: çiçek de olsa, insanlar da olsa, baktığımız şeylerin her an değişen yüzleri var. Doğa da insanlar da sanat da bize hep birtakım çağrışımlar getiriyorlar, o çağrışımlar da diğerlerini getiriyor. Bunu dünyayı çoğaltma çabası gibi görüyorum ben, dünyayı yazıda yeniden daha da zenginleştirerek anlatmaya çalışma çabası olarak.

Belki de Proust’taki en çarpıcı ve okumayı zorlaştıran şey bu; sürekli genişleyen bir çağrışımlar ve izlenimler dünyasına katılıyor okur. Bütün o sosyalliğin ve duyuların içinde, bunların hepsini aynı anda algılayan bir varlık olarak insan var ve Marcel Proust bir yazar olarak bu algıların her birini sanki tek tek anlatmaya çalışan deli bir yazar…

 

Röportaj: Bahar Topçu

(Yeşil Gazete)

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.