Yeni yıla ülkenin bir yanında sokağa çıkma yasakları, silahlı çatışmalarla girdik. Geçtiğimiz yıl içinde Kürt meselesinin çözümü yolunda kurulan müzakere masasının devrilmesi, sözün yerini silahın alması üzerine yılbaşı dileklerimizin başına barışı getirmiştik. Dilekte bulunmanın yetmeyeceğini daha önce yazmıştım, silahlar ölüm kusuyor, her birisi bu ülkenin yurttaşı, her birisi bir can olan; çocuk, kadın, erkek, genç, yaşlı siviller ile askerler, polisler, örgüt üyesi gençler ölmeye devam ediyor. Ölenler arkalarında büyük acılar, öfke ve düşmanlıklar bırakıyor, ciddi bir toplumsal kopuş yaşanıyor, iç savaş tehlikesi var.
Bir yandan silahlar patlıyor, diğer yandan farkı düşünceleri ifade eden sözler silah muamelesi görüyor. Geçtiğimiz hafta yayınlanan ‘Barış İçin Akademisyenler’ inisiyatifinin bildirisi de silah muamelesi gördü, 10 Ocak’ta yayınlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı 1128 akademisyenin imzaladığı bildirinin imzacıları bir anda hain, alçak ilan edildi. İmzacılara yönelik ilk suçlama Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapıldı, ‘aydın müsveddeleri’ ile söze başlayan Cumhurbaşkanı, ‘hainler’, ‘alçaklar’, ‘gitsinler hendek kazsınlar veya dağa çıksınlar’ tehlikeli sözlerlerle devam ediyor, YÖK’ü, savcıları, mahkemeleri göreve çağırıyor. İmzacılara yönelik hakaretler, suçlamalar, sözlü saldırılar linç kampanyasına dönüştü, imzacılar fiili saldırı tehlikesi altındalar. Üniversiteler imzacı avına çıktı, vakıf üniversiteleri iş akitlerini feshetmeye, devlet üniversiteleri disiplin soruşturmalarına başladı, kimi yerlerde imzacı akademisyenler terörle mücadele polislerce sabahın erken saatinde evlerinden alınıp savcının önüne çıkarıldılar, kimileri tutuklama istemli hakime sevk edildiler, şu ana kadar tutuklama kararı çıkmasa da yurtdışı yasağı ile akademik çalışmaları sınırlandırıldı. Bununla da kalmadı, kin ve öfke kusmak için fırsat kollayanlar devreye girdi, imzacıların üniversitelerdeki odalarının kapıları işaretlendi, gazetelerde, internet sitelerinde imzacıları fotoğraflarıyla tehdit içeren ve hedef gösteren, suçlayan yayınlar başladı. Bildirinin tamamını okumadığını açıkça yazan kimi köşe yazarları, imzacıların niyetlerini okuyarak, hakaret içeren sözlerle yorum ve değerlendirme yaptıklarını sandılar.
Bildiri neyi anlatıyor?
Bir metnin hakkıyla değerlendirilmesi ve doğru yorumlanması için metnin bütününe bakmak lazım, cımbızla cümle çıkararak değerlendirme yapılmaz, hazırlayanların, imzacıların niyetleri okunarak hiç yapılmaz.
Ben bildiriyi bir çok kez okudum, özetle; Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde devam eden sokağa çıkma yasakları eleştiriliyor, yasakların uygulandığı yerlerdeki anayasa ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan hak ve özgürlüklerin ağır biçimde ihlal edildiği tespiti yapılıyor, uygulanan politikalardan vazgeçilmesi, sokağa çıkma yasaklarının kaldırması, yaşanan ihlallerin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmaları, mağdur edilen yurttaşların zararlarının giderilmesi, ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin bölgeye girişlerine ve inceleme yapmalarına izin verilmesi isteniyor. Ayrıca siyasi iktidarın muhalefeti bastırmaya yönelik uygulama ve yaptırımlarına karşı çıkıldığı vurgulanıyor, Kürt meselesinin çözümü için diyalog ve müzakere koşullarının hazırlanması, müzakere görüşmelerinde gözlemci olarak yer alma talebi dile getiriliyor. Sonuç olarak, insan hakları ihallerinin suç olduğu nitelemesi yapılmış, sessiz kalmanın suça ortak olmak olduğu, bu suça ortak olmayacakları, siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temasların sürdürüleceği sözü verilmiş.
Bildiriye yoğun tepkilerin nedenini anlamaya çalışıyorum, metninde hak ihlallerine yol açan eylemler tanımlanırken kıyım, katliam, sürgün gibi sert sözcükler tercih edilmiş. Sanırım bu sözcüklerden çıkılarak tepki gösteriliyor. Eleştiri anlamında dile getirilen ‘neden PKK’nin silahlı eylemlerine karşı çıkılmadığı’. Hakaret ve suçlamalar içinde bildirinin içeriği tartışılamadı, imzacıların ‘bizim muhatabımız vergi verdiğimiz, yurttaşlık bağı ile bağlı olduğumuz Devlettir, eleştirilerimizi ve taleplerimizi de ona yönelttik’ sözleri duyulmadı.
Katılırsınız ya da katılmazsınız, bildiride yaşanan gerçekliğin bir kısmı tespit ediliyor ve imzacıların kendi çözüm önerilerine göre bir takım talepler sıralanıyor. Bu konulardaki tespit, görüş ve önerilerimi 28 Aralık ve 4 Ocak tarihli yazılarımda yazmıştım, tekrar etmeyeceğim.
Şimdi söyleyebileceğim; durun bir hele, bildiriyi bir daha okuyun, imzacıların niyetlerini öğrenmek istiyorsanız, tanışın, konuşun, sorun, tartışın, aynı şeyi düşünmeyebilirsiniz ama suçlamadan, hakaret etmeden anlamaya çalışın.
İmzacı olan bir tarih profesörü bakın ne diyor; “Ben, bu metni vicdani bir çığlık olarak okudum ve imzaladım. Ülkenin doğusunda yüzlerce çocuk, genç, kadın, polis, asker ölüyor. Gözümüzün önünde cereyan eden bu ölümleri durduramamanın, durdurabilecek hiçbir araca sahip olamamanın ıstırabı ve isyanı içindeyim. Bu ölümlerin durması ve çözüm sürecinin tekrar başlaması için elimdeki tek araç, sözüm ve imzamdı. Onları kullandım”
İmzacıların özellikle İzmir’den imza atan akademisyenlerin çoğunu tanıyorum, hepsi bilimsellikten ödün vermeyen, ülkede, dünyada barış içinde eşit, özgür, adil demokratik bir toplum kurmak için çabalayan, bugün ve gelecek için sorumluluk taşıyan bilim insanlar, hakaret edilecek değil, teşekkür edilecek kişiler, o hakaret sözlerinin hiç birisini hak etmiyorlar, zaten kötü sözler onlara bulaşmaz, ne demişler; kötü söz sahibine aittir.
Öz olarak; söz konusu olan bir sayfalık bir metin, oradaki tespit ve derlendirmeleri benimsemiyorsanız siz de kendi bildirinizi yazın, yayınlayın, sizinle aynı şeyi düşünmüyorlar, olayları sizin gibi değerlendirmiyorlar diye ‘Barış İçin Akademisyenler’i linç etmeye kalkmayın.
Olayı ifade özgürlüğü kapsamında ele almaya ne dersiniz; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında belirtildiği gibi “ifade özgürlüğü demokratik bir toplumun en önemli temelini ve her bireyin kendini geliştirmesi ve tatmin olması için en önemli şartlardan birini oluşturur. Bu özgürlük sadece zararsız olan düşünceler için değil, aynı zamanda rahatsızlık verici, zararlı düşünceler için de geçerlidir. Bütün bunlar demokratik bir toplumun özellikleri olan çoğulculuk ve hoşgörünün gerekleridir”.
AİHM’nin 1959-2014 yılları arasında verdiği kararlarda ifade özgürlüğü ihlalinde Türkiye’nin açık arayla birinci olduğunu biliyor musunuz? Asıl bunu dert etmemiz, kötü sicilimizi düzeltmemiz gerekirken biz neyle uğraşıyoruz?