Ben piçim de, siz nesiniz? – Ümit Kıvanç

Evet, ben bir piçim, birçok arkadaşım da öyle. Memleketin akıl, fikir, vicdan sahibi insanlarından pek çoğu da. Tıpkı, Alman Neonazilerinin Türklere yönelik saldırılarına karşı Türklerin etrafında koruyucu bir çember oluşturup “Hepimiz Türk’üz!” diye haykıran Almanlar gibi piçiz. “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” diye bağırıyoruz.

Anamız babamız var ama, işte, sırf kötülük olsun diye piçliği seçtik.

İsterseniz önce, “Hepiniz Ermeni’siniz, hepiniz piçsiniz” diye bir pankartın taşınmasının gerisindeki psikolojiden başlayalım. Çünkü bizim memleketimizde siyasî sanılan sorunların çoğu aslında düpedüz psikolojiktir, en babası, toplumsal psikolojinin konusudur.

Bir insanı piç diye hakir görenler, en hafifinden, gerizekâlıdırlar. Çünkü suçladıkları konuda o insanın hiçbir kabahati yoktur. Suçlama konusu, bir insanı suçlamak için en ufak gerekçeyi vermeyen, abuk subuk bir şeydir. İkincisi, bu suçlama, tamamen, “sende olmayan şey bende var” böbürlenmesine, nispet yapmaya dayandığı için alçakçadır, vicdansızlıktır. “Benim anam babam belli, seninki değil” demek, düpedüz hastalık belirtisidir.

Üçüncü olarak, bir insanı, seçme şansının bulunmadığı bir konuda, şu millete, bu dine mensup bir aileden doğmuş olma konusunda ya da doğduktan sonra anası babası tarafından terk edilmiş olma ya da benzeri bir konuda suçlayanların, genellikle, aynı konuda bir komplekslerinin, zaaflarının, açıklarının olduğu çoğu defa kanıtlanmıştır. Bazı suçlamalar, sahiplerinin cibiliyetini ortaya koyar.

Diyelim binlerce yıllık şanlı Türk tarihi diye atılıp tutulan bir toplumun mensubusunuz, ama yüz hatlarınız, bugün “atalarımızın geldiği yer” dediğiniz yerlerde yaşayan insanlara hiç benzemiyor, buna karşılık her fırsatta hakaret ettiğiniz, dışlamak, aşağılamak için didindiğiniz insanlara pek benziyorsa, birilerine piç dediğinizde başkaları size müstehzi müstehzi bakar. Sizi de alır bir kendinizi kanıtlama kaygısı…

“Hepiniz Ermeni’siniz, hepiniz piçsiniz” diye bağırılan bir ortamda bulunmanın meşruiyeti konusuna geçelim. Orada bulunan ve buna itiraz etmeyen, o pankartların kaldırılmasını talep etmeyen herkes suç ortağıdır. İki kere iki dört.

Bir adım daha atalım. Böyle bir alenî ırkçılık gösterisinde bir ülkenin içişleri bakanı çıkıp konuşma yaparsa, ahlâk ve vicdan ölçülerinin az buçuk geçerli olduğu bir memlekette neler olur? En basiti, o bakan, hakkında derhal soruşturma açılmasa bile, görevinden alınır. Özür dilemek zorunda bırakılır. Hele bu gösteri, günlerce öncesinden, belediyenin tahsis ettiği billboard’lar yoluyla duyurulmuş, hazırlıkları örtülü bir resmî destek görmüşse, o ülkeyi yönetenlerin bu ırkçı seferberliğe katkısı olduğuna hükmedilir. Ayrıca o ülke, bu gösteride en galiz hakaretlere uğrayan toplum kesiminin geçmişte kitlesel olarak katledildiği, sürüldüğü ve bütün bunların inkâr edildiği bir yerse, orada yönetimin ve toplumun en azından bir kesiminin açıkça ırkçı olduğu sonucuna varılır. Zulüm ve fenalık yapma tutkusundan kendini alamadığı bile düşünülür de, o kadar sosyal-psikoloji çalışması beni aşar.

Aynı ülkede, bir azınlığın ve onların haklarını savunanların, yine galiz hakaretler eşliğinde açıkça suçlandığı, hakir görüldüğü bir kitap, bir kaymakam tarafından, ülkenin millî eğitim örgütü aracılığıyla okullara dağıtılabiliyor ve o kaymakam da hâlâ elindeki bütün yetkilerle o kamu görevini sürdürüyorsa, ırkçılığın resmî politika ve yönetim tarzının aslî parçası olduğu yolunda her türlü kanıta sahibiz demektir.

Bugün artık demokrasiye, reforma, bu memleketin insanlarını insanca bir hayata kavuşturma özlemlerine sırt çevirmiş hükümet, Sivas Katliamı davasının zamanaşımına uğramasından sonra başbakanın ettiği sözlerle, Cumhuriyet tarihi boyunca toplumsal hayatımıza yön vermiş ana damarın içinde yüzmeye kararlı olduğunu ortaya koydu. Hayırlı olsun.

Bu vesileyle, AKP’ye başından beri, yılların Kemalist tatavalarını sorgulamayı bir an bile akıllarından geçirmeyip, “dinci”, “şeriatçı” falan diye muhalefet yapmaya kalkanların da nasıl bir defa daha ters köşeye yattığına işaret etmek isterim. Karşımızdaki, dindarlık falan değil, düpedüz, aynı ırkçı milliyetçiliktir. Bu düzlemde sahici faşistlerimizle faşistimsilerimiz, Kemalistlerle sağcı İslâmcılar arasında pek az fark vardır. Bu memleketin gerçek sorunları, Kemalist-İslâmcı ayrımına yolaçan konular değildir. Tam da ikisinin birleştiği, toplum çoğunluğumuzun onyıllardır, aslında benimsemediği, sevmediği bir devlete dört elle sarılmasına yolaçan şeylerdir. Korkulardır. Komplekslerdir. Yalanla örülmüş tarihimizin yalan dozunun zirveye çıktığı mevzulardır.

Ermenilerden özür girişimine öncülük eden vicdanlı insanlar için “küçükken iğfal edilmişler” diyen, Ermenilerin “mağara devrinden kalmış”, “şerefsiz” “yılanlar” olduğunu söyleyen yazarın kitabını okullara “İslâmcılar” mı dağıttı? Yoksa bu, kim gelirse gelsin süren resmî çizginin devamı mıdır? Daha doğru soru şu: Bu kitabı dağıtanlar, bunu “İslâmcılıklarından” ötürü mü dağıttılar? Yoksa hepsi aynı ırkçılık ve milliyetçilik kanını taşıyan ve asla piç olmayan elemanlar mı?

Türkiye, “bizim milliyetçiliğimiz ırkçı değildir” yalanından, “ırkçıysak ırkçıyız lan!” aşamasına geçiyor. Bu da hayırlı olsun.

Benim yine de kendime bir türlü izah edemediğim husus, Allah mefhumuna sahip olduğunu iddia eden, dindar olduğunu ileri süren insanların nasıl olup da bunlara ayak uydurabildiği. Yoksa bir tür iktidar aracı olalı beri adalet idealinden uzaklaşan din artık tek tek insanların vicdanında da mı herhangi bir titreşim yaratmıyor? Sadece –güçlü ve kalabalık! – bir topluluğa mensubiyet ve aidiyet yoluyla bir çeşit toplumsal iktidara yamanmaya mı yarıyor?

AKP önderliği, başında bulunduğu hareketi oluşturan birçok unsurdan, sağcılığı ve “devlet yönetimi”nin aslî çizgilerinden ayrılmamayı seçti. Sivas davası sonrasında yaptığı açıklamayla, Başbakan Erdoğan, yeni bir Demirel olma niyetini ortaya koydu. Siyasîler, aslî faaliyetlerini birtakım çıkarların temsili olarak gördüklerinden, nasıl ederlerse daha kolay yöneteceklerine dair çıkarcı hesaplarından ötürü şu da bu yola saparlar; bu çok hayatî bir konu değil; siyasîler gelir gider. Ama toplum çoğunluğunu oluşturan insanların saldırgan ırkçılığı bu kadar kolay sindirebilmesi, onunla en azından bu kadar rahat yanyana yaşayabilmesi, hayatî bir sorun.

Samimi olarak soruyorum: Nasıl sindirebiliyorsunuz bu kadarını içinize?

 

Bu yazı ilk olarak taraf.com.tr/‘da yayınlanmıştır

 

 

Ümit Kıvanç

 

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR